24 Şubat 2020 Pazartesi

FELSEFİ MASALLAR: SPİNOZA

SPİNOZA ile ilgili görsel sonucu
Spinoza: (1632-1677) Büyük filozofların içinde en asil ve en mütevazısı
Bertrand Russell Batı Felsefesi Tarihinde, “Spinoza, büyük filozofların içinde en asil ve en mütevazısıdır” diye açıklıyor. “Diğerleri entelektüel olarak onu aşmıştır, ama etik olarak o en üstün olandır.” Russell’a göre, onun bu “muazzam erdemliliği”, hem yaşarken hem de ölümünden sonra asırlar boyunca neden “dehşet veren bir günahkar” olarak görüldüğünü açıklıyor olsa gerek. Ancak, işin içinde başka nedenler de olabilir.
FELSEFÎ MASAL
Spinoza’nın hayatı yeterince tehlikesiz görünüyor. Günlerini Amsterdam'da optik ve fenni lensler yaparak geçiriyordu. İstese Heidelberg'de Felsefe Kürsüsüne kurulabilirdi ama o parlatma ve perdahlama işlerine devam etmeyi tercih etti. Sadece işten arta kalan zamanlarında yazıyordu, her şeyin esasen “tek bir şey” olması gerektiği; zihin ve bedenin aynı şeyin iki veçhesi olduğu; bu bir şeyin kaya, hayvan ve Tanrı olma gibi pek çok veçhesi olduğu sonucuna varacaktı.
Hayatı boyunca sadece iki kitap yayımladı. İlki, Kartezyen felsefeyle genellikle aynı fikirde olmadığına dikkat çeken bir önsöz ile birlikte yayımladığı Descartes Felsefesinin ilkeleriydi (zira zihin ve maddenin iki ayrı şey olduğunu düşünmüyordu Spinoza, ama aynı şeyin iki ayrı “veçhesi” vardır, insanların “özgür iradesi yoktur ve de insan idrakinin ötesinde bir şey yoktur).
İkincisi, Teolojik-Politik İnceleme (Tractatus Theologico-Politicus) idi. Bu kitap İncile bir bütün olarak ahlaki mesajından dolayı övgüde bulunmasına rağmen, Eski ve Yeni Ahit hakkında pek çok kuşkucu yorum içeriyordu. Kitap bugünün bakış açısıyla yalnızca özverili bir çalışma gibi görünse de, Spinoza kitaptaki kimi ayrıntıların kutsal kitabı tahrif ettiği iddiasıyla sapkınlıkla suçlanmaktan endişelendiği için eserin isimsiz yayımlanmasını istemişti. Gerçekten de, Teolojik-Politik İnceleme hemen tartış­malara neden oldu ve yazarın “maskesi düşüp” altından Spinoza çıkınca o daha da fazla hakarete uğradı. Öyle ki, ölümünden sonra diğer yazıları arkadaşları tarafından yayımlandığında bile arkadaşları “Şaheser’i Ethica da dahil olmak üzere kitaplarını “B.D.S.” şeklinde imzalayarak yazarın Spinoza olduğunu gizle­meyi seçmişlerdi. Böylece, Batı Felsefesinin en temel “modern” metinlerinden biri olan “Geometrik Yöntemle Kanıtlanmış Ethica” da hakikaten adsız yayımlanmak zorunda kaldı.
“Zihnini dinlendirmek” istediği zamanlarda, örümcek ağma bir sinek koyup, “sonra büyük bir keyifle ve hatta bazen gülmekten katılarak izlerdi.”


Descartes’ın Meditasyonları gibi Ethica da Tanrıya inanmak için mantıklı bir temel oluşturmakla ilgilidir ki bu durum, bugün oldukça masum görünen bir stratejidir. Fakat Spinozanın Tanrısı pek çok sıfattan (örneğin dilek, fikir veya tercih sahibi olmaktan) arınmış olduğundan, o çağda birçoğuna göre bu Tanrı ateizmin bir başka adıydı ve hemşerilerinin Spinoza hakkında söylediği kötü sözleri doğrular mahiyetteydi.
Tam olarak neyle suçlandığını kimse bilmez, ama ilk biyog­rafi yazarlarından biri olan Colerus, Spinozanın pipo içerek rahatladığını ya da “zihnini dinlendirmek” istediği zamanlarda, birbirleriyle dövüşen örümcekler aradığını ya da (bulamazsa) örümcek ağma bir sinek koyup, “sonra büyük bir keyifle ve hatta bazen gülmekten katılarak izlediğini” anlatıyor.
Böyle çarpıtmalar televizyondan önce de vardı demek ki.
İnsanlar Böyle mi Doğar ya da Sonradan mı Böyle Olur?
Spinoza, Amsterdamda mütevazı Baruch Ben Michael olarak doğdu (daha sonra adını Benedictus de Spinoza şeklinde Latinceleştirdi). Ailesi İspanyol Engizisyonu ve onun kâfir avcılarının dehşet saçtığı dönemlerde İspanyadan Hollanda’ya kaçmıştı. Annesi daha o bebekken öldü ve Amsterdam iş dünyasında ve Yahudi cemaatinde saygın bir sima olan babası da, Baruch 22 yaşındayken öldü.
Ben Michael ailesi Yahudi’ydi, ancak son birkaç kuşaktır, alaycı bir adlandırmayla “Marrano” olarak bilinen özel bir tür Katoliktiler (en azından resmi olarak), ardından tekrar Yahudiliğe döneceklerdi (Terim, Yahudilikte katı bir şekilde yasaklanmış olan “domuz etini yiyen” Yahudileri tanımlamak için kullanılmıştır). İster Yahudi olsunlar ister “Marrano Katoliği”, dinleri onları daha sonra genç bir cumhuriyet olacak, fazlasıyla Kalvinist Hollanda’yla uyuşmazlık içine sokuyordu. Spinoza, zamanının kültürel ya da dinî cemiyet­lerinden herhangi biriyle tanımlanmayı reddetti ve sadece tek bir aidiyeti; en seküler olanı kabul etti. Kendisini Hollanda vatandaşı olarak gördü ve gururla ondan “vatan” diye söz etti.
Dikkatinizi çekerim, daha önceki ve sonraki pek çok Hollanda­lI göçmen gibi o da bu memleketin dilini zar zor konuşabiliyordu.
Çocukken, İspanyolca ve Portekizceyle yetiştirilmişti, daha sonra akademik amaçla Latince ve İbranice öğrenmişti. Ama Flemenkçe değil. Bu dili sanki “osmoz” aracılığıyla kazara ve eksik olarak toplanmış bir şey gibi görüyordu.
Baruch, Musevi dininin Talmud, Eski Ahit gibi büyük dinî metinlerine ve zaman zaman ortaçağ filozofu Maimonidesinki gibi daha “felsefi” yorumlara saplantı derecesinde kafa patlatan, oldukça sıkı biçimde aşırı-geleneksel olan bir Haham okuluna gönderildi.
Maimonides’in Spinoza üzerinde açıkça büyük bir etkisi ol­muştu. Maimonides, Kafası Karışıklara Rehberde (Delâletul- Hâirîn), inananlar için bir takım problemleri gündeme getiriyor ve daha sonra onları kendinden emin bir şekilde cevaplıyordu. Spinoza her zaman hızlı öğrenen biriydi ve kısa süre içinde kendi başına metinlerdeki sorunları görmeye başladı, ancak çözümleri bulmada bu kadar iyi değildi. Aslına bakılırsa çözüm diye bir şeyin olmadığına karar verdi; zira bu metinler çeşitli yazarlara ait kusurlu insan yapılarıydı ve hiç de Tanrı kaynaklı değillerdi!
Örneğin, okulda Eski Ahit’teki ilk beş kitabın, tümü Musa tarafından yazıldığı için ilahi olduğu öğretilirdi. Ancak Spino­za, bu durumda Musa’nın ölümünü ve sonraki olayları anlatan bölümün onun tarafından nasıl yazılmış olduğunu (tıpkı diğer âlimler gibi) merak etmişti.
Nihayetinde Spinoza, geleneksel dinlerin batıl inanç ve al­datmacadan oluşan bir karışım olduğuna ve sadece felsefece düşünmeyen kitleleri temel ahlaki ilkelere yönlendirdiği ölçüde yararlı olduğuna karar verdi. Spinoza'nın alternatif Tanrısı, Ya­hudi Tanrıdan farklı olarak, görüş ya da tercihlere sahip değildir ve kesinlikle insanlar ya da kavimler arasında seçim yapmaz. Spinoza'nın Sevgi dolu Tanrısı “doğa” ile aynı şeymiş gibi görü­nüyor. “Deus sive Natura” -Tanrı ve Doğa birdir. 18 yaşındayken, kendisine Latince öğreten ve ona “bilim insanlarının, Coper- nicus, Galileo, Kepler, Huygens ve Descartes’ın yeni dünyasını tanıtan HollandalI bir öğretmenle çalışırken, bu türden bir Tanrı hakkında bilgi edinmeye de başlamıştı.
1656da, Spinoza 24 yaşındayken sinagogunun büyüklerine artık gına getirmişti. Onu Yahudi cemaatinden aforoz ettiler.
Dalalet yolunu hidayete döndürmede başarısız olduğu için ve tam tersine, uyguladığı ve öğrettiği menfur sapkınlıklarına dair, hem de korkunç eylemlerine dair her geçen gün daha da ciddi bilgiler geldiği için heyet adı geçen Spinoza’nın İsrail halkından aforoz edilmesine ve kovulmasına karar vermiştir.
Meleklerin hükmü, kutsal adamların emri ve Tanrının rızasıyla Baruch de Spinoza’yı aforoz ediyor, kovuyor, aşağılıyor ve lanetliyoruz (mübarek olsun)... Gece ve gündüz, yattığında ve kalktığında lanet üzerinde olsun. Dışarı çıktığında ve içeri girdiğinde lanet üzerinde olsun.
Sanki yeterince kesin değilmiş gibi bir de şunu ekliyorlar: “Tanrı onu bağışlamayacak, aksine Tanrının öfkesi ve kıskançlığı onu boğacak ve bu kitapta yazılmış tüm lanetler onun üzerinde olacak ve Tanrı onun ismini cennetten silecek.”
Ancak, her ne kadar, resmi hüküm ya da bilinen adıyla “che- rem”, “şeytani düşünceler ve davranışlar”, “menfur sapkınlıklar” ve “korkunç eylemler”i söz konusu etse de, belirli bir eylem kay­dedilmemiştir ve bu yüzden filozoflar bu düşmanlığa neyin sebep olduğu konusunda o zamandan beri spekülasyon yapmaktadırlar.
Bir yaklaşıma göre afarozun nedeni, 1660’larda cemaatin başına dert olmuş bir tartışmayı Spinoza'nın tekrar gündeme getirmesidir. Söz konusu tartışma, ölümden sonra ruhun akibeti hakkındaydı ve nihayetinde Venedik’teki Yahudi cemaatinden yol göstermesi için yardım istedikten sonra konu kapanmıştı. Konuya dair görüşlerden biri, kimi zaman Maimonidese atfedi­len, ölümden sonra yalnızca bilginin daha doğrusu Tanrının bilgisinin kalacağını öne süren görüştür. Spinoza'nın görüşleri de benzer görünüyor. Diğer yandan, belki de konunun tartışmalı doğasından ötürü, yorumcular Spinoza nm, görüşlerini özellikle karmaşık ve kafa karıştırıcı bir tarzda ifade ettiğinden şikâyet edi­yorlar. Hatta o kadar ki bazıları, Spinoza'nın görüşlerinin, modern Britanyalı filozof Jonathan Bennett’in pek de nazik olmayan bir şekilde söylediği gibi, “başkalarının da saçmalamasına yol açan saçmalıklar” oldukları sonucuna varmıştır.
Ama kendimiz karar verelim. Spinoza, Ethica'nın V. Bölümün­de şöyle diyor; insan zihni “bedenle birlikte mutlak olarak yok olmaz, ancak ondan bir kısım ebedi olarak kalır.” İnsan zihninin bu ebedi kısmı; “insan bedeninin özünü, "sub specie aeternitatis" ifade eden ve insan zihninin özüne ait olan bir ideadır.” Saçmalık?
Belki. Ama şık bir saçmalık. Neyse zaten Spinoza'nın buna dair bir kanıtı var. “Gerçi bedenden önce var olduğumuzu hatırlama­mız imkânsızdır -zira bu durumun bedende hiçbir izi yoktur ve ebedilik ne zamanla tanımlanabilir ne de onun zamanla herhangi bir ilişkisi olabilir-, ancak yine de ebedi olduğumuzu hisseder ve deneyimleriz.”
Ya da aforoz, Spinoza'nın belirli bir duruşu benimsemesinden ziyade dini metinlere yönelik “eleştirel okuma” yaklaşımını be­nimsemesinden dolayı da gerçekleşmiş olabilir. Her neyse, zaten Spinoza'nın dini sistemindeki biri için aforoz edilmek neredeyse hiç endişe yaratmayacaktır. Bilakis aforoz Spinoza'nın, çeşitli dini otoriteleri kontrol altında tutmak için toplumun seküler bir rejime ihtiyaç duyduğu yönündeki politik kanaatini pekiştirmeye hizmet etmişti. Spinoza kendi politik teorisinde, çağdaşı ve suç ortağı Thomas Hobbes’un insan doğası ve güçlü bir merkezi hükümet ihtiyacı hakkındaki görüşlerini benimsedi, fakat Hobbes un ak­sine o, politik hoşgörüyü tercih etti. Kişisel koşulları düşünül­düğünde gayet doğal olarak Spinoza, aynı zamanda yurttaşların yönetilmeye rıza göstermesini sağlamak için hoşgörünün gerekli olduğunu da savundu.
30 yaşına geldiğinde dikkate değer bir üne sahipti ve görüşle­rini tartışmaya, desteklemeye kendini adamış bir topluluk vardı. Öte yandan sadece birkaç yıl sonra, 1670de, Teolojik-Politik İnceleme yi (Tractatus Theologico-Politicus) yayımladı ve görüşleri daha da aleni hale geldi. Dinin rolünü toplum ve politika bağla­mında incelemeyi amaçlayan kitapta şunun gibi ifadeler vardır:
Böylece Tanrı, İsa’nın zihni yoluyla Havarilere göründü, tıpkı daha önce Musa’ya göksel bir sesle göründüğü gibi. Bu nedenle Mesih’in sesine, Musa’nın işittiği ses denebileceği gibi, Tanrının sesi de denebilir. Bu anlamda Tanrının bilgeliğinin, insanüstü bir bilgelik olan bu bilgeliğin İsa’da insani bir doğaya büründüğünü... söyleyebiliriz.
Ancak Spinoza'nın geliştirdiği (ve Ethicada görücüye çıkardığı) yöntem daha çok matematikseldir. Spinoza meseleleri araştırmak için önce, altta yatan “aksiyomlar”ı tanımlar ve sadece sağlam kanıtlamalarla bir sonuç elde etmeye çalışır. Tüm bunlar, Heidelberg Üniversitesinin kıdemlilerini 1673’te kendisine Felsefe
Kürsüsü’nü sunmalarını sağlayacak kadar etkilemişti, ancak o bu teklifi reddetti. Bunun yerine Hollanda’da kalmayı tercih etti, Ethica yı yayıma hazırladı ve mercek perdahçısı olarak çalışırken -sadece gözlük için değil, bilimsel araçlar için de- aynı zamanda felsefi hayranları tarafından da maddi olarak destekleniyordu.
Onun kesinlik arayışının sonucu olarak felsefesinin “matema­tiksel” kısmı şaşırtıcı bir şekilde okunaksızdır. Genellikle mate­matiksel tarzda ifade edilmemiş ve dipnotlar gibi yerleştirilmiş küçük parçalar daha fazla kavrayış sunar. Aşırı rasyonalizmden kaynaklanan bir mesele de, gelecekteki bir felakete, halihazırda gerçekleşmiş bir felakete duyulandan daha çok kaygı duymanın irrasyonelliğidir. Örneğin, İspanyol Engizisyonu tarafından ya­rın ölüme mahkûm edilmeye karşı, mesela bin yıl önce Filistin’den yapılan “toplu göç’e duyulandan daha fazla kaygı duymak man­tıksızdır. Buna verilen, “peki, tamam, toplu göç çok fazla acıya yol açmış olabilir ama bu konuda hiçbir şey yapamayız, oysa yarın olacaklara etki edebiliriz” cevabına karşılık, Tanrının tüm olayları halihazırda planlamış olduğunu ve sadece insani ceha­letimizin bize olayları kontrol edebileceğimizi düşündürdüğünü söylecektir Spinoza.
O halde Spinoza’nın duygulara karşı bir “devası vardır. “Kut­luluk” diye yazar, “erdemin mükâfatı değil, erdemin kendisi­dir” ve ekler; “kutluluktan, şehvetlerimizi dizginlemekle hoşnut olmayız; aksine, ondan hoşnut olduğumuz için şehvetlerimizi dizginleyebiliriz.”
Felsefe çevrelerinde çokça alıntılanan Ethica nm kapanış bö­lümü, iyimser ve dostane bir tonda şöyle diyor:
"Böylece zihnin duygular üzerindeki gücü ve onun özgürlüğüyle ilgili açıklamak istediğim her şeyi tamamladım. Bu söylenenlerden, bilge bir insanın ne kadar güçlü olduğu ve yalnızca şehvetiyle güdülen bir cahile kıyasla ne kadar üstün olduğu açığa çıkıyor; çünkü cahil insan dışsal nedenler yüzünden pek çok açıdan tahrik edilmekle ve bir türlü ruhsal huzura erememekle kalmaz, aynı zamanda o hem kendinin hem Tanrının hem de şeylerin tümüyle cahili olarak yaşar ve tutkulara maruz kalmayı/edilgin olmayı bırakır bırakmaz var olmayı da bırakır. Diğer taraftan bilge insan, bilge olarak görülebildiği sürece, ruhsal açıdan sarsılmaz, tam tersine kendisinin, Tanrının ve şeylerin belirli bir ebedi zorunlulukla [bu şekilde olduklarının] bilincine sahip oldu­ğu için var olmaya asla son vermez ve her zaman ruhsal dinginliği yaşar."
İşte bu, Spinozacı ölümsüzlük türüdür; bireyin kendinden daha kalıcı olan bir ideadan pay alması. Aynı şekilde, eğer birisi matematiksel bir formül keşfeder (sözgelimi, Pythagoras’ınki gibi) ve onu bir kâğıt parçasına yazarsa, formül hatırlandığı ya da dikkate alındığı sürece o kâğıt parçasından çok daha uzun süre var olmaya devam eder. Sonrasında, Spinoza şaheserini şu sözlerle sonlandırıyor:
"Bizi böyle bir hale taşıyacağını gösterdiğim yol, oldukça zorlu görünse bile yine de bulunabilir; gerçekten de nadir bulunduğu için zorlu olsa gerek. Hem esenliğimiz elimizin altında olsaydı ve büyük emekler har­camadan bulunabilseydi neredeyse herkes tarafından nasıl ihmal edile­bilirdi ki? Ama tüm seçkin şeyler nadir oldukları kadar zorludur da."
Spinoza gerçekten de “‘filozofların filozofudur” Çalışmaları gerçekten zordur ve sadece filozoflar onları anlayabilir. Öte yandan sıradan insana verdiği güven verici mesaj şudur; Tanrı mükemmel olduğu için O ve dünya bu olduklarından başka türlü olamaz. Bu duruş, ya da en azından Spinozanın çağdaşı Leibniz’in du­yurduğu versiyonu, Voltaire tarafından Candidede çok eğlenceli bir şekilde alaya alınıyor. Dr. Pangloss, felaket üstüne felaketle karşılaştığı bir yaşam sürerken, sürekli “mümkün dünyaların en iyisi olan bu dünyada her şey bu haliyle en iyidir” demekte ısrar ediyor -ama bakalım Spinozanın kendisi ne diyor:
Şeyler olduklarından farklı şekilde olsalardı, Tanrının iradesinde bir değişimin olması gerekirdi; ne var ki (onun mükemmelliği üzerinden açıkça gösterdiğimiz gibi) Tanrının iradesi değişemez: Öyleyse şeyler de olduklarından başka türlü olamazlar {Ethica, I. Bölüm, Önerme XXXIII, Not II).
Sonuç olarak, “özgür bir insan”, “en az ölümü düşünür; onun bilgeliği ölüm üzerine değil, yaşam üzerine düşünmektir” diyerek coşkuyla bağlıyor Spinoza. Her şey halihazırda belirlenmiş du­rumda ve insanlar olaylara sadece katlanmak yerine onları kabul etmede özgür oldukları için, bu kısıtlı anlamda ‘özgürdürler. Tıpkı ağa yakalanmış bir sinek gibi. Ha ha ha!
Kaynak:Felsefi Masallar, Martin Kohen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2018.

22 Şubat 2020 Cumartesi

FELSEFİ MASALLAR - John Locke (1632-1704)

JOHN LOCKE ile ilgili görsel sonucu

John Locke, meclis ve kraliyet taraftarları arasındaki iç savaş nedeniyle hiç de sakin olmayan bir dönemde, Püriten tacir bir aile­de, sakin bir Somerset köyünde doğmuştu. At gibi uzun burnuyla zayıf, uzun ince bir adam... ve bir biyografi yazarının dediği gibi “yumuşak, melankolik gözler...” 1689da yazdığı İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Denemede (Essay Concerning Human JJnders- tanding) bilgiyi, ideaların “bağlantısı ve uyuşumunun algısı’ndan başka bir şey değil, şeklinde tanımlıyordu Locke. Doğuştan bil­ginin imkânını ıskartaya çıkardığı için onun felsefesi Descartes felsefesinin panzehri olarak görülüyordu. Locke, zihnin, bilgiyi oluşturmak için basit veya karmaşık ideları bir araya getirmeden önce onları duyu aracılığıyla nasıl aldığını tarif ederken aynı zamanda çağının mekanistik bilimini de yansıtıyordu.
Gelgelelim, Kamunun Yönetimi Üzerine İki İncelemede (Two Treatises on Civil Government) (1690) yer alan politik teorisi çok daha etkili oldu. Kendisine, temel haklar ve özgürlükler adına hem Amerikan hem de Fransız Devrimlerinin ilham kaynağı olma payesi biçildi. Locke un etkisi Amerikan Bağımsızlık Be- yannamesi’ndeki anayasal güçler ayrılığı ve Haklar Bildirgesinde de görülür. Fransız Devrimi’nin başlangıcında ve însan Hakları Beyannamesinde görülen doğal haklar öğretisi, “Tüm insanlar eşit ve bağımsızdır, hiç kimse bir diğerinin canına, sağlığına, öz­gürlüğüne ya da malına zarar veremez” şeklinde Locke tarafından kesinkes ilan edilmişti.
“Herkes” elbette köleler hariç; çünkü tuhaf bir biçimde, adı başkalarına “özgürlük” talep etmeleri için ilham veren bu filozofun tekin olmayan bir başka yüzü vardır.
FELSEFİ MASAL
Locke, birçok saygın çağdaşı tarafından takdir ediliyordu. Par­lak matematikçi ve fizikçi Sir Isaac Newton, onunla ortaklıklardan kaçınmasına karşın fikirlerine önem verirdi. Ünlü İngiliz fizikçi Dr. Thomas Sydenham onunla birlikte pek çok tıbbi araştırma üzerinde çalıştı, onu şöyle tanımlıyor, “öyle bir adam ki, zekâsı keskin, muhakemesi tutarlı... Gayet emin olarak söyleyebilirim ki çağdaşlarımız arasında onunla eşit birkaç kişi olabilir ama üstün olan yoktur.” Fransız filozof Voltaire, Locke’u en muazzam bilge­liğe sahip insan diye adlandırır ve ekler: “O açıkça göremiyorsa, ben görmekten umudumu yitiririm.” Bir nesil sonra, Amer ikada Locke’un şöhreti hâlâ artıyordu. Benjamin Franklin “kendisi- ni-yetiştirme” babında ona müteşekkirdi, Thomas Paine onun devrim hakkmdaki radikal fikirlerini yaydı ve Thomas Jefferson onu tüm zamanların en muhteşem özgürlük filozoflarından biri olarak andı.
Onun bu baş döndürücü konuma yükselişi büyük İngiliz okullarından birinde başladı ve bunu Oxfordda öğrenim bursu izledi. Locke, ilk yazısı basıldığında henüz mezun olmamıştı. Bu erken çalışmalar 1654 ile 1668 arasındaki özel günleri kutlamak için yazılmış dört şiirdi, bu dönem hatıra şiirlerine çokça imkân sunuyordu zira. Örneğin Locke, 1665’teki hıyarcıklı veba salgını ya da 1666daki büyük Londra yangını hakkında, buna ilaveten 1649da kralın kafasının kesilmesine ilişkin geçmişe yönelik şiirler de yazabilirdi. Fakat onun şiirleri bunun yerine daha dünyevi durumlara işaret ediyordu. Şiirlerden bir tanesi arkadaşı Thomas SydenhamTn (meşhur doktor) vücut ısısı hakkmdaki kitabının tanıtımı için ve bir diğeri de Oliver Cromwefl’in cumhuriyetçi or­dusunun Hollanda kraliyetine karşı kazandığı zafere işaret etmek için yazılmıştı. Sekiz yıl sonra, artık Cromvvell göçüp gitmiş ve bir Hollanda prensi tahtı geri almışken, Locke bir başka habercilik olayına katkıda bulundu, bu sefer yeni kralın BraganzaTı Cat- herine ile olan evliliğini kutluyordu. “Dualarımız işitildi” yazdı
Locke, tıpkı daha önce yazdığı şiirde Cromwell’i “Sen, kudretli Prens!” diye selamladığı gibi.
Aslına bakılırsa, meşhur olmaktan ve idam edilmekten sa­kınmaya yönelik bu gayet iyi oturtulmuş arzu nedeniyle Locke neredeyse 60 yaşma kadar bu şiirlerden başka bir şeyi halka açık yayımlamadı. Bu ürkeklik, 1683’te Oxford Üniversitesi yetkili­lerinin Locke’un tüm kitaplarını tehlikeli oldukları gerekçesiyle yakılmak üzere toplanmalarını emrettiklerinde iyice pekişti, bu olay Locke’u kısa bir süre sonra Hollanda’ya seyahate teşvik etti. Hollanda, sonraki beş yıl boyunca zamanının çoğunu kaldırım kafelerinde geçirerek kalacağı yerdi, bu sırada Londra’daki hükü­met, teşvik borcunu ödemediğinden ülkeye iadesi için tutuklama emri hazırlamıştı...
Ama 1660’a dönelim. Locke, 28 yaşındayken Oxford’a genç Yunanca asistanı olarak tayin edilmişti. Bu atama papazlık (takdis merasimi) gerektiriyordu, fakat o bunu reddetti ama bir istisna olarak 1666’da kabul edildi. Otoriteyle yaptığı bu boğuşmanın (gerçi daha sonra tatmin edici şekilde çözülmüştü ama) ardından Locke sulh hâkimlerinin dinî uygulamalar konusundaki güçleri üzerine biri İngilizce biri Latince olmak üzere iki deneme yaz­maya başladı, ancak yine de oldukça temkinli bir herif olduğu için çalışmalarını gizliyordu. Dolayısıyla 1666 yazı itibariyle halkın, şiirleri ve (Robert Böyle ve Sydenham gibi yüksek itibar sahibi şahsiyetlerle birlikte gerçekleştirdiği) saygın tıbbi, bilimsel çalışmaları dışında onun başka bir eserini görme şansı yoktu.
Sonrasında, bir diplomatın sekreteri olarak çalışırken Lord Anthony Ashley Cooper ile tanıştı. Asilzade Lord, Locke’un ince zekâsı ve bilgisinden büyülenmişti ve hemen onu kendi hanesine fizikçi-filozof olarak davet etti. Sonraları ilk Shaftesbury Kontu olacak Asley İngiliz politik hayatında önemli bir şahsiyetti ve Locke onun etkisiyle, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir De­neme’sinin (Essay Concerning Human Understanding) yanında Hoşgörü Üzerine Bir Deneme ve Hükümet Üzerine İki İnceleme gibi ihtilaflı eserlerinin taslakları üzerine çalışmaya da kısa süre içinde başladı. Locke’un oldukça meşhur olan, hükümet hakkın- daki incelemesi hamisinin ticaret ve sömürgelerdeki çıkarlarını yansıtıyordu ve İngiltere adalet bakanı olarak bu hami hem ti­caretin hem de sömürgelerin ülkenin gücü bakımından hayati olduğu görüşündeydi.
Zenginlik Arayışı, Yaşam ve Özgürlük Shaftesbury Kontu aynı zamanda Carolina Kolonisi Sahipleri birliğinin liderlerinden biriydi, bu birlik, “Yeni Dünya’da, bu­gün kuzey ve güney Carolina olan bölgede, bir sömürge kurma izni veren kraliyet fermanı ayrıcalığına sahipti. Locke, bu mülk sahibi soyluların danışmanı oldu (1668-71), ardından Ticaret ve Sömürge Çiftlikleri Konseyinin danışmanı (1673-4) ve son olarak Ticaret Komisyonunun üyesi oldu (1696-1700). Aslında, Locke “Restorasyon” süresince, sömürgeleri ve onların insafsız kölelik sistemlerini kuran ve onlara nezaret eden yarım düzine adamdan biriydi. Üstelik en önemli işlerinden biri bu yeni sö­mürge için, felsefi ilkelerini uygulamaya koyacağı bir anayasa yazmayı da içeriyordu.
Locke’un bu küçük-devletinin Anayasasının girişinde “birden çok demokrasi kurmak”tan kaçınılması için (aralarında bizzat Shaftesbury kontunun da bulunduğu) mülk sahibi sekiz soylu­nun yurttaşlar üzerinde mutlak hâkimiyete sahip birer kalıtsal soyluluk kurumu haline geldikleri özellikle belirtilmişti. Devletin sakinlerine feodal köleler gibi muamele edilecekti, ya da Locke un deyişiyle “ kiralık-insanlar.”
XIX. Makale bunu şöyle açıklıyor: “Herhangi bir malikâne sahibi malikânesini, hepsi beraber, tüm haklarıyla ve oraya ait olan ldralık-insanlarla birlikte herhangi birine ve varislerine sonsuza kadar devredebilir, satabilir ya da elden çıkarabilir...”
XXII. Makalede daha da açık bir şekilde şöyle deniyor; tüm bu “kiralık-insanlar senyör, baron ya da malikâne sahibi olarak anılan saygıdeğer efendilerinin, itiraz etmeden, yönetimi altında olmalılar. Hiçbir kiralık-erkekya da kiralık-kadınm, kendi belirli efendisinin arazisinden yine efendisinin imzalı ve mühürlü izin belgesi olmadan, ayrılma ya da başka bir yerde yaşama özgürlüğü yoktur.”

Locke, küçük-devlet için yazdığı anayasasında; “Hiçbir kiralık-erkek ya da kiralık-kadının, kendi belirli efendisinin arazisinden yine efendisinin imzalı ve mühürlü izin belgesi olmadan, ayrılma ya da başka bir yerde yaşama özgürlüğü yoktur” diyordu.


 Locke’un felsefesi başka bir yerde “tüm insanlar eşit ve bağım­sız” yaratılmıştır diyorsa da, Carolina larda bu kiralık-insanlar eşit değildiler ve efendilerine bağımlıydılar. Dahası, “Bu kiralık- insanların tüm çocukları ve hatta tüm nesilleri de kiralıktılar” (XXIII. Makale).
Buralara zincirlere bağlı olarak getirilen Afrikalılara gelince, her bir sömürgeciye “zenci köleleri üzerinde mutlak güç” verilirdi. Bu imtiyaz, diye ekler Locke eşitlikçiliğe selam çakarak, “hangi görüşte ya da inançta olursa olsunlar” geçerlidir (CX. Makale).
Locke’un bunları yazdığı sırada transatlantik köle ticareti daha yeni başlamıştı. Bu hareket zamanla modern çağın en büyük gönülsüz insan göçü haline gelecekti. Üç buçuk yüzyıl boyunca süren bu köle ticaretinde, dokuz milyona yakın siyah Afrikalı Amerika’ya nakledilecek ve bunların ne kadarının yolda öldükleri bile bilinmeyecekti. Bu kölelerin büyük bir kısmı, İngilizlerin yarışı körüklemesiyle 1700 ve 1850 yılları arasında nakledildiler, bu dönemdeki İngiliz seferleri tüm köle gemilerinin en azından dörtte birine tekabül ediyordu.
Tıpkı Shaftesbury Kontu gibi Locke’un da yerine getirilmesi gereken kamusal sorumluluklarının yanında bir de bazı özel hesapları vardı. 167l’de kârlı köle tacirlerinden hisse satın aldı; Kraliyet Afrika Şirketi (her bir köle RAC [Royal Africa Company] harfleriyle damgalanıyordu) ve bir yıl sonra Bahama Maceracıları.
Elbette, Afrika’da kölelik Amerikanın sömürgeleştirilmesinden önce de vardı. Hatırı sayılır çokça kayıtta bu kölelerin altınla bir­likte kuzey Afrika çölüne, Berberi Krallığına gönderildiği geçer. Bu insanlar genellikle ya savaşta esir alınmış ya da borca karşılık “satılmış”tı -bazen de cinayet ya da büyücülük gibi suçlar için zararın karşılanması amacıyla köle edilmişlerdi. Öte yandan ta­rihçiler bu uygulamanın asli olarak sadece daha küçük bir ölçekle sınırlı olduğunu değil aynı zamanda daha az kötücül olduğunu da düşünüyorlar. Bu Afrikalı kölelere esir düştükleri yerde ailenin bir parçası gibi davrandırdı. Sahipleri onlarla birlikte çalışırlar, bunun yanı sıra aynı yemeği ve barınağı da paylaşırlardı. Buna karşın Amerika’da, bu ticaretin yeni adı “endüstriyel kölelik” ol­muştur. Dev, isimsiz köle sürüleri kamplarda tutuluyor ve şeker kamışı, tütün ve pamuk gibi yoğun emek gerektiren hasat işinde kullanılıyorlardı. Sahipler onlarla birlikte çalışmıyor, konakta yaşayıp, köleleri “yıkılana kadar” kırbaçlayarak çalıştıracak bir çiftlik kâhyası görevlendiriyordu. Bu Yeni Dünyanın çiftliklerinin kuruluşundaki şartlar korkunç ve insanlık dışıydı.
Yol boyunca köle gemilerindeki şartlar da oldukça kötüydü. Önce Afrika’nın batı kıyısındaki limanlardan toplanan esirler güvertede tıkış tıkış birbirlerine zincirli bir şekilde sağlıksız ve insanlık dışı koşullarda haftalar boyunca tutuluyorlardı. Gemiler, “ticaret üçgeni” olarak bilinen uzun bir rota izliyorlardı. Genellikle bu işin içinde, Liverpool ya da Bristol gibi İngiliz limanlarından Afrika’nın batı kıyılarına demir eşya veya pamuk ürünleri gibi yeni sanayi ürünlerini kölelerle takas etmek için yelken açan gemiler vardı. Bunlar gemiye yüklenince, tekrar Batı Hint Adaları ya da Amerikanın diğer limanlarına doğru yola çıkılırdı -üçgenin ikinci kenarı. Gemi oraya varınca hayatta kalan köleler satılır ve şeker kamışı, rom ya da tütün gibi ürünler gemiye yüklenirdi, ardından yolculuğun üçüncü ve son ayağı olan İngiltere’ye dö­nüş başlardı. John Houstoun’ın 1723’te, köle ticaretini “küresel anlamda tüm ticaret buna dayanıyordu” diye tasvir etmesinde şaşılacak bir şey yok.
Çok acayiptir 1820’ye gelindiğinde Amerika’da “sömürgeci”lerden daha çok köle vardı -beş kat fazla! (boşuna değil demek ki, George Washington’un kendisi de köle sahibiydi.) El­bette, yerli Kızılderililer de büyük oranda yok edilmişlerdi (savaş, hastalık ve topraklarından tahliye yoluyla). Ayrıntılara ve maliyete yönelik bürokratik ilgi ve zalimlik bakımından köle ticaretiyle kıyaslanacak tek şey Nazilerin 1930 ve 1940’larda, Yahudileri ve diğer “aşağı ırklar”ı toplama kamplarına sürgün etmeleridir.
Avrupalılar halihazırda mevcut olan Afrikalı köle ticaretini giderek daha çok sayıda köle için para ve ticari ürün teklif ederek iyiden iyiye genişletmişlerdi. Bu teşvikler Afrikalıların diğer Af­rikalıları satmak için baskın yapıp esir almalarına yol açıyordu. Bu baskınlara mahrumiyet de eklenebilir, bu insanlar aileleri­nin kalan üyelerine yemek almak için çocuklarını köle olarak satmaları (muhtemelen bunun tüm sonuçlarından habersizce) konusunda yüreklendiriliyorlardı.
Locke’un Kamunun Yönetimi Üzerine İkinci İnceleme sinde köleliğe dair özel bir irdeleme vardır. Dördüncü ve on altıncı bölümler “kölelik durumunun açıklamasını yapar; bu açıklama da ikinci bölümdeki “doğal durum” ve üçüncü bölümdeki “savaş durumu” açıklamasına bağlıdır.
Neden Locke bu konu üstünde böylesine uzun uzadıya du­ruyor? Her şey bir yana, görünüşe göre bu yazdıkları, eşit hak ve özgürlükleri övdüğü diğer yazılarından çoğuyla uyuşmuyor. Fakat filozofların, toplumu köleler ve sahipleri olarak bölme eğilimleri uzun bir geleneğe sahiptir. Aristoteles ve Platondan beri filozoflar seçkinlerin rasyonel düşünme -yönetme- kabiliyetlerini vur­gulayıp duruyorlar ve elbette bu düşünenlerin yönetecek birine ihtiyaçları vardır; onlar lehine düşünmenin iktidarını reddeden birilerine.
Bilhassa Aristoteles’te, ev içi köleleri mal ve mülk olarak ta­nımlanıyorlardı ya da adeta “efendilerinin ayrılabilir bir parçası gibi’ydiler. Erkek veya kadın kölenin yalnızca, sahiplerinin çıkar ve heveslerine göre değil, ama ayrıca -genel “iyi” adına- “akla göre” de kullanılabilecekleri varsayılıyordu. Hakeza Aristoteles de köleyi böyle olmaya “doğal olarak” uygun insan, şeklinde tanımlar. Şöyle yazıyor:
"O halde, güçleri asli olarak bedenleriyle sınırlı olan ve temel faziletle­ri bedensel hizmete güçleri yetmek olan bu insanlar; diyorum ki bun­lar doğal olarak köledirler, çünkü böyle olmaları onların yararınadır. Onlar kullanmaktan aciz olmalarına rağmen akla itaat edebilirler; her ne kadar sadece kendi duyumları ve arzularınca yönlendirilen evcil hayvanlardan farklı olsalar da, bu hayvanlarla neredeyse aynı görevle­ri yerine getirebilir ve diğer insanların mülkü olurlar, çünkü onların güvenliği bunu gerektirir."
İkinci İncelemede, Locke bunu güncelleyerek şöyle diyor:
"... köle diye adlandırdığımız bir başka hizmetçi türü daha vardır. Bu kişiler adil bir savaşta esir alınıp efendilerinin keyfi güçlerine ve mut­lak hâkimiyetlerine bağımlı kılınmıştır. Dediğim gibi bu insanlar, öz­gürlüklerini hayatları karşılığında ceza olarak verdiler ve sınıfsal haklarını kaybettiler; kölelik durumuna geçerek, mülk edinme ve medeni toplumun bir parçası olma imkânlarını yitirdiler ki medeni toplumun ana ereği mülkiyeti korumadır."
Ancak tartışmanın felsefi öneminden ayrı olarak, bu konunun Locke’un politik yazılarında ayrıntılı olarak yer almasının daha özel nedenleri olabilir. Bir varsayıma göre, Locke İngiliz Krali­yet ailesinin İngiliz halkını gayrı meşru biçimde köleleştirmeye giriştiğini gözler önüne sermek için “meşru” köleliğin nasıl ola­cağını göstermeye ihtiyaç olduğunu düşünmüştür. Onun politik felsefesinin amaçlarından birinin meşru ve gayrimeşru kamusal yönetim arasında ayrım yapma meselesi olduğu düşünülürse, kölelik konusu da bu temanın sadece bir türevi olsa gerek.
İkinci nedense; Locke’un, Shaftesbury ile aynı çizgide, İngiltere’nin ulusal gücü için böylesine kârlı ve yararlı eylemleri açıklamayı ve savunmayı vatanperver bir görev olarak görmesi olabilir.
Ya da üçüncü neden, basitçe Locke un ondan önceki pek çokları ve Aristoteles gibi, bazı insanların doğal olarak fazlasıyla »sağı olduğunu ve hiçbir doğal hukuk teorisinin bunlara uygu­lanmasına gerek olmadığını düşünmesi olabilir.
Günümüzde filozoflar Locke un kölelerle ilgili görüşü hakkında pek de konuşmuyorlar. Ama bu tutum, kölelik meselesi­nin onun felsefesiyle ilgisiz olduğu anlamına gelmiyor; çünkü I,ocke’un felsefesinde “medeni” toplumun anahtarı mülkiyet, mülkiyetin anahtarıysa iş gücüdür. Gerçekten de onun için ahlak mülkiyet kurumuyla başlar, kölelik oldukça özel ama önemli bir husustur. İkinci İncelemede şöyle diyor Locke; “başlangıçta yeryüzü ve onun üzerindeki tüm aşağı yaratıklar” tek önemli istisna dışında herkesin ortak malıydı. Her birey sadece tek bir şeye sahipti; bizzat kendi varlığına. “Doğa durumunda hiç kim­senin kendinden başka hiçbir şey üzerinde hakkı yoktur. Ekliyor Locke: “Bireylere özgürlük veren sadece bu mülkiyettir.” Ama Locke özgür olabilmenin yeni koşulunu, bu hayati koşulu ekler; kişinin kendi iradesine uymadaki özgürlüğü artık “kişinin akla; kendi kendini yönetmesini sağlayacak yasayı vaz edebilmesini mümkün kılan akla sahip olmasında temellenir.”
Kamusal Yönetimin Hakiki Kaynağı, Kapsamı ve Ereğinde (.Essay Concerning the True Original, Extent, and End of Civil Government) Locke köleliğin “son derece alçak ve sefil bir in­sani durum” olduğunu öne sürer ve ekler; “ulusun ruhuna ve hayırlı mizacına o denli karşıttır ki”, “bırakın bir beyefendiyi, herhangi bir İngiliz’in bile bunu savunacağını düşünmek ne­redeyse imkânsızdır.” İnsanın doğal özgürlüğü burada mutlak, keyfi güçten gelen devredilemez özgürlüğü temsil ediyor. Diğer yandan köle ekonomisini meşrulaştırmak için görünen o ki bazı insanlardan akıllarını ve dolayısıyla özgürlüklerini soyup almak zorunluydu. Locke’da sorunlu olan yan onun şu düşüncesiydi; “insanın doğal durumu bir eşitlik durumudur; bu öyle bir du­rumdur ki onda tüm güç ve yargı hakkı karşılıklıdır, hiç kimse bunlara bir diğerinden daha fazla sahip değildir.” 

Locke un Latince şiirlerinden birinde, aşağı yukarı dediği gibi (değişen şeylerin değişmesi zorunludur), hem özel yaşamında Kraliyet Afrika Şirketinin sermayedarı olarak hem de kamusal yaşamında Carolinanm anayasa tasarısını hazırlayan kişi olarak onun özgürlük meselesindeki duruşu muğlaktır. Aslına bakılırsa Locke, insanın kendi kişiliği üzerindeki devredilemez haklarına dair inancıyla o dönemin acımasız gerçekliğini ancak kültürel ve entelektüel açıdan yeni bir “aşağı seviyede olma” kavramı yarat­mak ve köleleri toplum sözleşmesinin dışında tutmak suretiyle uzlaştırabilmişti.

Kaynak: Felsefi Masallar, Martin Kohen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2018.

FELSEFİ MASALLAR- Jean-Jacques Rousseau (1712-1778)


rousseau ile ilgili görsel sonucuDüzenbaz Rousseau (1712-1778)
Bertrand Russell’ın abidevi felsefe Tarih’indeki en ilginç ya­zılardan biri Rousseau üzerinedir. Gerçekten de, Russell tam bir Rousseau uzmanı gibi görünüyor. O, Rousseau’nun, “bugün filozof olarak adlandırdığımız” gibi biri olmadığı konusunda ısrar ediyor. Belki bir felsefeci, ama kesinlikle bir filozof değil. Böyle olmasına rağmen, (Russell günah çıkarıyor) Rousseau “felsefe üzerinde güçlü bir etki’ye sahipti ve “bir düşünür olarak onun değeri hakkındaki düşüncemiz ne olursa olsun, toplumsal bir güç olarak onun muazzam önemini kabul etmeliyiz.” Russell’ın çabucak toparladığı gibi, söz konusu etki, doğrudan Hitler’i do­ğuran “sahte-demokratik diktatörlüklerin politik felsefesinin icat edilişidir. Diğer yandan başkalarının Rousseau’yu liberte, egalite vefraternite ile ilişkilendirdiğini düşünün!
Hitler’in en sevdiği filozof kesinlikle Nietzsche idi. 1887 sonba­harında tuttuğu defterlerde, köleliliğin kaldırılmasına ve insanlara “eşit” şeyler olarak muamele edilmesini savunan yeni propa­gandaya feryat etmekle meşgul olan Nietzsche de Rousseaüyla ve onun insan doğasının iyiliği mefhumuyla mücadelesinden söz eder. Nietzsche, bu felsefenin “aristokrat kültüre duyulan nefref’ten doğduğunu bangır bangır ilan eder. Bunun tersine Russell, Rousseau’yusensibiliteile -hissi salt hesaplamanın üzerine yükselten yaşam biçimiyle- ilişkilendirir. Sensibilite Rousseau’yu romantizmin, yani şiirde, sanatta ve hatta felsefede geçerli olan;
kurnazca hesaplamaya karşı muazzam jestleri öven; deyiş yerin­deyse, sakin ama yararlı ineğe karşı kızgın, görkemli ama hakikaten yararsız kaplanı yeğleyen bu hareketin kurucu siması yapar.
                         FELSEFİ MASAL
Ağırbaşlı filozoflar için değilse bile, neyse ki tarihçiler için Rousseau’nun hikâyesi onun İtiraflarında, kendisi tarafından çok iyi anlatılmaktadır. Bu beyan ayrıntılı olarak tam bir kesinlik taşımasa da, en azından (anılarını kaydeden diğer birçok kişinin aksine) ilgi çekicidir. Rousseau itiraflarının gerçekten de en ilginç yönlerinden biri, bir insanın ne kadar kötü olabileceğine dair abartılı açıklamalardır. Onun kötülükleri, Aziz Augustinus’un gündelik yaşamın küçük ayrıntılarında (armut hırsızlığı, arka­daşının ölümüne üzülmek gibi gibi) bin bir zahmetle kötülüğü bulmak için çabaladığı ve kendini buna adadığı tuhaf tarzda değildir; daha çok (yaşayacak bir ev elde etmek için) tiksindirici şekilde bencilce Katolikliğe dönmüş “taklidi” yapması, ailenin hizmetçisini (kendi hırsızlığını gizlemek için) yalan yere suçla­ması ve sadece bir değil (hadi bu tesadüfen olsun), iki değil (bu da ihmalden olsun) tam beş çocuğunu birden sokağa atmasıdır.
Her kötülük eylemini rahat bir şekilde -hatta büyük bir büyülenmeyle- kabul eder. Yalandan din değiştirme (hayatının çeşitli aşamalarında ve her zaman parasal nedenlerle tekrarlanan bir süreç) olayı, amcasının yanında çıraklık yapmaktan kurtulmak için doğduğu yer olan, katı Kalvenizmin merkezi Cenevre’den kaçtığında gerçekleşmişti. Ahmak bir Katolik rahibi bulduğunda -söylenmesi gereken kutsal sözleri telaffuz ettiğini hatırlıyor- “en rezil bir haydutluk işine” ortak oluyormuş gibi hissetti.
Zavallı hizmetçi kıza iftira olayı papazla işini bitirdikten kısa bir süre sonra gerçekleşmişti. Zengin, aristokrak bir hanımın evi Rousseau’nun aklını çelmişti ve Rousseau kadından bir yüzünde şirin, gümüş bir madalyon olan kurdaleyi çalmıştı. Tepkisini, ortaya çıkarılması psikolojik açıdan ilginç olabilecek bir eylem olarak görür. Şöyle yazıyor Rousseau:
Benim için bu zalimlikten daha büyük bir kötülük yoktu ve zavallı kızı suçlamışsam, bu yaptığım çelişkili olsa da, nedeni ona olan sevgimdi.
O zaten hep aklımdaydı ve suçu aklıma ilk gelenin üzerine atmış bu­lundum.
Rousseau hikâyeyi tüm iğrenç ayrıntılarıyla anlatıyor. Ev sahibesi yeni ölmüştü ve o da kimsenin fark etmeyeceğini zannederek güzel bir şeyi araklamıştı. Ancak:
Hizmetçilerin sadakati ve Monsieur ve Madame Lorenzy nin envan­terdeki hiçbir eşyanın eksik olmaması için gösterdikleri uyanıklık sa­yesinde ortaya çıktı; uzun lafın kısası, Matmazel Pontal’a ait olan eski bir pembe ve gümüş kurdele dışında hiçbir şey eksik değildi. Daha değerli pek çok şeye ulaşabilecekken, beni sadece bu kurdele kışkırttı ve bende bu yüzden onu çaldım. Bu güzel ama değersiz şeyi gizlemek için büyük bir özen göstermediğimden durum kısa sürede ortaya çıktı; onlar da derhal bunu nereden aldığımı öğrenmek için ısrar etti­ler; afallamıştım, öylece dondum kaldım ama en sonunda biraz ser­semce Marionın verdiğini söyledim.
Sözlerini, “lezzetli et suyuna çorba” yapmak için mutfakta çalı­şan Maurienne li genç bir kız olan Marion u anlatarak sürdürüyor:
Marion yalnızca hoş değildi, o sadece dağlarda bulunabilecek tazelik ve canlılığa da sahipti, hepsinden öte tavrında tevazu ve sevimlilik vardı, ona sevgi duymamak mümkün değildi; sadece iyi bir kız değil bunun yanı sıra erdemli ve sıkı sıkıya sadakatliydi de ve hepsi onun adını duyduklarında çok şaşırmışlardı. Ama bana da onun kadar gü­veniyorlardı ve hangimizin hırsız olduğunu kanıtlamak için yargılama gerekiyordu. Marion, aralarında Kont de la Raqueün da bulunduğu kalabalık bir topluluğun huzuruna çıkarıldı. Oraya vardığında ona kurdeleyi gösterdiler, ben de küstahça onu suçladım, şaşırmış ve nutku tutulmuş bir şekilde kalakaldı ve bana şeytanı bile devirebilecek ama benim barbar kalbimin direndiği bir bakış attı.
Rousseau, tıpkı Augustinus gibi kendi kötülüğünde debele­niyordu.
En sonunda tüm bunları metanetle reddetti, bana, ama hiç öfkelenme­den, kendime gelmemi ve bana karşı hiçbir yanlışı olmamış masum bir kızı incitmememi öğütledi. Ben şeytani bir yüzsüzlükle, suçlama­larımı onayladım ve onun yüzüne baka baka bana kurdeleyi onun verdiğini söyledim. Bunun üzerine zavallı kız, gözyaşlarına boğularak şunları söyledi -“Ah, Rousseau! Senin iyi bir meşrebin olduğunu sa­nırdım -şimdi beni bedbaht ettin -ama yine de senin durumuna düş­meyeceğim.”
Onun ılımlı mizacı diyor Rousseau, “tahmin edeceğiniz gibi onun incinmesine neden olmuştu, bir tarafta şeytani bir pişkinlik, diğer taraftaysa melek gibi bir içsel yumuşaklık” En son karar olarak, vurdumduymazca; “masumun intikamını vicdan azabı alacak” diyerek ikisini de başlarından def ettiler, beri yandan Rousseau, kızın sonsuza kadar “kişiliğine her açıdan zulmedecek bir töhmet altında” olacağını düşünüyordu. Kız sadece hırsızlıkla suçlanmıyordu, bunun yanında hırsızlığa Rousseau'nun ayartısına kapılması nedeniyle itilmekle ve durum ortaya çıktığında bunu itiraf etmemekle, bu yüz karasıyla da suçlanıyordu.
Onu, bu büyük kötülükle darmadağın ederek içine düşürdüğüm ıstı­raba ve utanca bile aldırmıyorum [diyor Rousseau bencilce], onun yaşında biri için bu şekilde hor görülme ve masumiyetinin ayaklar altına alınması kim bilir nelere yol açacak? Heyhat! Onu üzmenin vicdan azabı dayanılmazken, onu kendimden daha kötü bir hale getir­me düşüncesinin ıstırabını da çekmeliyim. Bu hareketin acımasız ha­tıraları bazen beni çok rahatsız ve huzursuz ediyor, rahatsız uykularımda, sanki bu suçu dün işlemişim gibi zavallı kızın beni azar­ladığını görüyorum.
Elbette bunun dışında Rousseau pek de acı çekmedi. Neyse ki dünya böyle genç, yakışıklı düzenbazlarla arkadaş olmaya hevesli zengin, aristokrat kadınlarla doluydu. Rousseau sonraki on yılını Madam de Savoy’un evinde geçirdi ve zamanla kadının sevgilisi oluverdi hem de kadın ilk (eski) eşiyle hâlâ birlikte yaşarken. Aslında üçü birlikte gayet iyilerdi: Rousseau madama “Maman” diyordu ve kendisinin de yazdığı gibi kadının eski sevgilisinin kıyafetlerinin kendisine miras kalacağı günü iple çekiyordu.
Bazen uyukladığında, düşünde, zavallı kızın yatak odasına girip onu suçladığını görüyordu.
 
1743’te yine aristokratlarla bağlantı kartını oynayarak, Fransa’nın Venedik büyükelçisinin sekreteri olarak ilk defa doğru düzgün bir iş sahibi oldu. İki yıl sonra Paris’te zaman zaman kal­dığı bir otelde hizmetli olan Therese le Vasseur ile tanıştı. Russell, bu kadının neyinin ona çekici geldiğini kimsenin anlamadığını söylüyor ve herkesin onun “çirkin ve cahil” olduğu konusunda hemfikir olduğunu da ekliyor, ancak bunlar Rousseau’dan çok Russell’ın kendi düşünceleri. En azından sevginin rasyonel bir hesaplamanın kurallarına uyması gerekmiyor. Bununla birlikte, Rousseau Russell’ı destekleyecek şekilde, hayat arkadaşına karşı içinde hiçbir zaman aşk ateşinin yanmadığını yazıyordu, her ne kadar ona birkaç kelime yazmayı öğretse de kadın okumayı öğ­renemeyecek kadar aptaldı. Kadının annesi ve ailesi Rousseau’yu basitçe havadan gelen paranın kaynağı olarak kullanıyordu, ni­hayetinde kadın ona sadık da değildi, bilhassa ilerleyen zamanda “seyis yamakları’nın peşinden koşarken. Romantizmin kurucusu için ne de uygun bir ilişki.
Aynı mevzuyla ilgili bir hikâyede James Boswell, Rousseau’nun sevgilisini Fransa’dan İngiltere’ye onun yanma getirmeye gönüllü olduğu zaman, yolculuk boyunca gidecekleri yere varana kadar Therese’i bir değil tam on üç defa baştan çıkarma fırsatı buldu­ğunu anlatıyor. Bu durum bir İngiliz beyefendisini fena halde kusurlu gösteriyor ve belki de Rousseau’nun, Hume’un ona iltica konusundaki yardımına (bkz. “David Hume’un Pek Çok Yüzü”) ilişkin kuşkularında bunun da payı vardır, ancak en azından son­rasında Boswell Therese tarafından uygun bir dille azarlanmıştır; yatakta henüz toy olduğunu söylemişti kadın, gerçi sonrasında ona ders vermeyi teklif etmişti.
Şimdiye kadarkiler önemsizdi. Ancak 38 yaşına geldiğinde, filozoflar bir yana, felsefecilerin standardına göre bile geç bir za­manda Rousseau aniden derin bir iç görü dönemine girdi. Bu hali tahrik eden olay ise Rousseau’nun Dijon Akademisi tarafından “Sanat ve bilimin insanlığa yararı dokundu mu?” konusunda ödüllü bir deneme yazısı için açılan bir ilanı görmesiydi.
Aklına yağan fikirler sağanağı onu allak bullak etti. Rousseau kendi küçük odasında akademiye zehir zemberek şöyle yazdı: Bilim, edebiyat, sanat hepsi “kötüydü. Bunlar temel değil, ahla­kı içten kemiren asittiler. Savaşa, köleliğe ve işgale götüren elde etme kültürüne, tatmin edilmemiş arzular kültürüne katkıda bulundular. Her bilgi dizisi bir günahtan türemiştir; geometri açgözlülükten, fizik kibir ve boş meraktan, astronomi ise batıl inançtan. Bizzat etiğin kökleri de gururdadır.
Bilim insanları, kurtarıcımız olmaları bir yana, dünyayı mah­vediyorlar, ayrıca her türden ilerleme kavramı geçmişin sağlıklı, basit ve dengeli yaşamlarından uzaklaştıkça serpilen bir yanıl­samadır. Bilimler Üzerine Söylev (Discours sur les Sciences et les arts) tüm bunlar yerine, iki bin yıl önce Platon un savunduğu, aslında eski Spartanın “basit yaşam”ı olan bir toplum çeşidini saygıyla selamlar.
Bu deneme, dönemin bayat tartışmalarına yeni bir soluk ge­tirmişti ve daha da şaşırtıcı olansa Rousseau’nun ödülü kazanmasıydı. Ödülü kazanması onu, kimsenin tanımadığı birinden ünlü birine dönüştürdü, denemenin yazarı olarak sunduğu görüşlerine daha uygun düşen yeni davranış kalıpları benimsedi. Kırsal­da sessizce derin düşüncelere dalma sevdalısı ve uzun yürüyüş tutkunu oluverdi, tüm entelektüel bilgiçlikten ve teknolojiden kaçındı. Artık zamanı bilmeye ihtiyacı olmadığını söyleyerek saatini bile sattı.
Eşitsizlik Üzerine (Discours sur ibriğine et les fondements de l’inegalite parmi les hommes) başlıklı, önceki denemenin devamı mahiyetindeki bir eser yazdı, ancak her bir parçası tartışmaya yol açacak olsa da eser ne yazık ki ödülü kazanamadı. Eser insanın doğal olarak iyi olduğunu, ancak onu kötü yapanın kurumlar oldu­ğunu açıklar. Bu görüş, tüm Katolik ve Protestan tonları da dahil olmak üzere, her şeye kadir Kiliseyi gücendireceği tahmin edilen bir görüştür. Burada Rousseau, tıpkı Thomas Hobbes gibi, dev­letin kendi düzenini sadece kendisi üzerinde kurabileceği belirli “doğa yasaları’nı ortaya çıkarmak için farazi bir “doğa durumu” kullanır. Yine Hobbes’ta olduğu gibi o da, insanların sağlık, zekâ, güç vb gibi belirgin farklılıkları kabul edildiğinde dahi esasen eşit olduklarını söyler. Ancak toplumda görülen farklılıklar; yaşam tarzlarımızdaki aşırı dereceden eşitsizlik, bazılarının fazla tem­bel olması ve bazılarının da aşırı çalışması, iştihalarımız ve hisleri­mizin uyarılmasındaki ve doyurulmasındaki kolaylık, zenginlerin -kendilerini kışkırtan ve hazımsızlıkla kavrandıran, en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş- yiyecekleri, fakirlerinse -sıkça mahrum kaldıkla­rı ve bu yüzden fırsatını bulunca oburca yedikleri- kötü yiyecekleri, şu uzun geceler, her türden aşırılık, tutkuların ölçüsüz taşkınlığı, bit­kinlik ve zihinsel yorgunluk, her sınıftan insanın mustarip olduğu haddi hesabı olmayan keder ve kaygı, insan ruhuna her daim işkence eden bu şeyler;-tüm bu şeylerin bir başka kökeni, doğal olmayan bir kökeni vardır. Eşitsizliğin kaynağı özel mülkiyet kurumudur. Ünlü ifa­desiyle şöyle der Rousseau; “bir toprak parçasını çitle çeviren, ‘bu benimdir’ demeyi akıl eden ve kendisine inanacak kadar saf insanları bulan ilk kişi medeni toplumun gerçek kurucusuydu.” Aslında, Marx’ın Komünist Manifesto'nun en önüne koymak üzere ödünç aldığı bir başka unutulmaz söz; “İnsan özgür doğar oysa her yerde zincire vurulmuştur” sözü de Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi (Du contrat social ou Principes du droitpolitique) adlı eserinden geliyor.
En iyisi, der Rousseau, insanların sosyal statüleriyle de ser­vetleriyle de değerlendirilmemesidir; insanlar bunun yerine, hepsinin pay aldığı ilahi kıvılcımla, “doğal insan’ın ebedi ruhuyla değerlendirilmelidir.
Hem Toplum Sözleşmesinde hem de İnsanlar Arasındaki Eşit­sizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine’de, Rousseau insanın doğa durumunda, Hobbes’un tarif ettiği gibi açgözlü veya korkunç olmaktan uzak bir şekilde aslında barışçıl ve hoşnut bir halde, tam bir özgürlük içinde yaşadığını savunuyor. Bu üç öğeli bir özgürlüktür. İlki özgür irade, İkincisi hukuki özgürlük (hiçbir yasa olmadığı için), üçüncüsü ise kişisel özgürlük. Bu sonuncusu en önemlisidir.
Rousseau, ilk insanların hayvanlar gibi yaşadığını söylüyor. Bunun, hiçbir şekilde aşağılayıcı bir anlamda olmadığını, sadece ilk insanların fiziksel ihtiyaçlarını basit bir şekilde karşılamaya çalıştıkları anlamına geldiğini söylüyor. Onların ne konuşmaya, ne kavramlara ve -kesinlikle- ne de mülkiyete ihtiyaçları vardı. Rousseau, hem Hobbes hem de Locke’un tasvirlerinin çoğunun, mülkiyet hakkının icadından önceki doğa durumuna değil, mülk sahipliğinin yürürlükte olduğu bir topluma ait olduğuna dikkat çekiyor. Bunu anladığımızda “bir insanı filozof yapmak için önce onu bir insan yapmak” zorunda değiliz. İnsanlar bir yere yerleşip içinde yaşayacakları barakalar inşa ettiklerinde (onun düşüncesine göre) ilk defa mülkiyet duygusuna sahip olurlar. Hatta cinsel birliktelik, diyor Rousseau pragmatikçe (ayrıca kendi deneyimlerini yansıtırcasına), en azından doğacak çocuklar düşünülürse, deneyimlenir deneyimlenmez unutula­cak şehvetli bir hadise olmanın ötesindedir ve hiçbir temellük iması taşımaz.
Ona göre bu ilkel durum, sonra gelen durumlara göre daha üstündür, oysa Voltaire göre (“dört ayak üstünde yürümek gerektiğinden şikâyet eder) öyle değildir. Rousseau bu değişimi, öz-bilincin gelişmesiyle ve buna bağlı olarak özel mülkiyet arzusuyla açıklıyor. Bu noktada Hobbes un ünlü “herkesin herkesle savaşı” iddiasını kabul eden Rousseau’ya göre toplum, insanların farklı ekonomik çıkarlarına göre birbirlerinden nefret etmesini zorunlu kılar. Ama Hobbes’un toplumsal sözleşme dediği şey, diye itiraz ediyor Rousseau, aslında zenginlerce yapılmış bir fakir aldatma hilesidir. Ama öte yandan zenginler bu durumda kendi yollarından saptıkları ve doğanın ahengiyle bağlantılarını giderek kopardıkları için söz konusu sözleşmenin onlara da hiç mi hiç yararı yoktur. Zenginler böylece, tıpkı kendi altlarına ittikleri fakirler gibi, kendilerine en münasip olan durumun ötesine -hiç de gerekmezken- geçmiş oldular.
Rousseau bunlar yerine, aklın vargısından önce geldikleri söylenebilecek, iki yasa veya ilke önerir. İlki, kendimizi koruma ve kendi iyiliğimize yönelik güçlü ilgi; İkincisi, herhangi bir du­yarlı canlının yok olması ya da acı çekmesine, özellikle de kendi türümüzdense, duyulan doğal nefrettir. Kendi hayatım sorarsanız, ilk ilkenin ne kadar da doğru olduğunu fazlasıyla yansıtır. İkin­cisini örneklerken romantik bir biçimde, sığırların kesimhaneye girerken ki “hazin böğürmelerini ve hayvanların kendi türünden ölmüş bir hayvanın yanından geçerken ki “ürperişlerini hatırla­tıyor Rousseau. Doğal insan bir başka insanı ancak kendi iyiliği için gerekli olduğunda incitebilir.
Rousseau, mağdurlar için endişeleniyormuş gibi yaparak as­lında kendi kazanmalarını korumaya çalışan zenginler tarafından hazırlanan toplum sözleşmesinin alaycı bir portresini çiziyor. Haydi birlik olalım, diyor servet sahipleri, güçsüzleri zulümden korumak, her birimizin sahip olduğu şeyleri güvence altına almak, istisnasız herkesi bağlayan bir adalet ve barış sistemini yaratmak için. Rousseau, medeni hukuktaki bu açıklamanın, başka türde bir evrensel toplum sözleşmesini varsayan filozofların sundu­ğundan daha ikna edici olduğunu düşünüyor, çünkü ona göre, yoksullar sadece tek bir şeye sahip -özgürlüklerine- ve hiçbir şey kazanmadan, gönüllü olarak bu değişim içine girmek mutlak bir aptallık olarak görülebilir. Diğer yandan, zengin için bu oldukça kazançlıdır.
Gerçekte insan toplumu, çıkarların çatışmasıyla orantılı olarak insanların birbirlerinden nefret etmelerine yol açar. İnsanlar aslında diğerlerini sömürmeye ve ezmeye çalışırken, sanki onlara hizmet ediyormuş gibi yaparlar. Cinayetleri, ze­hirlemeleri, yol kesmeleri ve bu suçların cezalarını mülkiyet kurumuna ve dolayısıyla topluma atfetmeliyiz. Bireysel düzeyde durum böyle. Ulusal ölçekteyse, doğa durumunda neredeyse hiç bulunmayan eşitsizlik, “mülkiyet kurumu ve yasalar aracı­lığıyla sabitlenir ve meşrulaştırılır.” Toplum kaçınılmaz olarak, tiranlığa ve herkes de yeni baştan kölelere dönüştüğü zaman döngü tamamlanır, çünkü tüm bireyler bir hiç olduklarında tekrar eşit olurlar. Diğer yandan medeni insan her zaman, daha zahmetli işler arayışıyla, bu daimi arayışla kendine işkence eder, “ölümsüzlüğü elde etmek için yaşamdan vazgeçerek” kendi ölümüne çalışır. Gerçekte medeni toplum, neredeyse tümüyle sızlanan ve birçoğunun kendi yaşamından mahrum bırakıldığı insanlardan meydana gelen bir toplumdur. Mülkiyet sahipliği ve kapitalizmin mantığı budur.
Söz konusu çatışmayla baş etmenin tek bir yolu vardır; ege­menle halkın çıkarı bir ve aynı olmalı, “sivil makinenin tüm hareketleri’nin egemen ve halk için bir ve aynı olan ortak mutlu­luğu teşvik etmesi teminat altına alınmış olmalıdır. Halk egemen olmalıdır.
Böylece Rousseau, felsefede, otoriteye yönelik uzun süredir devam eden felsefi arayıştan “özgürlüğün” belirsizliklerine doğru gerçekleşen radikal bir değişimi işaret eder. 18. yüzyılın sonlarına doğru dünyanın yeni bakış açılarına ihtiyacı vardı, Rousseau nun da, kişisel aristokrat iddialarına rağmen yazılarında değerleri tersine döndürmeyi önerdiği görülür. Pek çok kişi bu yazılar­dan büyülenmiş ve ilham almıştır. Elbette bu görüşler diğer pek çokları tarafından da lanetlenmişti. Dr. Johnson, Rousseau ve destekçileri için, “hakikat onlara artık daha fazla süt vermeyen bir inek, bu yüzden boğayı sağıyorlar” demişti. Voltaire, hususi olarak yazardan eserin bir nüshasını aldıktan sonra, yorumunu soran yazara cevap olarak aceleyle şunları yazdı:
"İnsan ırkına karşı olan yeni kitabınız henüz elime geçti, bunun için size teşekkür ederim. Hepimizi birer aptal gibi göstermek asla bundan daha zekice tasarlanamazdı. Yalnız kitabınızı okumak için dört ayak üzerin­de durmak gerekli. Ancak böyle bir alışkanlığı altmış yıldan daha uzun bir süre önce yitirdiğim için, maalesef kitabı okumaya devam edeme­menin mutsuzluğunu hissediyorum."
1754 yılında, artık ünlü biriyken Rousseau, o zamanlar küçük bağımsız bir devlet ve doğduğu yer olan Cenevre’ye dönmeye ve "vatandaş” olmaya davet edildi. Rousseau bunu memnuniyetle karşıladı ve tekrar Kalvenizm’e döndü. Hem İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine hem de Toplum Sözleş­mesi bu küçük devleti yöneten “Cenevre’nin özgür yurttaşlarına ve Muhteşem, En Onurlu Lordları’na ithaf edilmiştir.
Ancak Cenevre’nin değerbilmez burjuvalarıyla ilişkileri kısa sürede bozulmuştu, bunun nedeni kısmen, neredeyse tüm kül­türel faaliyetlerin tutucu Protestanlıktan dolayı yasak olmasına rağmen orada yaşayan Voltaire’di. Voltaire, oyunlarının sahne­lenmesine yönelik yasağı kaldırtmaya çalıştığında Rousseau (ki Paris’te yaşadığı dönem, kendisi de oldukça takdir edilen bir operayı, Le Devin du village\ yazmasına rağmen) tiyatronun doğaya ve erdeme aykırı olduğu hükmünü bildirmek için şehre geldi. E bugün sana yarın bana. Zira aynı şekilde, kamu ahlakını yozlaştırmakla suçlanan Toplum Sözleşmesi, Rousseau’nun eğitim hakkındaki idealist eseri Emile ile birlikte 1762 yılında Cenevre Şehir Meydanında alenen yakıldı.
Rousseau’nun ölümü, muhalifi Voltaire ile aynı yılda, 1778’de, muhtemelen kendi elinden oldu ve Rousseau ölürken kesinlikle üzgün ve yalnız bir durumdaydı. Goethe’nin söylediği gibi: Voltaire ile bir çağ sona erdi ve Rousseau ile yeni bir çağ başlıyor.

Kaynak: Felsefi Masallar, Martin Kohen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2018.