13 Kasım 2025 Perşembe

NIETZSCHE’YI ANLAYABİLMEK İÇİN ÜÇ ANAHTAR

 



Son birkaç aydır filozof Luc Ferry'nin Nietzsche sesli derslerini çevirme uğraşındayım. Bir filozofu her ne kadar yeterince tanıdığımızı düşünsek de onun üzerine yazmak ya da yazılanları çevirmek İnsanı Sokrates'in "Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir" dediği sıfır noktasına kadar götürebiliyor.

Ama olsun, bildiğimizi sandığımız şeyin gerçek derinliğini keşfedip cehaletimizle yüzleşmek oldukça faydalı bir deneyim. Bir de bu derinliğe doğru üç beş kulaç atıp yeni şeyler Öğrenmek de cabası!

Ferry, derslerinin başında Nietzsche'yi okuyup anlayabilmek için üç önemli anahtar olduğunu söylüyor. Ona göre Nietzsche'nin sıklıkla yanlış yorumlanmasının sebebi bu üç anahtar olmadan onun eserlerine giriş yapılmaya çalışılması. Çünkü Alman filozof bizim bugün hâlâ kullandığımız kelimelere bambaşka anlamlar yüklüyor, örneğin Nietzsche'nin "nihilizm" kavramını kelimenin bugünkü “hiçbir şeye İnanmamak anlamıyla ele alırsanız çıkmaz yollara sapabilirsiniz.

Neden olduğunu Ferry’nin verdiği bu üç anahtarla açıklamaya çalışayım.


İlk anahtar: Nietzsche güçlü kanılara sahip olan, aşkın değerlere inanan kişiye "nihilist" der. İlk bakışta bir yanlışlık olduğunu düşünebilirsiniz, çünkü bizim bugün kullandığımız nihilizm kavramının anlamı bunun tam tersidir. Ancak Nietzsche'nin felsefesi bağlamında nihilist, ideal olan uğruna gerçekliği reddeden kişidir. Bu profilin en önemli örneği Hristiyan’dır elbette; çünkü gelecekteki cennet ideali uğruna şimdi ve burada olanı reddeder. Ancak Nietzschelaik hatta ateist idealleri de dinin nihilist yapısına dahil eder. Sözgelimi komünist de eşitlik ideali dolayısıyla gerçeklikle uzlaşamaz. Şimdi ve burada olan yerine zihnimizi gelecekteki soyut bir tasarıya sürükleyerek gerçekliği inkâr etmemize sebep olan her tür ideal nihilizme açılan bir kapıdır. Bunun adı Hristiyanlık da olabilir, komünizm dc, Platonun idealar dünyası da olabilir demokrasi de.

Nietzsche’nin felsefi projesi onun "putlar" dediği bu idealleri çekiçle kırmaya, yani bu İdeallerin "yapı sökümünü" yapmaya dayalıdır. Filozofun en anlaşılır kitaplarından Putların Alacakaranlığı alt başlığı da “Ya da Çekiçle Felsefe Yapmanın Yolları” - işte bu bakış açısıyla okunabilir.

İkinci anahtar: Nietzsche’nin meşhut "Tanrı’nın ölümü" ifadesi yalnızca dinimin değil Platondan Marx’a kadar Batı'nın tüm ahlaki sistemlerinin çöküşünü ifade eder. Bir diğer Alman düşünür Max Weberin "dünyanın büyüsünün bozulması" kavramını hatırlayabiliriz burada. "Tanrı'nın ölümü" yalnızca tek tanrılı dinlerin değil, Nietzche’nin din kategorisinde degerlendirdiği ve bize aşkın değerler aşılayan diğer tüm ideallerinin de sonudur.

 

Üçüncü ve belki de en önemli anahtar; Nietzsche'nin çekiciyle tüm putları. İdeallerini yerle bir etmesi onu kinizme, yani kelimenin bugünkü anlamıyla nihilizme götürmez. Nietzsche tüm idealini parçaladıktan sonra yeni bir ideal icat etmez, çünkü eğer öyle yapsaydı bizi gerçeklikten uzaklaştıran yeni bir put dikmiş olurdu. Ve onunda kırılması gerekirdi. Onun yerine Antik Yunan bilgeliğinin içkin felsefesiyle bağ kurarak şimdi ve burada olana odaklanan amor fati ilkesini benimser. Amor Fati-gerçeklikle bağını koparan aşkın ideallerini bırak ve- "kaderini sev" demektir Buna güre bilge kişi, geçmiş nostaljisinden, suçluluk duygusundan ve geleceğe dair her tür kaygıdan arınmış, şimdi ve burada olanı sevebilen kişidir.

Dünyayı daha iyi bir yer hâline getirmeye çalışmaz. Dünyayla kavga etmez, olduğu hâliyle dünyayı kucaklamayı bilir. Bir denge, dinginlik, uzlaşma hâlidir amor fati.

 

İşte Luc Ferry bu üç anahtarı verdikten sonra üç buçuk saatlik dersinde Nietzsche'nin soy bilime dayalı teorisini çözümleyerek işe başlıyor. Soma güçlerin çatışmasından ibaret dünyamızda Alınan filozofun bize ne tür bir ablak vazettiğini tartışıyor, son bolümde "kurtuluş öğretisi olmasa da Nietzche’nin kurtuluşu nerede aradığı meselesiyle konuşmasını tamamlıyor. Biz de bu vesileyle zor bir filozofu anlaşılır bir dille aktarmayı başaran Luc Ferry'ye "nefesine sağlık" diyelim ve Batı felsefesinin tüm ideallerini hallaç pamuğu gibi bir köşeye fırlatan Nietzche'ye en ileri saygılarımızı sunalım.

İlker Kocael -Ot Dergisi- Aralık 2025

3 Kasım 2025 Pazartesi

Bildiğimiz dünyanın beş yıl ömrü kaldı

 

Dr. Ece Kamar: 5 yıl içinde, kişisel YZ asistanlarımız ihtiyacımızı anlayıp 



Dr. Ece Kamar’ın anlattıkları gerçekten heyecan verici: Bugünkü sistemler hâlâ komut bekliyor. “Bana şu kitabı bul” diyoruz, o da yapıyor. Bir sonraki aşamada, “proaktif” sistemler ortaya çıkacak. Hepimizin birer kişisel asistanı olacak. Biz daha ihtiyacımızı fark etmeden, bize yardım edebilecekler. Mesela kişisel asistanınız, e-ticaret ajanıyla konuşup size uygun ürünü bulacak. Ya da ajandanızdaki görüşme için gerekli raporu hazırlayacak. Bu sistemler bugünkü ekonomiyi baştan yaratacak. Şu anda gördüğünüz araçlar, teknoloji şirketleri, aplikasyonlar… Bunların çoğu tarihe karışacak


İçimden bu yazıya şöyle başlamak geldi: Türkiye Ece Kamar’ı tanımalı. Öğrenciler, iş dünyası, devlet bu konuma gelmiş ve şu anda dünyada büyük değişim yaratan yapay zeka ile ilgili gelişmeleri en yakından bilen ve bu çalışmalara öncülük eden Türk bilim insanı Ece Kamar’ı dinlemeli, onun yön göstericiliğinde değişimin parçası olmalıyız.

Ece Kamar 1983 İzmir doğumlu. Bornova Anadolu Lisesi, İzmir Fen Lisesi ve ardından da Sabancı Üniversitesi’nde Bilgisayar Bilimi ve Mühendisliği eğitimi aldı. Harvard’daki doktora sürecinde yapay zeka alanının önemli isimlerinden Prof. Barbara Grosz ile tanıştı ve kariyerini bu alanda yapmaya karar verdi. 2007’den bu yana Microsoft’ta çalışan Kamar, son yıllarda çalışmalarını yapay zekanın doğru karar vermesine odakladı. Kamar’ın patentli araştırmaları Microsoft ürünlerinde kullanılıyor. Teknoloji devinde yapay zeka üzerine en ileri araştırmalara imza atan Ece Kamar geçen hafta İstanbul’daydı. Microsoft ofisinde buluştuk.

Önce sizi tanıtmak isterim. Nerede doğdunuz, nasıl bir eğitim aldınız?

Türkiye’de insanlar, özellikle de kız çocukları büyürken önlerinde çok az rol model görüyorlar. Benim hikayem aslında tam da bununla ilgili. Önüme çıkan fırsatları değerlendirerek, eğitime emek vererek ilerledim. Eğer bir kız çocuğu bu hikayeyi okur da “Çok çalışıp bir yerlere gelebilirim” derse, işte o zaman amacıma ulaşmış olurum. Ben eğitimci bir aileden geliyorum. Annem ortaokul öğretmeniydi, babam mühendis. İzmirliyim, Bornova Anadolu Lisesi’nde, devletin en iyi okullarında okudum. Bornova Anadolu Lisesi’nden sonra İzmir Fen Lisesi’nde sağlam bir bilim ve matematik temelli eğitim aldım. Üniversitede Sabancı Üniversitesi’ni tercih ettim. Orada büyük bir avantajımız vardı, daha ikinci sınıfta araştırma yapmaya başladık. Çok iyi hocalarımız oldu; Aytül Erçil ve Cem Ermanoğlu gibi isimlerle bilimin ve araştırmanın temellerini öğrendik.

İnsan hayatını değiştirmek için

Aytül Erçil’i yakından tanıyorum. Öncü bir kadın…

Kesinlikle.

Sizi Harvard'a götüren süreç böylece başladı diyebiliriz sanırım.

İyi eğitim tabii ki önemliydi, ama fırsatları kullanmak daha da önemliydi. Bizim orada araştırmaya girme şansımız vardı ama gidip o fırsatı istemek gerekiyordu. Ben de hocalarıma “Sizinle çalışabilir miyim?” diye sordum. O adım Harvard’ın yolunu açtı. 2005’te Harvard Üniversitesi’nde doktoraya başladım. Doktoram bugün çok tartışılan bir konu üzerineydi: “Yapay zeka ajanları”. Yani insanlara yardım edebilen, otonom şekilde çalışan sistemler. O zamanlar bu alan çok yeni ve bilinmezdi. Harvard bu alanın öncüsüydü ve bu çalışmaları yapan isimlerle çalışma fırsatlarım oldu. Bizim amacımız, insan hayatını kolaylaştırabilecek sistemler tasarlamaktı. Bu da beni çok heyecanlandırdı.

Bizim son dönemde konuştuğumuz şeyler üzerinde siz yıllar önce çalışmalar yapmaya başlamışsınız. Ve esas dönüştürücü değişim de son 3-4 yılda oldu diye düşünüyorum…

Bu alanlarda çalışırken hayal ettiğimiz bir çok sistem vardı. Yapay zekanın bir gün gerçekten insan hayatını ve toplumu iyi yönde değiştirebilme potansiyelini gördüğüm için zaten o alanda 20 yıl önce çalışmaya başladım.

Peki sizi bu kadar yıl bu alanda tutan neydi? Sizi hep yeniden araştırmaya yönlendiren temel motivasyon ne oldu?

İnsan hayatını güzel bir şekilde değiştirmek. Aslında hepimizin amacı bu. Hastaneye gittiğinizde, eğitim sistemine baktığınızda, hatta gündelik hizmetlerde bile mevcut sistemlerin sınırlarını görüyorsunuz. Kısıtlı kaynaklarla, sınırlı bilgiyle yaşıyoruz. Doktora dönemimde yaptığım araştırmalardan biri, Stanford Çocuk Hastanesi’yle birlikte yürüttüğümüz bir projeydi. Kronik hastalığı olan çocuklara daha iyi hizmet vermek için çalışıyorduk. Fark ettik ki bu çocukların çevresinde onlara destek veren çok büyük bir ağ var; doktorlar, hemşireler, araştırmacılar, terapistler, öğretmenler… Ama bu insanlar arasında iletişim kopukluğu olabiliyor. Bir doktorun verdiği ilaç, başka bir uzmanın tedavisiyle çakışabiliyor ve çocuk acile gidebiliyor. Çünkü bu bilgileri birbirine bağlayacak sistemlerimiz yoktu. Biz o zaman “Bu koordinasyonu sağlayacak sistemleri nasıl tasarlarız” diye sormaya başladık. 20 yıl önce hayalini kurduğumuz sistem bugün artık mümkün. Microsoft CEO’su Satya Nadella kısa süre önce benzer bir sistemi dünyaya tanıttı. O an, yıllardır neden bu alanda olduğumu hatırladım. Çünkü teknoloji doğru kullanıldığında hayatları iyileştirebilir.

Bilmediğimiz için korkuyoruz

Yapay zekanın geldiği noktayı nasıl tanımlarsınız? Gerçekten bir “devrim” mi bu? Hatta Sanayi Devrimi’nden sonraki en büyük değişim, dönüşüm diyenler var, siz ne dersiniz?

Bence insanlığın yaşadığı en büyük dönüşümlerden birinin eşiğindeyiz, en büyük transformasyonlarından birini yaşayacağımız bir döneme giriyoruz. Yapay zeka modelleri şu anda neredeyse elektrik kadar temel bir teknoloji olarak karşımıza çıkıyor. Üretebileceğimiz sistemlerin sınırı yok. Sağlıktan enerjiye, eğitimden iletişime, hatta hayvan eğitimine kadar hayatın her alanını dönüştürebilecek güçte. Bugün GPT-4, GPT-5 ya da Gemini gibi modeller, belirli bir amaca hizmet etmekle kalmıyor, hayatın tamamını etkileyebilecek kapasiteye sahipler. Artık bir arama motorundan çok öteye geçen bir döneme girdik. Yapay zeka, internetin ya da elektriğin yaptığı gibi toplumu baştan şekillendirecek.

Bu alanda çalışırken sormaktan vazgeçmediğiniz temel soru ne?

İnsan hayatını daha iyi hale getirme arzusu, hep bunu sorguladım.

Şimdilerde yapay zeka ile ilgili korkularımız da var. Nereye varacağını kestiremiyoruz biz normal insanlar. Sizce insanlar neden yapay zekadan korkuyor? Korkmalı mıyız?

Bilmediğimiz şeylerden korkmamız çok doğal. Bir de elinizde bu kadar güçlü bir araç olduğunda, onun nasıl kullanılacağına dair endişeler kaçınılmaz. Ben 15 yıldır “sorumlu yapay zeka” alanında çalışıyorum. Sistemler daha basitken bile kötüye kullanım risklerini araştırıyorduk. Önyargı ve hatalarla ilgili büyük bir literatür var.

Azınlıklar, kadınlar, çocuklarla ilgili tehditler… Kadınları, azınlıkları ya da belirli grupları dışlayan örnekler yaşandı.

Biz bu önyargıları azaltmak için yıllardır teknikler geliştiriyoruz. Ama asıl mesele şu: Yapay zekayı geliştirmek kadar, onu nasıl ve kim için geliştirdiğimiz de önemli. Bu yüzden teknoloji kadar, etik ve yönetişim alanında da yenilik gerekiyor. Artık yalnızca bir yazılım geliştirmiyoruz; toplumsal bir etki inşa ediyoruz.

YZ'de halüsinasyon problemi var...

Geldiğimiz noktada yapay zeka insan yaratıcılığının önüne mi geçiyor? Yapay Zeka bizlerin verileriyle, veri zenginliğiyle ilerlerken artık farklı bir boyuta mı geldi? Kapalı kutu gibi biraz da…

Haklısınız. Eskiden bir sistemi adım adım biz tarif ederdik: “Şunu yap, bunu yap.” Şimdi ise sistemlere milyonlarca veri veriyoruz ve “Bunlardan öğren” diyoruz. Sonra ne öğrendiğini dışarıdan gözlemliyoruz. Bu sistemlerin nasıl düşündüğünü tam olarak anlamıyoruz.

İşte bu yüzden insanlar bazen “kontrol elimizden gidiyor” duygusuna kapılıyor. Bir diğer mesele de hız. 2010’ların ortasından itibaren derin öğrenme (deep learning) ile hız kazanan yapay zeka, özellikle GPT-4 sonrası muazzam bir ivme yakaladı. Ben 20 yıldır bu alandayım ama bu sistemlerin 2–3 yıl sonra nerede olacağını tam olarak kimse bilmiyor. İşte bu belirsizlik de doğal bir tedirginlik yaratıyor.

Microsoft’ta yapay zekanın etik tarafında çalışıyorsunuz. Bu kadar hızlı ilerleyen bir teknolojide etik sınırlar nasıl korunacak?

Bu alanda en önemli şey farkındalık ve sorumluluk. Geliştirdiğimiz sistemlerin mükemmel olmadığını biliyoruz ama eksiklerini anlamak için elimizde birçok araç var. Yapay zeka ürünleri dünyaya çıkmadan önce her yönden test ediliyor; neyi iyi yapıyor, nerede zayıf, hangi önyargılara açık? Bu zayıflıkları anladıktan sonra teknik çözümlerle sistemleri iyileştiriyoruz. Örneğin yapay zekalarda “halüsinasyon” dediğimiz bir problem var. Sistem bazen hayal gücünü kullanıp yanlış bilgi üretebiliyor.

Yapay zeka terapist değil

Yani net yanlış yapıyor, yaptırıyor!

Biz buna “halüsinasyon” diyoruz çünkü sistem gerçeği çarpıtmadan, kendi tahminini “doğruymuş” gibi söylüyor. Bu nedenle, bu sistemleri “gerçek bilgi isteyen” ve “hayal gücü isteyen” alanlar için ayrı ayrı eğitiyoruz.

Bazı insanlar derdini anlatmak için yapay zekaya başvuruyor. Bir duygusal zeka, bir empati kapasitesi gelişiyor mu bu sistemlerde?

Empati göstermekle empatik davranışı taklit etmek arasında fark var. Ben, yapay zekanın insan duygularını anladığını düşünmüyorum. Ama insan verisinden öğrendiği için empatik davranışı çok iyi taklit ediyor. İnsanın duygusal reflekslerinden öğreniyor çünkü.

Bu konuda Microsoft’ta neler yapılıyor?

Microsoft Research’ta 2 binden fazla araştırmacı var; bir kısmı bu konular üzerinde çalışıyor. Yapay zekanın ruhsal sağlıkta ne kadar faydalı olabileceği ve nerelerde risk yaratabileceği üzerine araştırmalar yürütülüyor. Bazı insanlar bir sistemle konuşmayı, bir insanla konuşmaktan daha kolay bulabiliyor. Ama biz araştırmacılar, her zaman “Bu nerede sorun yaratabilir” diye sormak zorundayız. Yapay zeka bir terapist değil. Bu farkın net çizilmesi çok önemli.

Yapay zekanın tıp, hukuk, eğitim gibi alanlarda etkili olacağını görüyoruz. Birkaç örnekle anlatır mısınız, hayatımız nasıl dönüşecek?

3–5 yıl içinde her şey çok farklı olacak. Eğitimden sağlığa, alışverişten iş hayatına kadar her alan değişecek. Yapay zekanın en güçlü yönü kişiselleştirme. Şu anda herkes aynı hizmeti alıyor, neredeyse dünyanın her yerinde böyle. Aynı okul, aynı ders, aynı reklam, aynı içerikle yetişiyoruz, yaşıyoruz. Ama birbirimizden çok farklıyız. Benim oğlum mesela klasik tahtada anlatılan derslerle ilgilenmiyor. Ama yapay zekayla onun ilgisini çekecek bir öğrenme deneyimi yaratabiliyorum. Bugün bazı sistemler, bir çocuğun adına özel hikaye kitapları yazabiliyor. Hikayedeki karakterler çocuğa, öğretmenine, hatta arkadaşlarına benziyor. Ve çocuk o kitabı her gece okumak istiyor çünkü kendini o hikayede görüyor. Bu, kişiselleştirmenin ilk adımı. Aynı şey sağlıkta, seyahatte, perakendede de olacak. Bir yapay zeka asistanı; sizin beğenilerinizi, programınızı, tercihlerinizi öğrenecek. Size özel öneriler yapacak. Bir etkinlik davetiniz varsa, ajandanızdaki tarihi bilecek, size uygun kıyafeti önerecek, hatta rezervasyonu sizin adınıza yapacak. Bugün henüz bu sistemler arasında tam bağlantı yok ama çok yakınız.

(Fotoğraf: Abdullah Tepeli)

 

Proaktif yapay zeka ajanları

Bu sistemler gelecekte bizden habersiz karar mı verecek? Doğru anlıyorum değil mi?

Henüz değil ama o yöne gidiyoruz. Bugünkü sistemler hâlâ komut bekliyor. Biz “Git bana şu kitabı bul” diyoruz, o da yapıyor. Ama bir sonraki aşamada, “proaktif” dediğimiz sistemler ortaya çıkacak. Yani daha biz ihtiyacımızı fark etmeden, bize yardım edebilecekler. Bu sistemlerin aynı anda birbirleriyle konuşabildiği bir dönem başlıyor. Mesela sizin kişisel asistanınız, e-ticaret ajanıyla konuşup sizin için uygun ürünü bulacak. Ya da ajandanızdaki görüşme için gerekli bilgileri otomatik olarak hazırlayacak. Bu tarz sistemler de şu anki ekonomiyi baştan yaratan sistemler olacak. Evet, çok yıkıcı aslında bir taraftan da. Yani şu anda gördüğünüz araçlar teknoloji şirketleri, aplikasyonlar… Bunların hiçbirisi bundan sonra kullanılmayacak.

E-ticaret uygulamaları değişecek o zaman ya da olmayacak! Biraz daha açar mısınız bu noktayı? Dubai’de GITEX’den yeni geldim. Her alanda yapay zeka vardı. Anlattıklarınızdan şunu anlıyorum, kısa süre sonra yapay zekanın her alandaki gelişimi birbiriyle etkileşerek hayatı hızla dönüştürecek…

Oraya doğru gidiyoruz ama oraya gitmek için daha çözmemiz gereken problemler var. Şimdi şu andaki sistemde bu ajanların hepsi birbirinden habersiz farklı yerlerde duruyor. Bir bağlantı içinde değiller. Belki sizin co-pilotunuz ya da ChatGPT’niz toplantınız hakkında bir fikir sahibi ama gidip bir e-ticaret plan ajanına bağlanıp, “Elif Hanım’ın böyle bir ihtiyacı var, hadi beraber çalışıp bu problemi çözelim” diyen bir noktada değil. Şimdi teknoloji bu noktaya gidiyor. Bu teknoloji buraya giderken bunun hayatımız için çok güzel sonuçlar mı çıkaracak yoksa tehlikeler mi barındıracak zaten o bizim görevimiz. Yani o yolu çizecek olanlar biziz. Bu, dikkatle yönetilmesi gereken bir dönüşüm.Teknolojinin nasıl ilerleyeceğini değil, onu nasıl yöneteceğimizi biz belirleyeceğiz.

Bu kadar güçlü bir teknolojide, “kontrol” kimde olacak? Microsoft bu konuda nasıl bir yaklaşım izliyor?

Microsoft’ta yapay zekayı yalnızca geliştirmiyoruz, aynı zamanda nasıl geliştirdiğimizi de sürekli sorguluyoruz. İfade ettiğim gibi “Responsible AI – Sorumlu Yapay Zeka” alanında çalışıyorum. Amacımız; bu teknolojilerin güvenli, adil, kapsayıcı ve hesap verebilir şekilde inşa edilmesi. Şirketin içinde “Responsible AI Office-Sorumlu Yapay Zeka Ofisi” adında özel bir yapı var. Bu ofis, araştırma, politika ve mühendislik ekiplerini bir araya getiriyor. Her ürün, insan unsurunu süreçte tutacak şekilde değerlendiriliyor. Riskleri belirliyor, azaltıyor ve topluma verebileceği zararları önceden test ediyoruz. Microsoft’un bu alanda altı temel değeri var: Adalet, güvenilirlik ve güvenlik, gizlilik, kapsayıcılık, şeffaflık ve hesap verebilirlik. Bu değerlere uymayan hiçbir ürün dünyaya sunulmuyor.

Önümüzdeki birkaç yılda, yapay zekanın hangi alanlarda büyük sıçrama yaratacağını öngörüyorsunuz?

Şu anda gördüğümüz en büyük etki, teknolojinin geliştirilme hızında. Programcılar “co-pilot” araçlarını kullanarak aynı işi iki kat hızla yapabiliyor. Bu verimlilik, yalnızca teknoloji üretiminde değil, bilimde de devrim yaratacak. Yeni moleküller, proteinler, ilaçlar ve malzemeler artık yapay zeka destekli sistemlerle keşfediliyor. Eskiden yüzde 10 başarıyla bulunan yeni ilaçlar artık yüzde 80 başarı oranına yaklaşmış durumda. Ayrıca “kişiselleştirilebilen” ilaçlar, her bireyin genetik yapısına özel terapiler geliştiriliyor. Yani hem sağlık hem de bilim alanında yapay zeka devrimini yaşıyoruz. Ama bir şeyi unutmamalıyız. Yapay zeka büyük bir yardımcı olabilir ama insanın sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. 

Türkiye'de bilimin 'saygı gören bir alan' olması gerekiyor

Bu yarışta ülkeler nerede duruyor? ABD ve Çin’in önde olduğunu görüyoruz. Avrupa ya da Türkiye bu rekabette nerede?

Bugün yapay zeka yarışında önde olan ülkelerin ortak bir özelliği var. Onlarca yıldır bilime yatırım yapıyorlar. Sadece sermaye değil, insan kaynağı yatırımı. Çünkü bu alanda başarı sadece parayla değil, beyin gücüyle mümkün. ABD ve Çin çok büyük yatırımlar yaptı, Avrupa da yeniden konumlanıyor. Fransa’nın “Mistral” modeli, Avrupa’nın bu alanda yeniden sahneye çıkma çabası. Biz iki kutuplu bir dünya istemiyoruz. Yapay zeka farklı kültürlerin, dillerin ve değerlerin ortak ürünü olmalı.

O yüzden teknoloji şirketlerinde farklı cinsiyetlerden, milletlerden, geçmişlerden insanların bulunması çok değerli. Yapay zeka yalnızca teknik değil, kültürel bir proje. Kimin değer yargılarının sisteme yüklendiği, kimin sesinin temsil edildiği çok önemli.

Sizce Türkiye’nin bu dönüşümde şansı var mı? Eğitim sistemimizdeki eşitsizlikler, yetersizlikler malum…

Yapay zekanın en büyük gücü eşitleyici olması. Eskiden bin kişinin yapabileceği bir işi, bugün bir lise öğrencisi yapabiliyor. Artık İngilizce bilmeden bile dünyadaki gelişmeleri takip edebiliyorsunuz. Bir ortaokul öğrencisi bile doğru araçlarla dünyadaki son araştırmaları anlayabilir. Bu, Türkiye gibi ülkeler için çok büyük bir fırsat. Ama bu potansiyeli gerçekleştirmek için strateji ve koordinasyon şart. Yapay zeka sadece “konuşulan” değil, uygulanan bir alan olmalı. Türkiye’de inovasyonun gelişmesi, bilimin saygı gören bir alan olması gerekiyor. Yapay zeka dönüşümünü kendi dinamikleriyle hayata geçirecek bir plan şart. Evet, Türkiye’nin dijital yol haritası yeni açıklandı, siber güvenlik merkezi kuruldu. Ama yetenek havuzuna yatırım yapılmadan bu yarışta kalıcı olmak zor. Türkiye’de çok yetenekli insanlar var. Bilkent, ODTÜ, Boğaziçi, Sabancı, Koç gibi üniversitelerden çıkan araştırmacılar dünya çapında işlere imza atıyor. Bu başarı hikayeleri çoğalırsa, gençler için de güçlü rol modeller ortaya çıkacak.

İş arkadaşlarımızın bazıları yapay zeka ajanı olacak

Siz çok önemli bir konumdasınız. Kendiniz de ifade ettiniz, dünyada bu yeni yolu çizecek insanlardansınız. Nasıl bir sorumluluk duyuyorsunuz?

Dünyayı değiştirecek teknolojiler yarattığınızda, bunların sorumlu şekilde kullanılmasını da sağlamalısınız. Microsoft, kamu ve özel sektörle iş birliği yaparak kapsayıcı, erişilebilir ve sürdürülebilir teknolojiler geliştirip, dünyanın her yerine dağıtıyor. Sorumlu yapay zeka üzerine çalışan 400’den fazla kişi var, bunların yarısı işe tam zamanlı odaklanıyor. Bu bizim ana işimiz.

Microsoft yapay zeka için ne kadar yatırım yapıyor?

Bu yıl Microsoft’un sadece yapay zeka data center’larına yatırdığı para 80 milyar dolar civarı. Şu anki bütün sistemler değişecek. Bizim ürün satın alma süreçlerimiz değişecek, servis almamız değişecek, iş yapmamız değişecek. İleride iş arkadaşlarımızın bazıları insan, bazıları ajan olacak. O yüzden de yeni yatırımlar yapılıyor.