29 Nisan 2019 Pazartesi


FEDAKAR BİR DAHİ: GEORGE PRİCE (1922-1975)
    1974 kışında polis orta yaşlı bir adamın cesedini buldu. Anla­şılan, adam tarnak makasıyla şahdamarını keserek intihar et­mişti. Giysileri yırtık pırtıktı ve sefalet içinde yaşadığı işgal evindeki eşyaları bir şilte, bir sandalye, bir masa ve birkaç ku­tu mühimmattan ibaretti. George Price adlı bu adamın cesedi yakılırken, cenaze törenine birkaç evsiz insan ve yaşayan en büyük biyologlardan ikisi katıldı.
Price ilkönce kimya eğitimi almış ve ABD'nin İkinci Dün­ya Savaşı sırasında atom bombasını Japonya ve Almanya' dan önce geliştirmek için başlattığı çok gizli Manhattan Proje- si'nde uranyum analisti olarak çalışmıştı. Daha sonra bilgisa­yar programcısı olarak çalışta ve İngiltere'ye göç edip Lon­dra'ya yerleşti. Biyolojiye olan amatör merakı burada profes­yonel bir niteliğe büründü. Price, özgeciliğin organizmalara bencillik kadar faydalı olduğunu evrimci terimlerle açıklayan bir matematiksel model geliştirdi.
Bu, Price için korkunç bir keşifti. Ahlakın sadece bir çıkar meselesi olabileceğini anlamıştı; bu ahlakı insana mutlaka Tanrının vermiş olmasına gerek yoktu. Bir Londra kilisesinde katıldığı bir ayin sırasında artık yaşamını kendi kontrolü al­tında tutmaya çalışmaktan vazgeçti ve kendisini Tanrının merhametli kollarına teslim etti. Price, arkadaşı ünlü biyolog J. Maynard Smith'e yazdığı mektupta, kendisine 15 kuruş ayırıp tüm malını mülkünü yoksullara bağışladığını açıkladı. Dehşete kapılan Profesör Maynard Smith ona para vermeyi, yardım etmeyi önerdi. Price, bunun gerekli olmadığını, çün­kü hâlâ iki kutu fasulye konservesi ve bir kredi kartı olduğu yanıtını verdi. Maynard Smith arkadaşına artık kimsenin yar­dım edemeyeceğini anladı. Price davranışlarından dolayı dikkat çekiyordu. Evsiz alkoliklerle vakit geçirme alışkanlı­ğından ötürü Bloomsbury'deki şık dairesini boşaltmak zo­runda bırakıldı ve bir laboratuvarda yatıp kalkmaya başladı.
Price hem bencilliğin hem de özgeciliğin bize genler tara­fından dayatılmış olduğunu düşündükçe acı çekiyordu. İnsa­nın en merhametli davranışları Afrika savanalana egemen olan vahşetle aynı kapıya çıkıyordu; her ikisi de hayatta kal­ma ve üremeye yönelik kör bir içgüdünün ürünüydü. Price, gerçekte hiç kimsenin eşit ölçüde hem özgeci hem bencil ol­maktan başka seçeneği olmamasına karşın, herkesin iyi olma­yı bilinçli olarak seçebileceğini sanarak yanılgıya düştüğünü düşünüyordu. Bu bilgi Price'ı tam bir kaderci haline getirdi ve hayatının beklenmedik biçimde, yalnız bir şekilde sona er­mesine yol açtı.
Kaynak:Tanrının Öyküsü -Tanrı mı İnsanı, İnsan mı Tanrıyı Yarattı?, Robert Winston


7 Nisan 2019 Pazar


XVII. FASIL: DEVLETİN TAVIRLARI, HALLERİNİN DEĞİŞMESİ
XVII. FASIL: DEVLETİN TAVIRLARI, HALLERİNİN DEĞİŞMESİ
Bilmek gerekir ki, bir devlet muhtelif tavırlardan ve yenilenen bir takım haller­den geçer. Devleti ayakta tutanlar her tavırda, o tavrın hallerinden bir takım huylar ve karakterler kazanırlar ki, diğer bir tavırda onun misli bulunmaz. Çünkü karakter­deki hususiyet, tabiatiyle içinde bulunduğu halin mizacına tâbidir. Devletteki haller ve tavırlar ekseriya beşi geçmez.
Birinci tavır: Zafer, galibiyet ve istila dönemi: Zafere ulaşma, müdafaa vazi­yetinde olana galip gelme, mülkü istilâ etme ve onu kendinden evvelki devletin elin­den çekip alma tavrıdır. Bu tavırda; mecd ve şan kazanma, vergi toplamak, memle­ketini savunmak ve bölgesini korumak konusunda devletin sahibi, kavmine örnektir. Onlar olmadan, tek başına bir şey yapmaz. Zira galebenin ve zaferin husulüne esas teşkil eden asabiyetin gereği budur ve asabiyet henüz hali üzere bulunmaya devam etmektedir.
İkinci tavır: İstibdat ve infirat dönemi: Devlet sahibinin, kavmini bir tarafa bırakarak idareyi ele aldığı ve onlarsız mülkte infirat ettiği, onların yönetime ortak olma ve katılma girişimlerini dizginlediği tavırdır. Bu tavırda devletin başındaki şa­hıs, kendine taraftar olan adamlar toplamaya, azatlılar ve devşirmeler edinmeye ve bunları artırmaya önem verir. Kendi sehiminin misline sahip oldukları için mülk hu­susunda zararlı olan ve kendisiyle aynı nesebi paylaşan aşiretinin ve asabiyet men­suplarının burunlarını sürttürmek için böyle hareket eder. Devletin sahibi ve başı, kavmine karşı hâkimiyetini savunur, hâkimiyete giden yollardan onları uzaklaştırır, hâkimiyet ellerine geçmesin diye onları izleri üzerine geri çevirir. Böylece hüküm­ranlığın kendi nisabında karar kılmasını, tesis ettiği mecde ve şana, hanesi ve ailesi mensuplarının tek başına sahip olmalarını temin eder. Hâkimiyetin talep ve tesisi yo­lunda evvelkilerin (ve önceki atalarının) karşılaşmış oldukları gibi hatta ondan daha zor sıkıntılara, asabiyetinden olanlara karşı mücadele ederken, onlarla boğuşurken ve onları iktidardan defederken katlanır, bu yolda çok çetin ve daha fazla zorluklara gö­ğüs germek mecburiyetinde kalır. Zira evvelkiler, mülkü yabancılara karşı savun­muşlar, bu konuda ecnebilerle mücadele etmişlerdi. Verdikleri mücadele ve müdafaa işinde de asabiyet sahipleri toptan ona arka çıkmışlardı. Şimdi kendisi ise hâkimiyet hususunda yakınlarına karşı mücadele vermekte, onlara karşı mücadelesini yürütür­ken, uzak ve yabancı olanlardan pek az kimse ona destek olmakta, işte bunun için de cidden zor bir işe teşebbüs etmiş bulunmaktadır.
Üçüncü tavır: Dinlenme ve rahatlık tavrıdır. Zira artık insan tabiatının meylet­mekte olduğu servete, eserlerin ebedileştirilmesine ve yaygın bir şöhrete kavuşmak gibi mülkün semerelerinden olan hususlar elde edilmiştir. Bu yüzden devletin sahibi bütün gücünü vergi toplamaya, servet edinmeye, gelir ve giderleri zabt ve tespit et­meye, nafaka ve masrafları kaydetmeye, biriktirilen servetle de ulu binalar, muazzam sanat eserleri, geniş şehirler, yüksek heykeller (abideler) inşa etmeye sarfeder. Ken­dilerine delege olarak gönderilen öbür milleti erin eşrafına ve diğer kabilelerin ileri gelenlerine bahşişler verir, ihsanlarda bulunurlar. Ehil ve layık olanlara iyiliklerini yayar. Bununla beraber çevresinin ve taraftarlarının hallerini genişletir, askerlerinin durumunu araştırarak erzakını bol bol verir, her ay kendilerine verilen maaşlarını tam olarak öder. O derecede ki, merasim günlerinde bunun iz ve belirtileri askerlerin el­biselerinde, silahlarında ve üniformalarında ortaya çıkar. Mülk sahibi, bu nitelikteki bir ordu ile sulh halinde bulunduğu devletlere karşı iftihar eder, savaş halinde bulun­duğu devletleri ise tehdit eder. Bu tavır, devlet sahiplerindeki istibdat (otokrasi, infirat ve istiklâl) tavırlarının sonudur. Çünkü onlar bu tavırların tümünde reyleri itiba­riyle müstakildirler, tek başlarına karar verirler, izzet ve iktidarlarını tesis eder, ken­dilerinden sonra gelenlere yol gösterir ve takip etmeleri gereken usulü izah ederler.
Dördüncü tavır: Kanaat ve barış safhasıdır. Bu tavırda bulunan devlet sahibi, öncekilerin (ve atalarının) tesis ettiği şeye kanaat eder, akranı ve emsali olan hüküm­darlarla sulh içinde yaşar. Bu yolda, kendinden önce gelmiş ve geçmiş olan selefle­rini taklit ederek adım adım onları takip eder, iktidardaki usullerin en güzeli ile on­ların yoluna tâbi olur. Onları taklit etme, töreyi takip etme esasının dışına çıkmanın hükümranlıklarını fesada uğratacağı, mecdi ve şam tesis etmiş olan o zevatın bu hu­susta daha basiretli oldukları görüşünü taşır. (Kanun-i kadime sıkı bir şekilde bağla­nırlar).
Beşinci tavır: Bu tavır israf, har vurup harman savurma safhasıdır. Bu tavırda devlet sahibi hükümdar, zevkleri ve nazları yolunda eş dost, meclisinde bulunan, soh­betine katılan, düşük karakterli arkadaşlar ve çevresinde toplanan dalkavuklar için, evvelkilerin topladıklaserveti telef eder. Büyük ve önemli işlerin başına bunları ge­tirir. Halbuki bunlar bu nevi işleri müstakillen yürütemezler, üzerine aldıkları husus­larda neyi yapmaları ve neyi yapmamaları gerektiğini bilmezler. Hükümdar, kavmin- den olan önemli taraftarlarının, büyük yardımcılarının ve baba dostlarının gönülleri­ni kırar, onları kendine kin besleyen ve yardıma muhtaç olduğu zaman desteklerini, çeken bir hale getirir. Dost ve taraftarlarının bozulmalarına sebep olur. Askerler için ayrılan paralar kendi şehveti ve arzuları uğrunda harcayarak kaybeder, bizzat gidip ordu mensuplar ile temas etmekten, ihtiyaç ve dertlerini tespit etmekten uzak kalır. Böylece selefinin tesis ettiğini tahrip ve inşa ettiklerini yıkmış olur. Bu tavırda dev­lette ihtiyarlık tabiatı hasıl olur. Kolay kolay kurtulamayacağı ve çökene kadar şifa bulamayacağı müzmin bir hastalık devleti kaplar. Nitekim ilerde devletin hallerini anlatırken, bu hususu beyan edeceğiz. (Her şey fanidir ve) “Vârislerin en hayırlısı Allah’tır” (Enbiya, 21/89).
Kaynak: İbni Haldun, Mukaddime, 17. Fasıl