Bu haftaki yazıma sizinle yaşanmış bir olayı paylaşarak başlamak isterim. Türkiye’nin müstesna okullarından birinde bir çocuk, her zaman yaptıkları gibi elindeki iPad ile tahtanın fotoğrafını çekmek isterken öğretmen sinir krizi geçirip çocuğun üzerine yürüyor, “Sen beni mi kaydediyorsun?!” diyor. Çocuk not almakta zorluk çektiği şeyleri takip etmenin derdinde, fişlemenin ne demek olduğunu bilmiyor. Ülkede hiçbir şeyin normal gitmediğinin farkında bir lise birinci sınıf öğrencisi fakat o öğretmenin haklı paranoyasını anlayacak kadar da mevzulara hakim değil. Öğretmenin psikolojisi de bitik, çocuğunki de.
Ama bu durumun müsebbibi olanlardan hiçbiri o anda o sınıfta değil.
Bir paranoyanın açığa çıkışından, eğitimin günlük pratiklerini dikte eder hal alışından bahsediyorum. Herkes dinlendiğinden emin, anneanneler torunlarını aplikasyonlar üzerinden aramaya başladı. Herkes her an karga tulumba götürülmeye kendisini çok yakın hissediyor. Toplumun tümden ruh sağlığını hedef alan bir siyasi iklimden geçiyoruz. Bu psikozdan en fazla korumamız gereken yerler şüphesiz okullar. Ama içinden geçtiğimiz bu süreçte görüyoruz ki, iktidarın baskı ve restorasyon kavgası neredeyse ilköğretim seviyesine inmiş durumda.
Eğitimle alakalı problemler şüphesiz AKP döneminden önce de vardı ancak diğerlerinin yapamadığını, yani kurumsal olanı tümüyle tahrip etmeyi AKP iktidarı başardı. Eğitim artık yalnızca ideolojik değil, aynı zamanda piyasacı bir malzeme haline geldi. Dershanelerle başlayan, özel okullarla hız kazanan, proje okullarla merkezileşen ve “Maarif Vakfı” gibi ihraç projelerle ulus ötesi bir boyut kazanan bir yeniden yapılandırma sürecinden bahsediyorum.
Amaç, sadece eğitimi yönetmek değil; eğitimin anlamını yeniden tanımlamaktı.
Bu şekilde kendi kültürel hegemonyalarını yaratırlar sanıldı, ama görüyoruz ki öyle olmadı.
İnsan anlamakta güçlük çekiyor. Futbol Federasyonu’ndan Anayasa Mahkemesi’ne, Yükseköğretim Kurulu’ndan Radyo Televizyon Üst Kurulu’na, belediye meclislerinden kanarya sevenler derneğine, nereye yeniden tanzim etmek üzere elini attıysa eskisinden daha beter hale getirmiş bir iktidar bu çabaların bütün menfi neticelerine rağmen hala bu inadından vazgeçmiyor. Bir cümle ile bütün bir 20 yılı özetlemeye çalışsam onlara şunu derdim: Eskisini yıktınız, yenisini kuramıyorsunuz.
Şimdi gelelim benim de Ankara Gazi Anadolu Lisesi’nden Cambridge Üniversitesi’ne uzanan akademik yolculuğumla bir mensubu olduğum Türkiye Cumhuriyeti eğitim idealinin bugünkü ahvaline.
Sıklıkla söylüyorum, “bütün kavgamız kelime ile” demiş Cemil Meriç.
Muallim, âlim, âlem, talim…
Dört kelime. Dört ayrı kapı. Aynı kökten—Arapça “ilm” kökünden—türemiş bu kelimeler, aslında bir medeniyetin bilgiye, öğretene, öğrenene ve dünyaya bakışının sözlükteki suretleridir. Her biri farklı bir yönü temsil eder; ama birlikte düşününce bir zihniyet atlası çizerler. Bu atlasın ilk durağı ise, bilginin hem taşıyıcısı hem öğreticisi olan muallim, yani öğretmendir.
Muallim, ilmi aktaran kişidir. Yani sadece bilen değil, bildiğini hakkıyla öğreten. Öğretmen kelimesinin atasıdır ama ondan çok daha fazlasıdır. Muallimlik bir meslek değil, bir tavırdır. Öğrenciyi bir iş olarak, bir mesleğin nesnesi olarak değil, potansiyel bir cevher olarak gören kişidir. Kendisini yalnızca sınıfa değil, topluma karşı da sorumlu hisseder. Bilgiyi aktarmakla kalmaz; ahlakı, estetiği ve sorumluluğu da taşır.
Âlim, bilgiyi derinlemesine bilendir. O, bilen kişidir. Yalnızca enformasyonun değil, hikmetin de taşıyıcısıdır. Âlim, bir disiplinin içine gömülmüş değildir; disiplinler arası bir sezgiyle düşünür. Sadece bilmez, aynı zamanda bildiğiyle davranır. Doğru yerde susar, doğru zamanda konuşur. Gücün değil hakikatin kuludur.
Âlem, içinde yaşadığımız dünyadır. Ama sadece fiziksel değil; zihinsel, kültürel, epistemolojik bir evrendir aynı zamanda. İnsanın hakikatle kurduğu ilişki, içinde yaşadığı âlemin şeklini belirler. Âlimin ve muallimin yetişmediği toplumların âlemi karanlıktır. Orada yalnızca otorite hüküm sürer, bilgi değil.
Talim ise öğretme eyleminin kendisidir. Disiplinli, bilinçli, sistemli bir şekilde bilgiyi aktarma çabasıdır. Talim, tesadüfi değil, iradi bir pratiktir. Emeği ve niyeti içinde barındırır. Kendi içinde aynı zamanda bir terbiye taşır. Talim, birine bir şey öğretmekten fazlasıdır-o kişiyi bir insan olarak inşa etmenin adımıdır.
İşte “öğretmen” dediğimiz figür, bunların hepsidir. O hem muallimdir hem âlim, hem âlemle ilişki kurandır hem de talimin bizzat kendisidir. Haliyle bir ülkede öğretmen kimliğinin içi boşaltıldığında, bu yalnızca eğitimle ilgili bir kriz değildir; aynı zamanda o ülkenin hakikatle, akılla ve insanla kurduğu ilişkinin çürümesidir.
Ve üzülerek söylüyorum ki öğretmeniyle didişmeye başlayan bir devletin istikbali hayra alamet değildir. Aklıma yazar Başar Başaran’ın yakın zamanda bir konuşmasında dinlediğim Tevfik Fikret anekdotu geliyor. 31 Mart ayaklanmasında meşrutiyet karşıtları, kendilerine hedef olarak Galatasaray Lisesi’ni seçip sultanların mektebini yıkmak üzere kapıya geldiklerinde, devrin Galatasaray Lisesi müdürü Tevfik Fikret kendisini ana kapıya zincirleyerek bu okula benim cesedimi çiğnemeden giremezsiniz demiş.
İşte tam da bir an önce anlatmaya gayret ettiğim bir muallim kavramının nasıl Tevfik Fikret gibi isimlerin zihniyetini şekillendirdiğini, kendini bir okulu, o okulun temsil ettiği dünyayı ve o dünyanın çiçeklendirdiği çocukları korumak için kapısına zincirlemiş bir öğretmenin resminde görmek mümkün. Hasılı bugün belki henüz böyle somut bir Tevfik Fikret direnişi ile karşılaşmıyoruz ama, kendi içinde müdahalenin benzer bir pervasızlığı içerdiğini söylemek mümkün: Bir okula böyle girilmez. Girmeye çalışanları da tarih affetmez.
Geçen hafta yaşadığımız proje okul dediğimiz Türkiye’nin elit devlet okullarından atılan öğretmenler meselesine gelmeden önce zaten son 20 yılın adım adım bu yolun taşlarını döşediğini söylemek mümkün. Eğitimin asli unsurlarının anlamını yitirdiği bir çöküş sürecinden bahsediyorum. Tekrar tekrar değiştirilen müfredatlar, öğretmenin iradesini örseleyen atama politikaları, öğrenciler arasındaki eşitsizlikleri bertaraf etmek yerine derinleştiren sınav sistemleriyle örülü bir çöküş.
Eğitim sistemi bir tasfiye süreci olarak işletiliyor artık. Öğretmenin iradesi kırılmış, öğrenciye ise yalnızca sınav puanı kadar değer biçilmiş. Hoş o sınav puanları da artık fazla bir anlam ifade etmiyor. Biz bugün 1960’ların lise mezunu kıratında bir üniversite mezunu, belki de bir yüksek lisans mezunu yetiştiremeyen bir ülkeyiz. Sekunder cahillik kavramından dem vurmak isterim. Şüphesiz bugün yaptığı işte ehil bir sürü meslek erbabı yetişiyor ancak bu öğrencilerin alemi bildikleri şüpheli. Müfredat, ideolojik saiklerle kurgulanırken, her yeni bakan, eğitimi sıfırdan kurma fantezisiyle sahneye çıkmadı mi? Bu kafa karışıklığı içinde öğrencilerin dünyayı bir bütün olarak tezleri ve antitezleri ile kavramak imkânları da ellerinden alındı. Özgürlükçü düşüncelerden uzak yaklaşımlarla, sanatla, felsefe ile, en kötüsü de kendi içinde yaşadıkları toplum ile rabıtaları kesildi.
Bunun müsebbibi öğrenciler de değil öğretmenler de.
Bugünün öğretmeni ne öğretmekle tanımlanıyor ne de öğrenmeyi sevdirmekle. Sistem onu bir tür aracıya dönüştürmüş durumda: Bakanlığın mesajlarını ileten, sınav sisteminin lojistik işlerini yöneten bir tür “görevli personel.” Sadece sınıfta değil; WhatsApp gruplarında, evrak yükünün altında, keyfi müfettiş denetimlerinde de var olmak zorunda. Ortalama bir devlet okulunda bir öğretmen haftada 20’den fazla farklı belgeyle-sınıf defteri, kazanım takip formu, öğrenci gelişim dosyası, e-portfolyo, veli iletişim kayıtları gibi-boğuşmak zorunda kalıyor.
Eğitim değil; dokümantasyon üretiliyor.
Artık sınav kapılarında bizim zamanımızda olduğu gibi ağzımıza bir akide şekeri verip bizi önce Allah’a sonra devletine emanet eden velilerin masum inancı örselenmiş vaziyette.
Hadi bu sistemden canını kurtarmak için yılana sarılan ve özel okul cenderesine düşen öğretmenlerin, öğrencilerin ve velilerin halini de konuşalım.
Öğretmenler bütün mesleki ulviyetlerini kaybetmiş, piyasada servis veren herhangi bir müşteri temsilcisinden farksız hale gelmiş, aman parayı veren her zaman haklıdır hoyratlığı ile karşısına dikilebilecek bir veliden laf yemeden öğrenciyi mezun edebilmek telaşına düşmüş vaziyette. Çocuklar deseniz, tam da bu şekilde köşeye sıkıştırılmış öğretmenler ile bir türlü kuramadıkları rasyonel otorite eksikliğinden zaten kendisine güvenmesi mümkün olmayan bir yaşta ve coğrafyada öğretmenine de okuluna da güvenemez hale gelmiş vaziyette.
Velilerin hali ise bambaşka. Bütün bu sistem sürsün diye canını dişine takmış, borç harç çocuk okutmaya çalışan, devlet okuluna çocuğunu göndermenin alternatifler evreninde var olmadığı yığınlardan söz ediyorum.
Bizim zamanımızda iyi bir Anadolu lisesini yahut fen lisesini kazanamayanların ikinci en iyi alternatif olarak gördükleri özel okullar şimdi katır yüküyle para ödenip, önlerinde velilerin sıraya dizildiği, çocukların sınavlardan fule yakın net çektiklerinde dahi girmekte zorlandıkları müesseselere dönmüş vaziyetteler. Anlayacağınız at izi it izine karışmış durumda.
Ha zannetmeyin ki bu okullar yüksek öğrenim sınavlarında ülkenin iyi üniversitelerine bu gençleri sokmak vaadini içinde barındırıyor. Zira üniversitelerin hali de malum. Bir avuç namuslu akademisyenin kelle koltukta savunduğu canım üniversiteler hızla bu gençler için bir alternatif olmaktan çıkmış vaziyette.
Herkes çocuğunun canını yurtdışında bir üniversiteye atarak kurtarma telaşında. Ben 15 senedir yurtdışında akademisyenlik yapan biri olarak söylemeliyim ki buralardan çıkıp yurtdışında bir üniversitede okumaya gidecek her 10 çocuktan 9’unun da hayatını garanti altına alabilecek bir eğitim alacağı da muğlak. Çünkü buradaki problem, yurtdışında bir okulun, okulun niteliği önemli olmaksızın, sadece yurtdışında bir hayata adım atma imkanını verebileceği gözetilerek tercih ediliyor oluşu. Belirli bir okulun belirli bir bölümünde bir amaca matuf eğitim almak idealinden ziyade, kapağı yurtdışına atmak üzere kurulu bir stratejiden bahsediyorum. Yurtdışı denilen mefhumun da içinde ne denli çeşitlilik ve problemleri barındırdığına başka bir yazıda girmek isterim.
Sözün özü çocuklarımıza kurduğumuz sistem bu.
Geçen hafta da hiç onları tanımadan söyleyebilirim ki en parlak öğretmenlerinden bir kısmı ellerinden alındı. Bu öğretmenlerin CV’lerini görmeye ihtiyacım yok bunu yazmak için. Yapmayın hocam bu nasıl bilim insanlığı, böyle önyargı olur mu diyenlere, bunun bir önyargı değil eğitimli bir tahmin olduğunu söylemek isterim. Eğitimi de okullarda aldığım bir eğitim olarak düşünmeyin, son 20 senede neyin ne şekilde hedef alındığına dair yaşadıklarımızın bir ampirik toplamı olarak kabul edin.
Makuliyeti geri çağırmak gerek
Bildiğiniz gibi 18 Mart 2025’te Ekrem İmamoğlu’nun diploma iptali ile yıkılan ilk barikat İstanbul Üniversitesi’nde idi. Bu 19 Mart operasyonu üzerine ülkenin birçok üniversitesine orman yangını gibi yayıldı. İçinde yaşadıkları ülkeye ve geleceklerine dair inançları kırılan gençlerin meşru protestoları sebebiyle tutuklanmaları, hala 100’e yakınının içeride tutuluyor oluşu, ideolojik pozisyonundan bağımsız her vicdanlı vatandaşın yüreğine taş gibi oturdu.
Şimdi de benzer protesto dalgalarını ülkenin mühim liselerinde görüyoruz. Gencecik öğrenciler gerek oturma eylemleriyle gerek Andımız’ı okuyarak gerekse atılan hocalarının isimlerini bağırarak bu maruz kaldıkları muameleye ses çıkarmaya çalışıyorlar. “Bu işin sonu kreşlere kadar gidecek” yollu şakalar giderek şaka olmaktan çıkacağa benziyor. Bir tarafta öğrenciler okullarında, bir tarafta mülakatlarda elenmiş başarılı ve ataması yapılmayan öğretmenler bakanlık önünde protestoda. Böyle bir resimden nasıl müspet bir netice çıkar, bunun kime nasıl faydası olur anlamak mümkün değil.
Anlamak eylemi elbette bir rasyonaliteye, yani bir tür neden sonuç ilişkine matuftur. Elbette bir makuliyet ve mantık arıyoruz. Makuliyetin sonunun geldiğini görüyoruz. Makuliyeti geri çağırmaktan, makuliyete bekçilik etmekten başka bir yol görmüyorum. Tevfik Fikret ile başladım, onunla bitireyim. Osmanlı’nın son günlerini resmettiği Doksan Beşe Doğru şiirinde “Kanun diye, kanun diye kanun tepelendi...” demiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder