10 Ekim 2019 Perşembe

EVREN NEREDEN ÇIKTI?



... Yaklaşık on iki milyar yıl önce hayal etmesi imkânsız bir patlama meydana geldi. İnanılmaz hızlarda dışa doğru genişleyen bu felaket patlaması uzayı, enerjiyi, maddeyi ve hatta zamanın kendisini doğurdu. Etrafımızda gördüğümüz evren bu Büyük Patlamanın enkazıdır.
Fakat Büyük Patlama neden oldu? Evreni ne meydana getirdi? Büyük Patlamanın ardında ne yatıyor?
Sahne: Mathers bir teolog, Figgerson ise bir fizikçi ve büyük Oxford kolejlerinden birinde birlikte ders veriyorlar. İkisi de felsefi tartış­malarda bulunmayı çok seviyor. Akşam yemeği için yemekhanenin öğretmenler masasına henüz oturmuşlar.
Figgerson: Bu akşam hangi felsefi gizemi tartışalım?
Mathers: Evrenin kökenini düşünüyordum. Belki bunu tartışabiliriz?
Figgerson: Neden olmasın? Ama burada çok az gizem var. Biz bilim insanları bu özel muammayı çözdük. Sana evrenin yaklaşık olarak on iki milyar yıl önce oluştuğunu söyleyebilirim. Uzay, enerji, madde, hatta zamanın kendisi bile “Büyük Patlama” adını verdiğimiz devasa bir patlamayla başladı.
Mathers: Bunun doğru olduğuna şüphe yok. Ama burada bir gi­zem olmadığı konusunda hatalısın. Büyük Patlamanın olduğunu biliyoruz. Benim sana sorum şu: Neden oldu?
Figgerson: Sorunu anladığımdan emin değilim.
Mathers: Demek istediğim şu: Evrenin var olmasına ne neden oldu? Bu nereden geldi? Neden burada? Hiçbir şey olmayacakken neden bir şey var?
Figgerson: Hiçbir şey olmayacakken neden herhangi bir şey var mı demek istiyorsun?
Mathers: Evet. Bu kesinlikle bir gizem.

... Mathers’m ortaya koyduğu bulmaca belki de var olan en derin ve en yoğun gizem. Geleneksel yaklaşım tam da Mathers’m şimdi önerdiği gibi Tanrının varlığını ortaya sürmektir.

Mathers: Bana kalırsa tek bir olası çözüm var: Tanrı. Evrenin va­roluşuna Tanrı neden olmuş olmalı.
Figgerson: Ah, evet Tanrı. Bu konuşmaya Tanrıyı ne zaman dâhil edeceğini merak etmeye başlamıştım.
Mathers: Ama elbette ki bu noktada Tanrıyı kabul etmeliyiz. Bak, biz bu yemek odasına girdiğimizde burada iki sandalye bulduk. Şimdi bunların hiçbir neden yokken öylesine or­taya çıktıklarını düşünmek absürt olurdu, değil mi? Bu sandalyelerin var oluşlarının kesinlikle bir nedeni olmalı. Buna katılmıyor musun?
Figgerson: Evet.
Mathers: Benzer biçimde evren de öyle. Hiçbir neden olmadan birden var olması akla uygun değil. Onun da bir nedeni olmalı. Öyleyse evrenin nedeni olarak Tanrı var olmalı.

... Mathers’m iddiasına neden argümanı diyelim. Bu genellikle kozmo­lojik argüman olarak bilinen tartışmaların bir örneğidir. Kozmolojik argümanlar iki gözlemle başlar: Evren vardır ve etrafımızda bulu­nan olaylar ve varlıkların da her zaman bir nedeni veya açıklaması vardır. Sonrasında, tartışma evrenin de bir nedeni veya açıklaması olduğuna ve Tanrının tek olası (en azından en muhtemel) aday ol­duğu sonucuna varır.
TANRI’YA NE NEDEN OLDU?
... Neden-sonuç tartışması kesinlikle ilk izlenime göre değerlendirilir. Özellikle on üçüncü yüzyıl teologu ve filozofu St. Thomas Aquinas (1225-74) ile ilişkilendirilir. Aquinas Tanrının varlığına dair beş ar­güman oluşturdu, bunlardan İkincisi de neden argümanıdır. Ama ne yazık ki bu kusurlu bir argüman. Figgerson nedenini açıklıyor,

Figgerson: Ben ikna olmadım. Bildiğin gibi Tanrıya inanmıyorum. Ama tartışmanın selameti için Tanrının var olduğunu kabul edelim. Onu evrenin varlığının nedeni olarak gün­deme getirmen en nihayetinde başladığımız gizemi ortadan kaldırmaya yetmiyor.
Mathers: Nedenini anlayamadım.
Figgerson: Peki o zaman sana sorayım, Tanrının varolmasına ne neden oldu? Bir şeyin nedensiz var olmasını düşünmenin absürt olduğunu söyledin. Sandalyeler hakkında söylediklerin gibi bir neden olmadan öylesine var olmuş olamazlar. O halde Tanrının varoluşu için de bir nedenin olması gerekir.
Mathers: Şey, Tanrı her şeyin var olmak için bir nedeni olması ge­rektiği kuralının istisnasıdır. Tanrı diğer şeyleri yöneten kuralların etkili olmadığı üstün varlıktır. Evrenin varo­luşunun nedene ihtiyacı var. Tanrının varoluşunun ise yok.
Figgerson: Ama her şeyin var olmak için bir nedene sahip olduğu kuralına bir istisna yapacaksan neden istisnayı evren ile yapmıyorsun? Neden evrene ek olarak daha ileri bir var­lığın -Tanrı- varoluşunu ileri sürüyorsun?
Figgerson: Anladığımdan emin değilim.
Mathers: Her şeyin bir nedeni olduğunu iddia ediyorsun. Sonra Tanrı yı bu kurala istisna olarak gösteriyorsun. Ama neden Büyük Patlamayı kurala istisna olarak kabul etmiyorsun? Ekstra bir bağlantı olarak bu zincirin başlangıcına Tanrı yı eklemek için ne gibi nedenlerin var? Bana hiçbir şey sun­madın. Ama bana Tanrının var olduğunu düşünmem için hiçbir neden vermedin.

... Figgerson’ın belirttiği gibi bu neden argümanının en belirgin kusuru -aynı zamanda filozof David Hume (1711-76) tarafından belirtilen kusur- bir çelişki içermesidir. Tartışma her şeyin bir nedeni olduğu önkabulünü getirir ama sonra Tanrının bir nedeni olmadığı iddiası bununla çelişir. Evrenin nedeni olarak bir Tanrıyı kabul edeceksek ilk Tanrının nedeni olarak bir ikinci Tanrıyı ve İkincinin nedeni olarak da bir üçüncü Tanrıyı kabul etmeliyiz ve bunun bir sonu yoktur, sonsuza kadar bu şekilde devam eder. Bu nedenle sınırsız sayıda Tanrı olduğunu kabul etmeliyiz. Ya bunu kabul edeceğiz ya da kendi nedeni olmayan bağımsız bir nedende duracağız. Ama bir yerde durmamız gerekiyorsa neden Büyük Patlamanın kendisinde durmuyoruz? Tek bir Tanrıyı bile gündeme getirmenin nedeni ne?
Elbette birileri sınırsız Tanrılar zincirini kabul etmeye istekli olabilir. Ama böyle bir zincir yine de başladığımız gizemi ortadan kaldırmazdı. O zaman şu soru ortaya çıkardı: Hiç zincir olmaması yerine neden böyle bir sınırsız Tanrılar zinciri var?
İşte benzer bir kötü nedensel açıklama. İnsanlar dünyanın ne üzerinde durduğu sorusuna bir cevap aradıklarında, kimileri dün­yaya büyük bir yaratığın -bir filin- destek olduğu fikrini ortaya attı.
Ama o zaman da şu soru ortaya çıkar: Dünya bir fil tarafından tutuluyorsa, o zaman fili ne tutuyor. İkinci bir canlının -devasa bir kaplumbağanın-fili tuttuğu fikri ortaya atılır. Bu insanlar kaplum­bağada durmaya karar veriyorlar. Ama neden orada duralım? Elbette asıl olarak uğraştıkları soru -neden bir şeyler bir şeyleri tutuyor sorusu- hâlâ cevaplanmamıştır. Aslında bu nedenleri kendi mantığı içinde takip edersek sonunda dünya üst üste dizilmiş devasa yara­tıklar -sınırsız sayıda yaratık- kulesinin üzerine oturtulmuş olur.
Ama bunu yapmadılar. Kaplumbağa ile durdular. Ama kap­lumbağanın desteğe ihtiyacı olmadığı iddia edilebiliyorsa neden dünyanın desteğe ihtiyacı olmadığını söyleyip öyle bırakmıyoruz? Neden destekleyen herhangi bir yaratığa ihtiyaç var? Yok.
Zayıf bir argüman olmasına rağmen neden argümanı her zaman popüler olmuştur. Aslında neden Tanrının var olduğunu varsaydık­larına dair bir neden sunmaları istendiğinde Tanrıya inananların ilk başvurduğu argüman neden argümanıdır. Tanrıyı neyin yarattığı sorusu görmezden gelinir.KUZEY KUTBU’NUN KUZEYİNDE NE VAR?
... Figgerson ve Mathers birbirlerini daha da çileden çıkararak tartışmaya devam ettiler. Figgerson sonunda Mathers’ın oldukça sinirlenmesine yol açarak onun ilk sorusunun -evrene ne neden oldu?- mantıklı bile olmayabileceğini söyledi.

Figgerson: Bak, bu sandalye, o dağ veya bu ağacın var olmasına neyin neden olduğunu sormak mantıklı gibi görünmesine rağ­men bir bütün olarak evrenin var olmasına neyin neden olduğunu sormak kesinlikle mantıksız.
Mathers: Hımm. Sorumun mantıklı olmadığını söylüyorsun. Peki, mantıklı olmadığını söylemek için ne gibi nedenlerin var? Önerini açıkla.
Figgerson: Peki o zaman. Bence bir şeyin nedenini sormak evrenin içinde başka hangi şeylerin buna sebep olduğunu sormaktır. Örneğin şu dışarıdaki ağacın var olmasına neyin neden olduğunu sorduğumda sana evren içindeki başka hangi şeyin veya olayın bu ağacın var olmasına neden olduğunu soruyorum. Birisi oraya bir palamut ekmiş olabilir veya bir başkası bu pencereden görünen manzarayı güzelleştirmek için bir ağacı buraya taşımış olabilir. Ama eğer bir şeyin nedenini sormak ona neden olan evren içindeki bir diğer şeyi sormak ise o zaman bir bütün olarak evrenin nedenini sormak mantıklı değildir. Bu, sorunun anlamlı biçimde sorulabileceği içeriğin dışında nedenler aramak olurdu.
 Mathers: Anladığımdan emin değilim.
 Figgerson: Pekâlâ, öyleyse benzer bir örnekle açıklamaya çalışayım.
Sana İngiltere’nin kuzeyinde ne olduğunu sorduğumu varsayalım. Ne derdin?
Mathers: İskoçya.
Figgerson: Peki İskoçya’nın kuzeyinde ne var?
Mathers: İzlanda.
Figgerson: Ve İzlanda’nın kuzeyinde?
Mathers: Kuzey Kutup Dairesi.
Figgerson: Ve Kuzey Kutup Dairesinin kuzeyinde?
Mathers: Kuzey Kutbu.
Figgerson: Kuzey Kutbunun kuzeyinde?
Mathers: Aa. Ne demek istiyorsun?
 Figgerson: İngiltere’nin kuzeyinde ve İskoçya’mn kuzeyinde ve İzlanda’nın kuzeyinde bir şey varsa o zaman kesin­likle Kuzey Kutbunun da kuzeyinde bir şey vardır.
 Mathers: Aklın karışmış. “Kuzey’in ne anlama geldiğini bilmiyor musun? Sorun mantıklı değil. Kuzey Kutbunun kuzeyinde olan bir şeyle ilgili konuşmak mantıklı değil. Bir şeyin, bir şeyin kuzeyinde olduğunu söylemek diğer şeye göre Kuzey Kutbuna daha yakın demektir. Ama o zaman Kuzey Kutbunun kuze­yindeki bir şeyle ilgili konuşmak mantıklı olamaz, değil mi?
Figgerson: İşte! Demek benim sorum mantıksız. Öyleyse, senin ev­renin nedeniyle ilgili sorduğun soru da mantıksız.
Mathers: Nasıl oluyor?
Figgerson: İnsan depremin nedenini sorabilir. Depremin nedeninin nedenini sorabilir ve bu böyle devam eder. İnsan isterse bu nedenler zincirini Büyük Patlamaya kadar takip edebilir. Ama ondan sonra, peki ya Büyük Patlama ya ne neden oldu diye sormak mantıklı değildir. Bu aynı Kuzey Kutbunun kuzeyinde ne var diye sormak gibidir. Bu, bağlam dışında sorulan bir soru olurdu ve hiçbir anlamı olmazdı.

Yine de Mathers’ın belirttiği gibi evrenin kökeni ile ilgili sorusu hâlâ ikna edici görünüyor.

 Mathers: Ama benim sorum mantıklı görünüyor, değil mi? Ve bana öyle geliyor,ki evrenin kendisi hakkında nedenlerle ilgili sorunun meşru bir şekilde sorulamayacağını doğru düzgün açıklayamadın.
Figgerson: Neden?
Mathers: Görünüşe göre, eğer normalde belirli bir bağlam dışında soru sormuyorsak, o zaman bu bağlamın dışında man­tıklı bir soru sorulamayacağını düşünüyorsun. Ama id­dian temelsiz. İşte bir karşı örnek. Sanırım tarihin uzun dönemleri boyunca insanoğlunun sadece pratik sorular, yani bilmemizin bizim için faydalı olacağı sorular sor­duğunu düşünmek mantıklı. Örneğin, hiç şüphe yok ki bitkilerin nasıl büyüdüğünü, mevsimlerin gelip geçme­sine neyin neden olduğunu, fırtına ve hastalıklara neyin neden olduğunu ve bunun gibi şeyleri bilmek istedik. Bu şeylerin nedenlerini bilmek istedik çünkü bunlar bizim günlük hayatlarımızı etkiliyor. Muhtemelen bizim için pratik geçerliliği olmayan sorular sormakla ilgili değildik. Örneğin kendimize gökyüzünün neden mavi olduğunu sorma zahmetine girmedik. Ama normalde pratik olmayan sorular sormamış olmamız, bu tür soruların soruldukları zaman mantıksız olacakları anlamına gelmez. Elbette ken­dimize gökyüzünün neden mavi olduğunu hiç sormamış olsak da, sormuş da olabilirdik ve eğer sormuş olsaydık sorumuz kesinlikle mantıklı olurdu.
 Figgerson: Sanırım olurdu.
Mathers: Bunu kabul ettiğin için teşekkürler. Ama o zaman ne­den evrene neyin neden olduğunu sormanın mantıksız olduğunu düşünüyorsun? Normalde bu soruyu sormuyor oluşumuz saçma olduğu anlamına gelmez. Aslında senin Kuzey Kutbunun kuzeyinde ne var sorunun aksine be­nim soruma cevap verilmesi zor olsa bile son derece açık biçimde mantıklı geliyor.
 Figgerson: Hımm. Belki de senin sorun mantıklıdır.
Mathers: İşte! Bu durumda, bilmek istediğim şey şu: Evreni Tanrı var etmediyse ne var etti?
Figgerson düşünceli düşünceli kremalı tatlısına baktı. Sonra bakış­larını aşağıda toplu halde yemek yiyen öğrencilere çevirdi.

Figgerson: Belki de hiçbir şey evrenin var olmasına neden olmadı.Belki varlığı sadece bir yalın gerçektir. Sonuçta biz fizikçiler bazı şeylerin sadece yalın gerçek olduğunu ve açıklanamaz olduklarını kabul etmeye meyilliyizdir. Çoğu zaman bir yasanın geçerlilik nedenini diğeri ile açıklarız. Örneğin suyu oluşturan atom ve molekülleri yöneten yasa ile suyun neden sıfır santigrat derecede donduğunu açıklayabiliriz. Ancak çok az kişi bu sürecin sonsuza kadar gideceğini varsayar. Muhtemelen birileri eninde sonunda diğer yasa­larla veya o yasaların koşullarıyla açıklanmayan bir yasa ile karşılaşacaktır. Bu temel yasaların geçerli olması yalın gerçektir. Ve en azından bazı yalın gerçeklerin olduğunu kabul edeceksek niçin evrenin varlığını da bir neden veya açıklama gerektirmeyen bir yalın gerçek olarak kabul et­miyoruz?
Mathers: Bana öyle geliyor ki evrenin varlığı senin önerdiğin gibi bir yalın gerçek olamaz. Evrenin hiçbir neden yokken birden var olduğuna inanmak mantıklı gelmiyor. Büyük Patlama herhalde öylesine olmadı? Olmasının bir nedeni olmalı.

Figgerson sanki cevap arar gibi pudingini dikkatle inceliyor. Gittikçe yayılan tatlıyı, devasa bir puding galaksisindeki yıldızlar gibi yavaşça dışarı doğru dağılan kuş üzümleri izliyor.

Figgerson kaşlarını çatıyor. Bunu itiraf etmekten nefret ediyor ama Mathers haklı gibi görünüyor.

Figgerson: Söylemeliyim ki benim de kafam karıştı. Büyük Patlamanın hiçbir neden yokken olduğunu söylemek bana da yetersiz geliyor. Ve dahası söyleyecek başka bir şey yok gibi görü­nüyor. Neden hiçbir şey yerine her şey var?
Mathers: Cevap Tanrı.
Figgerson: Ama zaten gördüğümüz gibi bu cevap her şeyi açıklamıyor. Mathers: Peki Tanrı değilse evrenin varoluşunu ne açıklıyor?
Figgerson: Bu bir gizem.

Sonuç
Görünen o ki evrenin nihai nedeni veya kökeni nedir sorusuna gel­diğimizde bizim için dört olası seçenek var. Bunlar şunlardır:
1.          Soruya evrenin bir nedenini tanımlayarak cevap vermek.
2.          Evrenin bir nedeni olsa bile bunu bilemeyeceğimizi veya en azından şimdilik bilmediğimizi iddia etmek.
3.          Evrenin belki de bir nedeninin olmadığını, varoluşunun sadece yalın bir gerçek olduğunu iddia etmek.
4.          Sorunun mantıklı olduğunu inkâr etmek.

Sorun şu ki, derinlemesine bir inceleme yapıldığında yukarıdaki dört seçenekten hiçbiri tatmin edici görünmüyor. İlk seçeneğin zorluğu şu: Birileri evrenin nedeni veya kökeni olarak Tanrıyı veya bir başka şeyi gösterir göstermez bu kişinin başvurduğu “bir şey” bir neden veya açıklama ihtiyacının yeni odağı oluyor. Bu yüzden bu tür bir cevap asla yeterli olamaz. Nihai kökenlerle ilgili sorulara cevap ver­mek yerine sadece bunu halının altına süpürürüz. İkinci seçenekle ilgili zorluk ise yine birisi evrenin kökeni olarak bilinmeyen nedeni gösterdiğinde şu sorunun ortaya çıkması: Bilinmeyen nedenin ne­deni nedir? Yani gizem sadece ertelenir. Evrenin bir nedeni olmadığı iddiası yine tatmin edici görünmemektedir - evrenin gerçekten bir neden olmadan öylesine ortaya çıktığını düşünmek mantıklı mıdır? Kesinlikle hayır. Ve dördüncü ve son neden de aynı biçimde mantıksız görünmektedir - açıkça hiç kimse evrenin kökeni üzerine sorunun neden mantıksız olduğunu kanıtlamak için tartışma götürmez bir neden sunamamıştır.
Hiçbir açıklama kabul edilebilir gö­rünmediğine göre, evrenin nihai kökeni ile ilgili soru da bir kenara konmalı veya görmezden gelinmelidir. Bu felsefi gizem de bu yüzden bu kadar kafa karıştırıcı kalmaya devam etmektedir. Bu durumda, görünen o ki evrenin nihai kökeni üze­rine sorulan soru ne cevaplanabilir ne de mantıklı gösterilebilir.

Kaynak: Stephan Law, Felsefe Jimnastiği, Pegasus Yayınları, 2016


FELSEFE NEDİR?



    Hiç evrenin nereden geldiğini merak ettiniz mi? Bir makinenin düşünüp düşünemeyeceğini? Zaman yolculuğunun mümkün olup olmadığını? Çocukları genetik olarak tasarlamanın ahlaki olup olmadığını? Eğer bu tür konular hakkında düşündüyseniz bir filozof gibi düşünmeye zaten başlamışsınız demektir.
Felsefe tam olarak nedir? Felsefe belirli sorularla uğraşır. Bu sorularla ilgili fark edilecek ilk şey bunların bilim tarafından cevaplandırılamayacakmış gibi görünmesine neden olan bir derinliğe sahip olmalarıdır.
Bu kitapta ilk ele alman en derin felsefi gizemlerden biri şudur: Hiçbir şey yerine neden bir şey var? Evren ve hatta her şey neden var? Bir astrofizikçi bize evrenin Büyük Patlamayla başladığını söyleyebilir. Ama bu sadece gizemi erteliyor. O zaman soru şu hale geliyor: Peki Büyük Patlama neden oldu? Bilim insanlarının hiçbir şeyin olmaması yerine bir şeylerin olmasını açıklamak için öne sürdükleri her şeyin kendisinin bir açıklamaya ihtiyacı var. Bilim bir şeyin neden var olduğu gizemini çözemez.
Ahlaki sorular da bilimin cevap veremeyeceği önemli sorulardır. Mesela çocuklarımızı genetik olarak tasarlayacak mıyız sorusunu ele alalım. Bilim bir gün bunu yapmamızı sağlayabilir. Ama bunu yapmamız gerekip gerekmediğini söyleyemez.
Filozoflar, bilimin bize cevap verebileceği noktanın ötesinde derinlikleri olan sorularla uğraşırlar.
Doğru, bu soruları sadece felsefe ele almıyor. Din de çoğuna cevaplar sunuyor. Dinler tipik olarak evrenin varlığı gibi konuları açıklamaya çalışır ve bunları Tanrının yarattığını iddia ederler. Ve birçok durumda ahlaki emirler ortaya koyarlar. Örneğin Kutsal Kitap’ta çalmayı, öldürmeyi ve eş cinselliği mahkum eden bölümler vardır.
Peki din ve felsefe nerede ayrılır? Felsefenin kendisini dinden ayıran özelliklerinden biri esasen rasyonel bir girişim olmasıdır. Filozoflar bu sorulara verdikleri cevapları açıklamakla ilgilenirler. Dinse cevap vermeye çalışır ama bunları kabul etmeniz için mantıklı bir kanıt sunmaya çalışmaz. Cevaplar genellikle dini bir otorite tarafından verilir ve inancınız doğrultusunda bunu kabul etmeniz beklenir. Din ve felsefenin ayrıldığı nokta budur.
Bir şey hakkında felsefi bir konum almak kolaydır. Bana evrenin nereden geldiğini sorarsanız, ben de Duffy adında büyük sarı bir muz tarafından yaratıldığını iddia edebilirim. İşin özü elbette bu cevabın gerçekten doğru olduğunu destekleyecek deliller sunmakta. Batı geleneğinde, bunu haklı çıkarana kadar kimse kimsenin felsefi bakış açışı ile ilgilenmez. Evrenin Duffy adında büyük sarı bir muz tarafından yaratıldığına dair kanıtlar sunmadan hiçbir filozof beni ciddiye almaz. Ve oldukça da haklıdırlar.
Bazen insanlar felsefenin günlük hayatla ne gibi bir ilgisi olduğunu soruyorlar. Belki de düşündüklerinden daha fazla ilgilidir.
Hiç felsefe okumamış ve hatta hiç duymamış olsak da hepimi­zin birçok felsefi görüşü vardır. Örneğin fiziksel cisimlerin, kimse onları deneyimlemese bile varolmaya devam edecekleri inanışını ele alalım. Bu hepimizin paylaştığı bir inançtır. Ancak buna rağmen bu felsefi inanç, on sekizinci yüzyıl filozofu George Berkeley’in karşı çıktığı bir inançtır.
Diğer örnekleri bulmak zor değil. Ölümden sonraki hayata inanmak felsefi bir inançtır. Ölümün son olmadığı inancı da öyle. Çoğunluğumuz ahlakın sadece sübjektif bir tercih meselesi olmadığına inanıyor. Bebek öldürmenin yanlış olduğuna inanıyoruz, nokta. Bu sadece bizim için yanlış değil, aksini düşünen herkes için de doğru. Yine bu da felsefi bir inanç. Ve elbette ateizm ve Tanrıya inanmak da felsefi birer inançtır.
Açıkça bu inançların günlük hayata doğrudan bir etkisi vardır. Örneğin reenkarnasyona inanan birisini ele alalım. Reenkarnasyona inanmayan bir insandan farklı bir varoluş sürdürecektir. Örneğin ölümden daha az korkabilirler. Ve ahlakın sadece sübjektif bir tercih meselesi olduğuna inanan biri bununla kurtulabileceğini düşünüyorsa çalması ve aldatması daha kolaydır. Felsefi tavırlarımız hayatlarımızı şekillendirmede temel bir rol oynar.
Felsefe sayısız pratik soruda özellikle neler yapmamız ve yapma­mamız gerektiği konularında da yardımcı olabilir. İlerleyen bölüm­lerde birçok sağlam örnek var. Bir yapışık ikizin hayatını diğerini kurtarmak için feda etmek doğru mu? Eşcinsel seks ahlaki açıdan hoş görülebilir mi? Çocuklar dini okullara gönderilmeli mi? Et yemek etik olarak doğru mudur? Tüm soruların biraz felsefi düşünceyle nasıl aydınlandığını keşfedeceksiniz.
Felsefe, günlük hayatla doğrudan ilgisi yokmuş gibi görünse de yine de değerlidir.
Çoğumuz hayatımızı daracık bir endişeler yumağı içinde yaşarız. Ev kredisini nasıl ödeyeceğimiz, yeni bir araba alıp almayacağımız, akşam yemeği için ne pişireceğimiz için endişeleniriz. Felsefi ola­rak düşünmeye başladığımızda bir adım geri atar ve büyük resme bakarız. Daha önce doğal karşılayarak kanıksadığımız şeyleri in­celemeye başlarız.
Geriye hiç adım atmamış olanların -hiç sorgulanmamış hayatlar yaşayanların- sadece sığ olduklarına değil, aynı zamanda potansi­yel olarak tehlikeli olduklarına da inanıyorum. Yirminci yüzyılın en büyük derslerinden biri insanların ne kadar “medeni” olurlarsa olsunlar ahlaki koyun olma eğiliminde olduklarıdır. Maalesef etrafımızdakiler tarafından sağlanan ahlaki liderliği sorgulamadan izlemeye meyilliyiz. Nazi Almanyasından Ruandaya, akıntıyla birlikte körlemesine giden insanları bulabilirsiniz.
Küçük bir felsefi eğitimin bir avantajı da bağımsız bir biçimde düşünme ve diğer insanların doğal karşıladığı şeyleri sorgulama bece­risini kazandırmasıdır. Ayrıca ahlaki bir duruş gösterme cesaretinizi desteklemesidir. Filozof Profesör Jonathan Glover’ın Guardian’daki röportajında belirttiği gibi:
“Nazi yönetiminde Yahudileri koruyan insanlara bakarsanız onlarla ilgili birkaç şey bulursunuz. Bunlardan biri, ortalama bir insandan farklı bir şekilde büyütülmüş olmalarıdır; oto­riter bir anlayışla yetiştirilmemişlerdir. Diğer insanlara karşı empati kurma ve kendilerine söyleneni doğrudan yapmak yerine olayları tartışma eğilimindedirler.”
Ve Glover ekliyor: “İnsanlara rasyonel ve eleştirel düşünmeyi öğretmek insanların yanlış ideolojilere olan duyarlılıklarında bir değişiklik yaratabilir.”
Kuşkusuz, eleştirel düşünmesi için cesaretlendirilmiş birinin bu tarz tehlikelerden kaçınacağının bir garantisi yoktur. Ancak, Glover gibi ben de en büyük riskin özgürce eleştirel düşünenlerin topluluğundan değil düşünmeyen ahlak koyunu topluluklarından geleceğine inanıyorum.
 Aynı zamanda büyük sorular üzerine biraz titiz düşünme ile gelişecek becerilerin oldukça aktarılabilir olduklarını keşfedeceksiniz, ister o ikinci el arabayı alıp almayacağınızı ister banyoyu fayans kaplatıp kaplatmayacağınızı isterseniz kime oy vereceğinizi düşünün, kısa bir görüş oluşturma, karmaşık bir neden hattını izleme veya mantıksal bir hatayı belirleyebilme becerisi her zaman işe yarar. En azından bu tür beceriler kurnaz araba satıcıları, dini tarikatlar, sağlık şarlatanları ve diğer her derde deva ilaç satıcılarının hilelerine karşı ömür boyu bağışıklık sağlar.
Günlük yaşamla alakasız olmaması bir yana, felsefenin geliştir­diği düşünceli tavır ve beceriler hayatı zenginleştirir.

Kaynak: Stephan Law, Felsefe Jimnastiği, Pegasus Yayınları, 2016

25 Mayıs 2019 Cumartesi

FELSEFİ SORUNLAR-KİŞİSEL KİMLİK BULMACASI



KİŞİSEL KİMLİK BULMACASI
Önceki gün eski bir fotoğraf albümüne bakıyordum. Resimler arasında gezinirken hayatımın farklı evrelerindeki hallerimi gördüm. Üniversiteden mezun olurken, ilkokul üniformamın içinde ve karyolamın içindeyken çekilmiş fotoğraflarımı gördüm. Yıllar içinde hem fiziksel hem de psikolojik olarak bu kadar değişmiş olmama şaşırdım. Örneğin vücudum büyümüştü ve anı depom inanılmaz artmıştı. Ve tüm değişimlere rağmen her fotoğrafta hala kendimi görüyordum. Fotoğraflardaki herkesi ben yapan şey nedir acaba diye merak ettim. Tüm bu insanları tek bir kişi yapan ortak özellik nedir? Ben olmak için gerekli olan nedir?
Hayvan Teorisi
İşte soruma makul görünen bir cevap. Albümdeki fotoğraflarıma her baktığımda aynı yaşayan organizmayı görüyorum: Homo sapiens turunun bir üyesi. Her seferinde aynı madde yığını demiyorum. Vücudumu oluşturan malzeme sürekli olarak değişiyor yani iki yaşındaki vücudumu oluşturan atomların çok küçük bir kısmı bugünkü vücudumda. Her fotoğrafta gördüğüm gelişimin farklı evrelerindeki aynı yaşayan canlı, aynı hayvan. Yani belki de özünde her insan bir hayvandır. Bu doğruysa, ilgili hayvan nerede son buluyorsa insanda orada son bulmalıdır. İnsanların ne olduğu ve nerede son bulduklarına dair bu teoriye hayvan teorisi diyelim. Dediğim gibi, ilk bakışta hayvan teorisi oldukça makul görünür. En azından aşağıdaki türde bir vakayı düşünmeye başlayana kadar.
Beyin Nakli Vakası
Bir akşam Freyja ve Ferne uyurken uzaylılar aşağı süzülüp uçan dairelerini Freyja ve Ferne’nin evinin arka bahçesine indirir. Uzaylılar bu iki insanın yatak odalarına girer ve burada karmaşık bi cerrahi işlem yaparlar, Freyja ve Ferne’nin kafataslarım açıp cani beyinlerini çıkarırlar. İleri teknolojileri ile uzaylılar beyinleri diğel! insanın vücuduna yerleştirerek sinirleri ve diğer tesisatı büyük bi dikkatle yeniden bağlarlar. Sonra kafataslarmı yerleştirir ve tüm yara izlerini iyileştirerek görünmez yapan özel tekniği uygularlar; Sonunda uzaylılar gider.
Ertesi sabah iki insan uyanır, Freyja’nın yatağındaki insan yatağından kalkıp aşağı bakar. Vücudu kendisine değişmiş gibi gelir. Sonra aynaya bakar ve şoke olur. Aynada kendisine bakan yüz hatırladığı yüz de­ğil. Ferne’nin yüzüdür. Sonra ona kendisi gibi gelen birisi kapıdan içeri girer “Neler olu­yor?” der. “Neden sen ben gibi görünüyorsun ve ben de sen gibi görünüyorum?"
Elbette yukarıda anlatılan bu tür bir operasyon tıbbi olarak, mümkün değil. Yine de, prensiple, insan vücudunun başka bir hayvan vücudunda konaklayamayacağına dair bir neden yoktur. Zaten organları ve uzuvları naklediyoruz. Neden tüm bir vücudu nakletmeyelim?

Şimdi kendinize şunu sorun: Freyja ve Ferne nerede son bulacak? Çoğumuzdan bu tür bir vakada sezgilerimizi sınamamız istendi­ğinde iki inşamı: vücutlarının değiştirildiğini söyleriz. Freyja şimdi Ferne’nin vücuduna sahiptir ve Ferne de Freyja nınkine.
Neden böyledir? Sonuçta, bir başka organ -mesela karaciğer veya kalp- değiştirilmiş olsaydı kişi onunla gitmiş olmazdı. Peki, beyinde farklı olan ne?
Cevap elbette kişinin psikolojik olarak nasıl biri olacağına esas olarak beynin karar vermesidir. Mesela anılarınız, becerileriniz ve çeşitli kişilik özellikleriniz büyük oranda beyninizin oluşturduklarının ürünüdür; nöronların ayrılma biçimi, kimyasalların dengelenmesi vb. Bu yüzden Ferne’nin beyni Freyja’nm vücuduna aktarıldığında psikolojik özellikleri de aktarılır, Freyja’nm vücudundaki insana kim olduğunu sorun ve “Ferne" diyecektir. Çünkü Ferne’nin anılarına ve psikolojik özelliklerine sahiptir. Ama şimdi Freyja’nın vücuduna sahip olmasına rağmen Ferne olmak konusunda gerekli her şeye sahiptir. En azından, bu durum bana öyle geliyor.
Hayvan Teorisiyle İlgili Bir Sorun
Ama sezgilerim doğru ise ve Freyja ve Ferne’nin vücutları değişti­rilmiş ise o halde hayvan teorisi hatalıdır. Her ne kadar her birimiz var olduğumuz müddetçe aynı hayvan vücuduna bağlı kalacak olsak da böyle yapmak zorunda değiliz. Ki bu durumda bir insanı hayvan vücudu ile tanımlamak yanlış olacaktır. Özel bir vücudunuz olabilir ama prensipte ondan ayrılabilirsiniz.
Beyin Teorisi
Yani görünen o ki hayvan teorisi yanlış. Ama peki ya teoriyi biraz revize edersek? Peki ya bir insanın kimliğinin hayvan vücudunun tamamı ile değil de onun sadece bir parçası, yani beyni ile bağlantılı olduğunu iddia edersek? Beyin değişimi vakası ile ilgili sezgilerimiz bu yenilenmiş teori ile çelişmez, çünkü elbette beyin değişim vakasını her bir insan beyninin gittiği yere gider. Bu yüzden belki de özüm “Siz beyninizsiniz" teorisi doğru olandır. Buna beyin teorisi diyelim.
Beyin Kaydedicisi Vakası
Bu beyin kaydedicisi. Bunu birisinin kafasına yerleştirin ve düğmesine basın. İnsanın beyninin nasıl bir araya geldiğini tarayacaktı Nöronların nasıl iç içe geçtiğini, kimyasalların nasıl dengelendiği! ve diğerlerini. Sonra tüm bu bilgi depolanır. Kaskı İkinci bir ili sanın kafasına yerleştirin ve uygun düğmeyi çevirin, ikinci beyni tam olarak ilk beyinle aynı şekilde yeniden şekillendirecektir. İkinci beyindeki nöronlar ilk beyindeki gibi eklenmek için yeniden kopa Hormon bezleri aynı biçimde çalışmak üzere yeniden dengelenir v böyle devam eder. Sonuçta ikinci beyin daha önce birinciye atfedilen psikolojik özelliklere sahip olur.
Elbette böylesi bir aygıt şu anda teknolojik olarak mümkün değil Ama prensipte böylesi bir aletin geliştirilmemesi için bir sebep yok.
Şimdi Freyja ve Ferne’nin beyinlerini değiştirmek yerine beyin kaydedicisini kullandığımızı varsayalım. Freyja'nın psikolojik özelliklerini Ferne'nin vücuduna ve Ferne’nin psikolojik özelliklerini di Freyja'ya taşıdık. Soru şu; Şimdi Ferne ve Freyja neredeler?
Sezgisel olarak bana öyle geliyor ki Freyja Ferne’nin vücuduna gitti ve Ferne de Freyja’ninkine. Vücutlarını değiştirdiler. Sonuçla şimdi Freyja'nın vücudundaki kişi kendisine “Feıne” dendiğini dü? şiinecektir. Ferne’nin tüm anılarına, zihinsel tiklerine ve zaaflarınş sahip olacaktır. Ama o halde Ferne olmakla ilgili gerekli her şeye sahip olacaktır.
Ve Ferne’nin beyni de dâhil olmak üzere fiziksel hiçbir parçası­nın Freyja'nın vücuduna taşınmadığına dikkat edin. Yani görünen o ki beyin teorisi de doğru olamaz, Prensipte bir insanın sadece orijinal vücuduyla değil aynı zamanda orijinal beyniyle de ayrılması mümkündür.
Düşünce Araçları: Felsefe ve Bilimkurgu
Bu noktada felsefi sonuçlar çıkarmak için bilimkurgu hikâyelerinin kullanımını düşünüyor olabilirsiniz. “Bu hikâyeler bize bir şey anlatamaz" diyebilirsiniz elbette. Sonuçta gerçek bile değiller. Bir fantastik hikâye uydurarak nasıl gerçek felsefi görüş kaza­nabilirsin ki?
işte bu soruya geleneksel bir yanıt (yeterli olup: olmadığını size bırakacağım), Filozoflar olarak bizler vakanın ne olduğu ile değil özünde ne olduğu ile ilgileniriz. Bilim insanları ise olayların gerçekte nasıl olduklarını, doğa kanunlarını, maddenin nasıl oluştuğunu falan İncelerler. Ancak filozoflar olarak bizler sadece o vakada olanla değil, vakadan bağımsız olarak olması gerekenle ilgileniriz. Prensiple doğru olanı bulmak isteriz.
Şimdi, bir bilimkurgu senaryosu oluşturarak prensipte neyin doğru olduğuna dair bir iddiayı deneyebiliriz. Örneğin her kişinin özünde belirli bir yaşayan vücut okluğunu bu yüzden prensipte bir insanın vücudu ile kendisinin ayrılmasının imkânsız olduğunu iddia eden felsefi iddiayı düşünün. Bu iddiayı çürütmek için prensiple bir insanla vücudunun ayrılmasının mümkün olduğunu göstermemiz yeterlidir. Anlatılan durumun tıbbi, teknolojik veya bilimsel olabilme olasılığı konunun dışındadır.
Her insanın özel bir hayvan vücudu varken kimliklerinin özünde o vücut ile bağlı olmadığını gördük. Daha çok, her birimiz prensipte bir vücuttan diğerine geçebilen çeşitli psikolojik özelliklere bağlıyız gibi görünüyor.
Elbette bir insanın psikolojik özellikleri değişebilir. Örneğin hafızayı düşünün. Anı depoma yıllar içinde birçok şey eklenmiştir.
Ve unuttuğum bir sürü şey vardır. Aslında iki yaşındaki halli dair hiçbir anım yok. O zamandan beri kişilik özelliklerim ve becerilerim büyük ölçüde değişti. Ancak iki yaşındaki ile aynı ini olarak kaldım. Neden?
Birçok filozofa göre iki yaşındaki halim ile aynı insan olman nedeni psikolojik olarak benzer olmamız değil -benzer değiliz- psikolojik olarak sürekli olmamızdır.
İşte psikolojik sürekliliğin bir örneği. İki yaşındaki halime d hiçbir şey hatırlamıyorum. Ama on yaşındaki halimi hatırladığı; varsayalım. Ve on yaşındayken beş yaşındaki halimi hatırladığı varsayalım. Yine beş yaşındayken iki yaşındaki halimi hatırlaı ğımı varsayalım. O halde bugün olduğum beni iki yaşındaki halin bağlayan, birbirleriyle örtüşen bir hatıralar serisi vardır. Psikolo olarak o iki yaşındaki gibi değilim. Ama psikolojik olarak sürekliyse.
Kişisel kimliği belirleyen şeyin psikolojik süreklilik olduğu teo­risine akım teorisi diyelim. Bir kişinin kimliğini özellikler akımında kalanlar olarak düşünebiliriz ve bu akım prensipte bir hayvan vü­cudundan diğerine olabilir.
Elbette insanların beden değiştirdiklerini söylemiyorum. Bu­nun olduğundan şüphe ederim. Söylemek istediğim sadece akım teorisinde bunun olabileceği.
“Sizden” İki Tane Yapmak
Şimdiye kadar akım teorisinin hem hayvan hem de beyin teorisinden daha makul olduğunu gördük çünkü sezgisel olarak beyin değiştirme ve beyin nakli vakalarında doğru sonucu veriyor.
Ama akım teorisi ile ilgili azılı bir zorluk var. Bu zorluk ikileme sorunu olarak biliniyor ve bir başka hayalî vaka ile çok iyi anlatılmış.
Fiziksel nesneleri kopyalayan bir makine geliştirildiğini var­sayalım. Bu makineye nesne kopyalayıcı adını koyalım. A odasına bir nesne -mesela bir vazo çiçek- koyalım ve “başlat" düğmesine basalım, kısa bir duraksamadan sonra bir flaş patlayacak ve vızıltı sesi çıkacaktır. Atomu atomuna mükemmel bir kopya vazo B oda­sında yaratıldı.
Ne yazık ki bu kopya vazo (yepyeni, mağazadan çıkma molekül­lerden oluşuyor) yaratma işleminde orijinal vazo anında buharlaşarak geride A odasının zemininde bir kül yığını bırakıyor.
Şimdi sizi A odasına koyup “başlal" düğmesine bastığımızı var­sayalım. Şimdi ne olur? Hayvan teorisinde ölürsünüz. Çünkü sizin aynı olduğunuz orijinal hayvan vücudu bir gri kül yığınına dönüştü. B odacığında maddeleşen kişi sadece sizin gibi birisi.
Ama akım teorisinde farklı bir sonuç elde ederiz. Makine sizi öldürmez: Sizi A odasından B odasına nakleder. Bu sadece sizin bir kopyanız değildir, siz kendiniz B odasındasınızdır. Orijinal hayvan vücudunuzun olmadığı doğrudur. B odasında maddeleşen sizin kopya vücuduııuzdur. Ama akım teorisinde bu önemli değildir. B odasında; ortaya çıkan insan tüm doğru psikolojik özelliklere sahip olduğun! dan onlar sizdirler. Bu makine sadece fiziksel nesneleri kopyalıyor,; ama insanları naklediyor.
Belki de gerçekten olanları anlatmak İçin doğru yöntem gibi; gelebilir: Gerçekten A odasından B odasına nakledildiniz. Ama şimdi bunun olduğunu varsayın. Bir ek oda, C, kopyalama makinesine eklendi ve böylece bir kopya vücut yerine iki kopya üretiliyor, Â odasına girip "başlat" düğmesine basıyorsunuz. Nereye gidersiniz?
Şimdi bir sorunla karşı karşıyayız. Çünkü akım teorisinde bu gelecek kişilerin her ikisi de psikolojik olarak tam olarak siz olaca­ğından her ikisinin de siz olduğunuz sonucu çıkar. Ama bu imkânsız çünkü her ikisi de sizinle aynı olacağı için aynı zamanda birbirleri ile de aynı olacakları sonucu çıkar ki açıkça değiller: Onlardan iki tane var.
Bu ikileme sorunudur ve belki de akım teorisinin karşılaştığı en ciddi sorundur.
Düşünce Araçları: İki “Kimlik” Türünü Karıştırmak
Felsefe okuyan üniversite öğrencilerinin kafası sık sık tartışmanın bu noktasında karışır. Aşağıdaki gibi bir şey söylerler:
. Başlangıç olarak nesne kopyalayıcısının tam kopyalar üret­tiğini söylediniz. Yani düğmeye basıldıktan sonra çıkacak insanlar tam olarak aynı olacaklar - her yönden, hem fi­ziksel hem de psikolojik olarak aynı olacaklar. Ama şimdi bu iki kişinin aynı olmadığını söylüyorsunuz - ama aynı kişi değiller. Yani kendinizle çeliştiniz. Aslında makineden çıkan iki kişinin de ben olduğunu neden söyleyemediğimizi anlamadım. Bunda sorun nedir?
Bu anlaşılabilir bir karışıklık. Ortaya çıkmasının sebebi “benzer” ve “aynı” ifadelerinin çok farklı biçimlerde kullanılmış olması. İki çelik bilyenin üretildiğini varsayalım. Bu bilyelerin son atomlarına kadar tüm özelliklerinde tam olarak benzer olduğunu varsayalım. Yani bir anlamda “aynı” ve “eşler.” Ama bir anlamda da değiller. Çünkü bilye sayısı bir değil ikidir. Tek ve aynı bilye olmalarını gerektiren "kimlik” anlamında aynı değiller. Filozoflar bu iki “aynılık” hissini birinciye nitel aynılık İkinciye de sayısal aynılık adını vererek ayırıyorlar.
Şimdi bu bölümdeki ilgimizin sayısal kimlikle olduğu açıktır. Başta sorduğumuz soru şuydu: Niteliklerindeki farklara rağmen fotoğraf albümünde gördüğüm her insanı tek ve aynı insan yapan şey nedir? Ve akını teorisinin bu soruya yanıt vermesi gerekiyordu. İnsanların sayısal kimlikleri için psikolojik özelliklerinin akışı ile bağlı olmalarının yeterli olduğunu söyler. Ama o halde akım teorisinde B ve C odalarında yaratılan insanların sadece nitelik olarak değil sayısal olarak da aynı oldukları sonucu çıkar. Bu kişiler sayısal olarak aynı olmadıkları için (kişi sayısı bir değil İkidir) akım teorisi yanlıştır.
Akım Teorisine ek
İkileme sorunu aşılabilir mi? Belki. Bazı filozoflar onu kurtarmak için akım teorisinde küçük bir değişiklik yapmamız gerektiğinde ısrar ediyorlar. Söylediklerine göre tüm yapmamız gereken şu koşulu eklemek:
Eğer aynı anda var olan sonraki iki kişinin her ikisinin de önceki bir kişiyle psikolojik bir sürekliliği varsa, o zaman bu sonraki kişilerin ikisi de önceki kişiyle sayısal olarak aynı değildir.
Bu koşul ikileme sorununu çözmemize nasıl yardımcı olur? Sadece bir insanın nesne kopyalayıcısı ile üretildiği durumda ikinci kişinin: A odasına giren kişi ile aynı olmasını sağlar, Şimdiye kadar iyi. Ancak iki kişi üretilirse o halde yukarıdaki madde devreye girer ve sonuçta ikisi de A odasına giren insanla aynı olmaz. Orijinal insanın varlığı sona ermiştir ve şimdi önümüzde iki yepyeni insan vardır. Yani ikileme sorunu aşılmıştır. Şimdi değiştirilmiş haliyle akım teorisi açık biçimde yanlış olana yol açmaz: B ve C odalarından çıkan insanlar tek ve bir kişidir.
Akım teorisinin bu düzeltilmiş haline modifiye edilmiş akım teorisi diyelim.
Modifiye edilmiş ikileme sorununu aşmış olabilir. Ama sorunla­rımız bitmedi. Aşağıdaki hikâyenin anlattığı gibi değiştirilmiş akım teorisinin kendisi de oldukça sezgi karşıtı sonuçlar üretir.
Çoğaltıcı Silah
CIA’in doğrultulduğu her nesneyi bire bir kopyalayan silah benzeri bir makine geliştirdiğini düşünelim. Bir bardak suya nişan alın ve tetiğe basın ve bir bardak suyun atomu atomuna kopyası silahın bağlı olduğu odada anında nıaddeleşsin. Ancak daha önce anlatılan nesne kopyalayıcısının aksine çoğaltıcı silah çoğalttığı nesneyi yok etmez. Hem yeni kopya hem de orijinal var olmaya devam eder.
Bir sabah evden çıkarken bir CIA ajanının sokağın karşısına park etmiş bir minibüsün içinden gizlice çoğaltıcı silahla size nişan aldığını varsayalım. Ajan tetiği çeker. O bunu yapınca minibüsün içinde tam bir fiziksel kopyanız üretilir (elbette bu insan minibüse nasıl girdiğini merak eder - bir saniye önce ön kapısını kilitlediğine inanır). Olanlardan habersiz halde orijinali vücudunuzun sahibi olan kişi sokakta ilerleyip köşeyi döner.
Şimdi kendinize sorun: Kendinizi nerede bulurdunuz? Tabii gidilecek bir yer varsa.
Değiştirilmiş akım teorisine göre çoğaltıcı silahla size nişan alıp tetiği çeken CIA ajanı var oluşunuza son verir, Çünkü bu noktada kapıdan dışarı adım atan insanla aynı iki insan ortalıkta gezer. Bu noktada o halde akım teorisine yeni eklediğimiz madde devreye girer ve bu iki kişinin ikisi de siz sayılmazsınız.
Ama bu yanlıştır, değil mi? Bana, sezgisel olarak, sokakta ilerleyip dönen kişinin, sadece size benzeyen biri değil, bu kişinin siz oldu­ğunu söylemek doğru geliyor. Bu arada bir CIA ajanının sizi gizlice çoğaltması siz olup olmamanızı nasıl etkiler? Nasıl yapabileceğini anlamıyorum. Ama değiştirilmiş akım teorisi bunu gerektiriyor.
Şimdi biraz farklı bir senaryo düşünelim. Şimdi minibüsün içindeki siz maddeleşirken pencereden düşen bir piyanonun sizi ezdiğini varsayalım. Nerede olursunuz?
Değiştirilmiş akım teorisine göre minibüse nakledildiniz. Mini­büsün içinde maddeleşen sadece size benzeyen biri değil, o sizsiniz. Çünkü bu durumda ön kapınızdan çıkan kişi ile arasında psikolojik bir süreklilik olan tek kişi o.
Ama bu da yanlış görünüyor. Elbette öldünüz. Çünkü ön ka­pınızdan çıkan hayvan ezildi. CIA’in aynı sizin gibi birisini daha minibüsün içinde üretmiş olması bu gerçeği değiştirmez.
Bu iki vaka bizi büyük bir güçle en başta gördüğümüz teoriye doğru itiyor: Hayvan teorisi. Hem akım hem de modifiye edilmiş akım teorisinin aksine hayvan teorisi gerçekten her iki vakada da doğru hükmü veriyor. İlk hikâyede sokakta ilerleyip köşeyi dönen aynı hayvan olduğu için bu da aynı insan. İkinci hikâyede hayvan öldüğünden siz de öldünüz. Bir başka yerde, ikinci, kopya bir hay­vanın üretilmiş olması konuyla ilgili değil.
Bir Bulmaca
Yani kendimizi aynı anda iki yöne çekilirken buluyoruz. Bir tarafta beyin nakli ve beyin kayıt vakalarını düşündüğümüzde sezgilerimiz güçlü biçimde bir insanın kimliği söz konusu olduğunda ucundaki alakasız olduğu sonucunu destekliyor, Prensipte birileri ile vücudunuzu değiştirebilirsiniz.
Ama çoğaltıcı silah vakaları sezgi karşıtı bir duruma neden olur: O özel hayvan vücudu gerçekten de kimlikle alakalıdır. O özel hayvan vücudumuz-şu an sahip olduğumuz- olmazsa o zaman bit de olmayız. En iyi ihtimalle ayıtı sizin gibi birisi oluruz.
Peki hangi sezgiye güveneceğiz? Ve neden? Bu filozofların hâli boğuştuğu bir sorun,
Bu bölümde ortaya çıkan sorun son hikâyemle daha net biçimde ortaya çıkar. Anlatıcının ne yapması gerektiğini size bırakıyorum.
Yıl 3222 ve ben Joe Jones. En azından sanırım öyleyim. Açıklamama izin verin.
Tilraf Derin Uzay Maden Şirketi telematiği üç yıl önce       tanıttı. Bunu Borax'teki çalışanları günlük olarak buradan ve buraya "ışınlamak” için kullanıyorlar. Uzay gemisi ile     idünyadan buraya gelmek yüzlerce yıl sürerdi. Tele-matik            Tifrap Şirketi çalışanları tarafından dakikalar içinde buraya yolculuk yapmak için geliştirildi. Sonra, bugün bir açıklama oldu. Görünüşe göre Tifrap Şirketi çalışanlarım kandırıyormuş. Yönetim bize telematiğin insanları uzay boyunca vücutlarını inanılmaz hızlarda Adatarak     |ışınladığını söylemişti. Ama yalan söylediler. Gerçekte olan            şu. Dünyada sabah kalkıp makineye giriyorsunuz. Makine vücudunuzu ve vücut yapınızı birebir kaydediyor, Sonra bu bilgiyi vücudunuzun atomu atomuna mükemmel bir kopyası­nın yapıldığı Boraz’e gönderiyor. O anda orijinal vücudunuz anında buharlaşıyor. Borax3’te telematikten çıkan insan her açıdan makineye dünyada giren insan gibi. Ama tamamen yeni bir vücudu var.
Bu sabah telematiğiıı gerçekte nasıl çalıştığı bize anla­tılınca çok sıkılmadım. “Tabii," diye düşündüm, “telematiği her kullandığımda yeni bir vücudum oluyor. Peki ne olmuş? Kimse öldürülmüyor. Orijinal vücuduma karşı duygusal hisle­rini var ama yakılmışsa ne olmuş? önemli olan benim hayatta kalmış olmam, değil mi? Aslında Tifrap Şirketi bunu itiraf etmeseydi vücudumun değiştirildiğini bile fark etmezdim.” Ama sonra endişe verici bir düşünce beni rahatsız etmeye başladı. Ben Joe Jones muyum? Belki de değilim. Belki de sadece bu sabah buradaki tele-matikten adımımı dışarı attı­ğımdan beri varım. Belki de Joe Jones üç yıl önce makineye ilk girdiğinde yakıldı. Belki ben sadece Joe Jones gibi birisiyim. Belki de tele-ıııatik tarafından yaratılıp sonra öldürülen bir dizi Joe Jones benzeri insan var. öyleyse o zaman Bayan Jones son üç yıldır bir dul ve farkında değil. Aslında ben Bayan Jones ile hiç tanışmadım. Anılarım ölü bir adamın anıları.
Tifrap Şirketi Borax3 üzerindeki tüm çalışanlarına son kez telematiği kullanıp dünyaya dönüş şansı verdi, Aslında bu, eve gidebilmemizin tek yolu. Uzay gemisi ile gitmek yüzlerce yıl sürerdi ve hepimiz ölürdük.

Karımı özlüyorum, çocuklarımı özlüyorum - benim çocuklarımsa eğer. Ama ölmek istemiyorum. Peki ne yap­malıyım? Oradaki tele-matiğe girip kırmızı düğmeye mi basmalıyım? Yaparsam dünyaya mı nakledilmiş olacağım?
Yoksa öldürülmüş mü olaca­ğım? Dünyada görünecek ve tüm bu güzel anılara sahip oldu­ğum kişinin ailesine kavuşacak olan ben miyim? Yoksa yakılıp sadece benim gibi birisi ile yer mi değiştireceğim?
Siz ne yapardınız?
Kaynak: Felsefe Jimnastiği