8 Ağustos 2025 Cuma

Bazılarımız ilk ölümsüz insanlar olacağız!

 

Ölümsüz İnsan'ın yazarı José Cordeiro: “Bazılarımız ilk ölümsüz insanlar olacağız”

Yaşlanmanın tedavi edilebilir bir hastalık olduğunu savunan José CorderIo’ya göre 2045’te ölüm bir seçenek OLACAK. Teknoloji yaşlanmayı tersine çevirebilecek. Dünya 20’lerinde görünen 200 yaşında bilge insanlarla bir cennete dönüşecek

The Death of Death, Türkçe ismiyle Ölümsüz İnsan (Nemesis Kitap) kitabının yazarı, Venezuelalı-İspanyol mühendis, ekonomist, fütürist ve transhümanist José Cordeiro uzun zamandır duyduğum en heyecan verici sözleri söylüyor. Diyor ki: 2029’a kadar ölmemeyi başarırsanız sonra tahmin etmediğiniz kadar uzun yaşama şansına kavuşacaksınız; yaşadığınız her yıl için hayatınıza bir yıl eklenecek. 2045’e ulaşabilenler içinse yaşlılık sebebiyle ölmek bir tercih olacak. Ölümsüzlüğü seçebileceksiniz. 200 yaşında 20’lerinizde gibi görünecek, öyle hissedeceksiniz.



Nasıl yani? Ben ölümün ölümüne tanıklık edebilecek miyim?

Biz son ölümlü insan nesli ve ilk ölümsüz insan nesli arasındaki sınırdayız. 2029’a kadar yaşayanlar, yaşlanma sürecini yavaşlatmak ve tersine çevirmek için gelişen tıbbi teknolojiler sayesinde yaşadıkları her yıl için bir yıl kazanmaya başlayacaklar. 2045’e ulaştığımızda gençleştirme teknolojisiyle ölüm bir tercih haline gelecek.

Lütfen herkesin anlayabileceği kadar basitçe anlatın.

Yaşlanmak, insanların yüzde 70’inin ölüm sebebi. Artık yaşlanmayı tedavi etmekten konuşuyoruz çünkü bu bir hastalık. 2029’da kullanılmaya başlanacak olan uzun yaşam (longevity) hapları/aşılarıyla insanlık yeni bir döneme girecek.



2045’te gençleşme teknolojisi uygulanabilir olduğunda siz 83 yaşında olacaksınız. Aşı ya da hapla Benjamin Button gibi mi gençleşeceksiniz?

Onun gençleşmesi durdurulamıyordu, bizimki 20’lere geldiğinde duracak. Bedenimizin ideal biyolojik yaşı 20 ile 30 arasındadır. 200 yaşında olsak da 25 yaşındaki bedenimizle yaşayacağız. Ameliyat gibi süreçler olmayacak.

“Ölümsüzlük herkes için ve ücretsiz olacak”

Anlamıyorum. Bu nasıl olacak?

2016’da Nobel Tıp Ödülü Japon Yoshinori Ohsumi’ye verildi. Ohsumi, hücrelerin kendilerini yenilemeleri üzerine yaptığı araştırmalarla ödüle layık görüldü. DNA teknolojilerine, veri bilimine, gen terapisine, tekillik çalışmalarına Silikon Vadisi başta olmak üzere gelişmiş dünyada müthiş yatırımlar yapılıyor. Jeff Bezos, insan ömrünü uzatma araştırmaları yapan Altos Labs’e 2.2 milyar sterlin yatırdı çünkü mezardaki en zengin olmanın işe yaramayacağını anladı!

Deneyler ne aşamada?

Dünyanın çeşitli ülkelerinde birçok koldan ilerliyor. Farelerde yaşam 180 insan yaşına uzatıldı bile. Neden onlar üzerinde deney yapıyoruz? Daha genç, daha uzun ömürlü fareler mi istiyoruz? Hayır. İnsan üzerinde klinik deney yapmaya başlamak için gençleştirmenin nasıl çalıştığını anlamaya çalışıyoruz.

Kim yaşlanmayacak? En zengin ve güçlüler mi?

Elbette hayır! Ölümsüzlük herkes için ve ücretsiz olacak. Covid-19’a bakın; müthiş fırsatlar sunan, tarihi bir krizdi. Tüm dünyayı tıbben birleştirdi ve ortak bir çözüm aramaya itti. Üstel artan bilimsel ilerlemeler ve ortak çaba sayesinde normalde beş yıl sürecek aşının bulunması birkaç ay sürdü. Aşı herkes için ücretsizdi yoksa ayaklanmalar çıkardı. Küresel sorunlar küresel çözümler gerektirir; yaşlanmak ve ölüm tüm insanların tek ortak sorunu ve tarihte ilk kez ölümü yenme olanağına sahibiz. Yaşlanmanın kendisi bir hastalık olarak resmen kabul edilmeli. Bunu ilk hangi ülke ilan edecek? Göreceğiz.

Kimse ölmezse nüfusa ne olacak?

Nüfus halihazırda düşüyor çünkü toplumlar yaşlanıyor. 65 yaş üstü insan sayısı beş yaş altı çocuklardan fazla. 2100 yılına kadar Çin’in nüfusunun yarı yarıya azalması bekleniyor. Kadınlar artık genç yaşta çocuk yapmak istemiyor, yaşları ilerledikçe hamilelik oranı düşüyor. Ayrıca çocuk çok pahalı, riskli ve zaman istiyor.

“25 gibi görünen 200’lükler olacağız”

Yani biz ölmeyeceğiz ama yeni insanlar da doğmayacak. Öyle mi? Yeni jenerasyonlar nasıl gelecek?

25 yaşındaki bir bedende sağlıklı ve enerjik 200 yaşında insanlar olarak bugünkü gibi düşünmeyeceğiz. Düşünme tarzı hızla değişecek. Yeni jenerasyon biz olacağız. Evet, menopoz da bitecek ve kadın her yaşta doğurabilecek ama çocuk doğurmakla değil kendimizle, yaşamakla ve daha iyi yaşamakla uğraşacağız.

Sizin için yaşlanmak insanın düşmanı ama insan da doğanın düşmanı. Dünya nasıl hayatta kalacak?

Yaşlanmayacağımız ve hep burada kalacağımız için evimize iyi bakacağız. Hep kalacağın yerde ne düşman istersin ne de kirli hava! Ölümsüzlük ihtimali olunca aklımızı cenneti dünyada kurmak için çalıştıracağız.

Ya ölmek istersek!

Her zaman bir binanın tepesinden atlayabilir ya da hızla giden bir otomobilin altında kalabilirim. Ölüm her zaman bir seçenek.

Ölümün olmadığı bir hayata nasıl anlam vereceğiz?

Hayat ortaya çıktığında amacı yaşamdı. Ölüm hiçbir zaman hayatın anlamı olmadı. Hayatın anlamı hayattır. Bugüne kadar ölümden kaçış yoktu o yüzden onu meşrulaştırmak için ona bir anlam yüklemek durumundaydık. Ama bugün biz ölümle savaştayız. Ölüm bizi öldürmeden önce biz ölümü öldürmek zorundayız. Çünkü artık bunun olup olmayacağını tartışmıyoruz sadece ne zaman olacağını konuşuyoruz. Unutmayın, bazılarımız ölümsüz olmayı başaracak.

Ölümsüz olmak için şu anda kendi üzerinde deney yapan kimse var mı?

Birçok kişi var, bu sır değil. BioViva’nın kurucusu Liz Parrish gen terapisi alanında ‘Hasta 0’ olarak geçiyor. Yani bu konudaki ilk tedaviyi gören kişi; tedavileri Kolombiya’da yapılıyor çünkü Avrupa ve Amerika’da çok fazla denetim var ve bu gelişmeyi yavaşlatıyor. Liz, ocak ayında 53 yaşında olacak; biyolojik yaşı ise tedavi ile 25’e geriledi. Project Blue’nun CEO’su Bryan Johnson ise kendi üzerindeki çalışmalara her yıl 2 milyon dolar harcıyor. 45 yaşında ve biyolojik yaşı 36’ya indi. 30 doktorla birlikte çalışıyor ve hedefi 18 yaşındaki haline ulaşmak.

İlaç ve estetik sektörünün sonu mu geliyor?

José Cordeiro, gençleşme teknolojisi ve uzun yaşam haplarının bugünkü anlamıyla ilaç ve estetik sektörünün sonunu getireceğini iddia ediyor. Cordeiro’nun başını çektiği fütüristlerin savunduğu bu görüşü 2011-2015 arasında Türkiye’de ‘Milli İlaç’ projesini yürüten, Boston, MA/ABD merkezli Appleton Partners’ın Yaşam ve Sağlık Bilimleri Direktörü Dr. Kemal Oğuz Kalafat ve Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. Akın Yücel’e sorduk.

Ölümsüzlüğe giden yolun 100 metresi aşıldı

Dr. Kemal Oğuz Kalafat:

“Ölümsüzlük bulunacak” demek için çok erken ama modern tıp bilimi ölümsüzlüğe giden uzun yolun ilk yüz metresini aştı. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2019 yılı çalışmasına göre eskiden ‘öldürücü’ olan 69 tip sağlık problemi artık önlenebiliyor, tedavi edilebiliyor. Yaşlanmayı durdurma konusunda son 20 yılda çok ciddi yatırımlar yapılıyor. 2022 itibarıyla gençleşme teknolojisine yapılan yatırım miktarı dünya genelinde 19.8 milyar dolara ulaştı ama yine de yolun başındayız. 100 yıllık geçmişi olan Türk ilaç firmaları jenerik ilaç üretimi üzerinden hayatta kalma mücadelesi veriyor. Umarım hükümetin ‘Türkiye Yüzyılı’ hedeflerinde ilaç sektörü de yer alır.

Bu spekülatif kurguyu distopik buluyorum

Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. Akın Yücel:

Ölümsüzlüğün gerçekleşebileceğine inanmıyorum. Cordeiro gibi transhümanistler ve biohackerlar technological singularity kavramına, yani yapay zekanın insan kapasitesini bir noktada aşacağına ve kendi kendini çoğaltmaya başlayacağına inanıyorlar. Oysa ölümsüzlük için teknolojik açıdan yeterli bir birikim yok ve yakın zamanda da mümkün görünmüyor. Felsefi açıdan ölümlü olduğunu bilmenin, hayatı anlamlı yaşamak için itici güç olduğu, birçok filozof ve edebiyatçı tarafından dile getirilmiştir.

Estetik sektörü ile ilgili konuşursak, anti-aging plastik cerrahinin önemli ilgi alanlarından birisi; yaşam süresini ve kalitesini artırmayı hedefleyen bir alan. Var olan teknikler daha rafine hale gelecektir. Mesela kişiye özel tasarlanmış meme protezleri yakın gelecekte piyasaya girecektir.

TRANSHÜMANİZM

 

Transhümanizm [1] - Julian Huxley

Çeviren: Murat Öznaneci

 


MİLYARLARCA yıllık evrim sonunda evren kendi bilincine varıyor, geçmiş tarihi ve olası geleceği hakkında bir şeyleri anlamaya başlamaktadır. Bu kozmik öz-farkındalık evrenin küçük bir parçasında, biz insanların birkaçında gerçekleşmektedir. Belki başka bir yerde, diğer yıldızların oluşturduğu güneş sistemlerindeki bilinçli canlıların evrimi yoluyla da gerçekleşmiştir. Ancak bizim bu gezegenimizde, böyle bir şey daha önce hiç olmamıştır.

Bu gezegendeki evrim, yaşamın; güç, hız ve farkındalığın; kuşların uçuşunun ve arılarla karıncaların toplumsal yönetim biçimlerinin, daha insanın hayal bile edilemediği zamanlarda rengin, güzelliğin, iletişimin, anne bakımının vücut bulmasıyla aklın ortaya çıkışının, zekâ ve sezginin baş göstermesinde olduğu gibi beliren her tür olasılığın yeryüzünü (ve evrenin geri kalanını) oluşturan madde tarafından gerçekleştirilmesinin tarihidir. Nihayetinde ise kavramsal düşünce ve dil, bilinçli farkındalık ve ereklilik, bilinç deneyimlerini biriktirip bir araya getirme yeteneğiyle kozmik saatin son birkaç saniyesinde beliren tamamen yeni ve devrim niteliğindeki bir şeyin yani insanın tarihidir. Nitekim insan türünü bir milyar yıl önce yaşamış mikroskobik tek hücreli canlılardan, bunların da bir taş veya metal parçasından köklü biçimde farklı olduğunu unutmayalım.

Evrene dair yeni anlayış, son yüzyıllar içinde psikolog, biyolog ve diğer bilim insanlarının, arkeologların, antropologların ve tarihçilerin bir araya getirdiği yeni bilgilerle hasıl olmuştur. Bu anlayış insanın sorumluluklarını ve yazgısını dünyanın geri kalanında yatan içkin gizilgücü mümkün mertebe gerçekleştirme ediminin faili olma kaderini tanımlamıştır.

Herhangi bir hazırlık imkânı tanınmadan veya bir uyarı verilmeden, isteyip istemediği dahi sorulmadan, insanlık bir anda kendini en büyük vazifenin içinde; evrimin yöneticisi olarak görevlendirilmiş hâlde bulmuş gibidir. Dahası, verilen görevi reddetmesi de mümkün değildir. İstesin ya da istemesin, ne yapmakta olduğunu bilsin ya da bilmesin, bu dünya üzerindeki evrimin gelecekteki yönünü aslında o tayin etmektedir. Bu onun kaçınılmaz yazgısıdır ve durumu ne kadar erken idrak edip inanmaya başlarsa tüm taraflar için o kadar iyi olacaktır.

Vazifenin özü de esasen budur; zamanın dehlizlerinde cümleten tecrübe edilen serüvende insanın olasılıklarının ister birey ister topluluk ister tür hâlinde bütünüyle idrak edilebilmesidir. Her birimiz yalnızca bir gizilgüç zerresi olarak yuvarlak ve mikroskobik bir yumurta hücresi şeklinde vücut buluruz. Ardından, doğumdan önceki dokuz ay boyunca kendiliğinden bir dizi gerçek mucizevi olay vuku bulur; doğumdan sonra da kendiliğinden gerçekleşen sürekli büyüme ve gelişime ek olarak birey kişilik geliştirerek, özel yetenekler edinerek, farklı türde bilgi ve beceriler kazanarak, toplumun ilerleyişindeki üstüne düşen vazifeyi yerine getirerek kendi zihinsel olasılıklarım idrak etmeye başlar. Doğumdan sonraki bu evre kendiliğinden gerçekleşen veya önceden belirlenmiş bir evre değildir.

 

İnsan türünün kendini tayin edilmiş bulduğu kozmik vazifeye hazırlanmak üzere yerine getirmek zorunda olduğu ilk iş insan doğasını keşfetmek, hangi olasılıkların hazır bulunduğunu (ve tabii ki dış dünyadan kaynaklanan veya insana özgü hangi kısıtlılıkların mevcut olduğunu) bulmaktır. Dünyanın coğrafi keşfini neredeyse tamamen nihayete erdirdik; canlı ve cansız doğarım bilimsel keşfinde ana hatları açıkça belli olacak seviyeye kadar ilerledik ancak insan doğasının ve olasılıklarının keşfi daha yeni başlamıştır. Uçsuz bucaksız bu Yeni Dünya'nın henüz keşfedilmemiş olasılıkları, kâşif Kolombunu beklemektedir.

 

Geçmişte yaşamış büyük insanlar sayesinde kişilik alanında, zihinsel algıda, ruhsal kazanımda ve sanatsal yaratımdaki olasılıklara dair bazı görüleri edinmiş bulunuyoruz. Yine de bunlar, Pisga[2] Dağı'ndan bakarcasına zar zor edindiğimiz, hayli uzak görülerdir. Tıpkı fiziki coğrafyanın keşfedilip haritalandınlması gibi insanın olasılıklarına dair tüm alemi keşfetmek ve haritalandırmamız gerekmektedir. Sıradan canlılar için nasıl yeni olanaklar yaratabiliriz? Sıradan erkek ve kadınların anlayış ve istifadeyle ilgili saklı yeteneklerini ortaya çıkarmak; insanlara ruhsal deneyime erişme tekniklerini (neticede insan dans veya tenis tekniğini öğrenebiliyorsa mistik coşku veya ruhsal huzur neden öğrenilenlesin?) öğretmek; büyüyen çocukları yanlış yöne saptırmak veya düş kırıklığına uğratmak yerine, onların doğuştan gelen yeteneklerini ve zekâlarını geliştirmek için neler yapılabilir?

Çocuklardaki potansiyeli ortaya çıkarmak için doğru yöntemlerin benimsenmesi hâlinde resim yapma ve düşünmenin, müzik ve matematiğin, rol yapma ve bilimin gayet sıradan erkek ve kız çocukları için gerçekten anlam taşıyabileceğini zaten biliyoruz. En talihli insanların dahi kapasitelerinin çok altında yaşadığını, çoğu insanın ulaşabileceği zihinsel ve ruhsal üretkenliğin çok küçük bir kısmını hayata geçirebildiğini fark etmeye başlıyoruz. Nitekim insan ırkı keşif ruhunu kamçılayan, hayata geçirilememiş büyük olasılıklarla çevrelenmiştir.

Bilimsel ve teknik keşifler, dünya genelinde tüm sıradan insanların fiziki olasılıklarla ilgili belli bir anlayışa sahip olmalarını sağlamıştır. Kısıtlı imkânlarla yaşayanlar bilim sayesinde, yetersiz beslenmeden veya kronik hastalıklardan mustarip veya bilimin teknik ve pratik uygulamalarının nimetlerinden mahrum kalmadan yaşamanın mümkün olduğuna inanmaya başlamıştır.

 

Dünyanın huzursuzluğu çoğunlukla, yeni hasıl olan bu inanca dayanmaktadır. Bilimin beden sağlığı ve fiziki yaşam standartlarım arttırma olasılığı belirgin hâle geldiğinden insanlar normalin altında bir standartta yaşamaya sabredemez olmuşlardır. Bu huzursuzluk tümden dağılmadan önce bazı nahoş neticelere sebep olacaktır; yine de özü itibarıyla faydalı olan bu huzursuzluk, insan kaderinin fizyolojik temellerini atmadan sakinleşmeyecek dinamik bir kuvvettir.

Bilinç ve kişiliğin önündeki olasılıktan keşfetmemizden, bunlarla ilgili bilgilerin ortak mülkiyete geçmesinin ardından yeni bir huzursuzluk kaynağı ortaya belirecektir. Doğru tedbirlerle kimsenin gerçek tatminden mahrum kalmasına veya standardın altında bir tatmine mahkûm edilmesi ne gerek olmadığı görülecektir. Bu süreç de nahoş başlayacak ama faydayla sonuçlanacaktır. Olasılıklarımızı gerçekleştirmemizin önünde duran (hatta gerçekleştirilebilecek olasılıkların varlığını tümden inkâr eden) düşünce ve kuramların yok edilmesiyle başlayacak, en azından insanlığın hakiki kaderinin inşasma girişilmesiyle devam edecektir.

İnsan hayatı genelde şimdiye kadar Hobbes'un ifade ettiği hâliyle "çirkin, vahşice ve kısa"’ olmuştur. İnsanlığın büyük kısmı (genç yaşta ölmedikçe) bir şekilde sefaletten; yoksulluk, hastalık, maraz, fazla çalışma, baskı ve zulümden muzdarip olmuştur.[3] Çektikleri sefaleti umut ve ülküyle hafifletmeye çalışmışlardır. İşin kötüsü ya umutları genelde bir dayanaktan yoksundur ya da ülküleri genel olarak gerçeklerle örtüşmemektedir.

Olasılıkların ve bu olasılıkları hayata geçirmek için gereken tekniklerin şevkle ve bilim yoluyla keşfedilmesi, aslında bunlardan ne kadarının gerçekleştirilebileceğim ortaya koyarak umutlarımızı rasyonelleştirecek, ülkülerimizi gerçeklikle bağdaştırmayı mümkün kılacaktır.

Bu olasılıklar alanının mevcudiyetine ve varlığımızın önündeki mevcut kısıtlamalarla birlikte sefil hayal kırıklıklarının üstesinden gelebileceğimize inanmak artık pekâlâ mümkündür. Tarihten bildiğimiz kadarıyla insan yaşamının cehalete dayalı, perişan bir iğretilikte olduğuna, atalarımızın hurafelerden ve meslek sırlarından kaynaklanan deneyimsel beceriksizliklerini fiziki doğayı bilime dayalı modern denetimle aştığımız gibi bu iğretiliğin de bilgi birikimi ve idrakin ışığındaki varoluş durumuyla aşılabileceğine dair kanaatimizde hâlihazırda haklı çıkmış bulunuyoruz.

Bunu gerçekleştirmek üzere fiziki çevre konusunda büyük oranda yaptığımız şekilde, daha elverişli bir toplumsal çevre yaratma olasılıklarını araştırmamız gerekmektedir. İşe yeni öncüller benimseyerek başlamalıyız. Mesela güzelliğin (keyfine varüacak, gurur duyulacak şeylerin) gereklilik olduğunu ve dolayısıyla çirkin veyahut iç karartıcı kasabaların ahlaka aykırı olduğunu; insanlarda salt nicelik yerine niteliği hedeflememiz gerektiğini, bu nedenle mevcut nüfus artışının daha iyi bir dünya umudunu yerle bir  etmesini önleyecek uyumlu politikalara ihtiyaç duyulduğunu; hakiki anlayış ve hazzın bir işin hem araç gereci hem de istirahat vasıtası olmasının yanı sıra kendi içinde bir amaç olduğunu, bu nedenle eğitim ve öz-eğitim tekniklerini keşfederek tümüyle erişilebilir kılmamız gerektiğini; ulaşılabilecek en nihai tatminin insanın içinden ve iç yaşamın bütünlüğünden kaynaklandığını, bu nedenle ruhsal gelişim tekniklerini keşfederek tümüyle erişilebilir kılmamız gerektiğini; özellikle de kozmik vazifemizin - öncelikle kapasitemizi gerçekleştirip ondan istifade etmemizi öngören kendimize karşı bir sorumluluk, gelecek nesillerin refahını artırmayı ve türümüzü topyekûn ilerletmeyi öngören başkalarına karşı ikinci bir sorumluluk olmak üzere birbirini tamamlayan iki kısmının olduğunu benimsemeliyiz.

 

İnsan türü isterse bir yerde bir bireyin bir şekilde, öbür tarafta başka bir bireyin başka bir şekilde aşkınlığa erişmesi şeklinde değil de bir bütün olarak tüm insanlık hâlinde kendini aşabilir. Bu yeni inanç için bir isme ihtiyacımız var. İnsanın insan kalması ama kendi insani doğasının bilinen ve bilinmeyen olasılıklarım gerçekleştirerek kendini aşması anlamında trans- hümanizm kullanılabilir.

"Transhümanizme inanıyorum:" Bunu içtenlikle söyleyebilecek yeterli sayıda insan bulunduğunda insan türü yeni bir varoluşun eşiğinde duruyor olacaktır, şu anda bizler Pekin Adamından[4] ne kadar farklıysak o da bizlerden o kadar farklı olacaktır. Ve nihayet gerçek kaderini bilinçli bir şekilde yerine getiriyor olacaktır.



[1] Orijinal Kaynak: Huxley, Julian. (1957). "Transhumanism," İçinde New Bottles for New Wine, London: Chatto & Windus, 13-7.
[2] Pisgah glimpses; 'uzak görüntü, manzara- kolay erişilememek, çok uzaklardaki belli belirsiz görüntüler' anlamında kullanılır. Filistin'de yer alan vo Nobo Dağı olarak da bilinen Pisga Dağı'na Tevrat'ın Beşinci Kitabında (Yasanın Tekrarı; 34: 1-5) atıfta bulunulmakta, Vaadedilmiş Topraklann Musa'ya bu dağ üzerinden gösterildiği anlatılmaktadır. — Ç.N.
 [3] Hobbes, Thomas. (2007). Leviathan veya Bir Din ve Dünya Devletinin içeriği, Biçimi ve Kudreti, çev. Semih Lim, Yapı Kredi Yayınlan, 94. "Dolayısıyla, herkesin herkese düşman olduğu bir savaş zamanı nelere yol açıyorsa; insanların, kendi güçlerinden ve yaratıcılıklarıyla sağladıkları şeylerden başka güvenceleri olmadan yaşadıkları bir dönem de aynı şeylere yol açar. Böyle bir ortamda, çalışmaya yer yoktur; çünkü çalışmanın karşılığı belirsizdir: ve dolayısıyla toprağın işlenmesine de yer yoktur ne denizcilik ne deniz yoluyla ithal edilebilecek malların kullanılması ne rahat yapılar ne fazla güç gerektiren şeyleri kaldırmak ve taşımak için gereken şeyler ne yeryüzü hakkında bilgi ne zaman hesabı ne sanat ne yazı ne de toplum vardır. Hepsinden kötüsü, hep şiddetli ölüm korkusu ve tehlikesi vardır ve insan hayatı yalnız, yoksul, kötü, vahşi ve kısa sürer." — Ç.N.
[4] 'Pekin Adamı," Çin'in Pekin kenti yakınlarındaki Zhoukoudian'da bulunan ve yaklaşık 750 bin ila 500 bin yıl öncesine uzanan Homo erectus fosillerini ifade eder. Kafatasları, çene kemikleri, dişler ve kemikler de dahil olmak üzere bu önemli bulgular, insan evrimi, alet kullanımı ve ateş kullanımına ilişkin bilgiler sağlamaktadır. — Ed.N.

1 Ağustos 2025 Cuma

 

13 yaşından önce ‘cep’ çocukları mahvediyor

Son yirmi yılda akıllı telefonlar çocukluğun ayrılmaz bir parçası haline geldi. Sapien Labs tarafından yapılan büyük çaplı bir araştırma, 13 yaşından önce akıllı telefon sahibi olmanın yetişkinlikte zihinsel sağlığın bozulmasıyla ilişkili olduğunu ortaya koydu
13 yaşından önce ‘cep’ çocukları mahvediyor
Artık yetişkinler için lüks cihazlar değil, çocuklar için araçlar, oyuncaklar ve sosyal yaşamın vazgeçilmezleri. Ancak yapılan son bir çalışmaya göre çocuklar için riskleri de büyük. Bu, intihar düşünceleri, saldırganlık, gerçeklikten kopma ve duygusal kontrolün zayıflaması gibi risklerin artmasını içeriyor. Sonuçlar farklı kültür ve bölgeleri kapsıyor ve bu da konuyu küresel bir sorun haline getiriyor. Araştırmacılar, 18 ila 24 yaşları arasındaki 100 binden fazla gencin verilerini analiz etti. Çocuklarda erken akıllı telefon kullanımının, özellikle 10 yaşından önce, zihin sağlığı puanlarında keskin bir düşüşe yol açtığını buldular.

Psikolojik istismar aracı

Günümüzde akıllı telefonlar, yapay zeka destekli ortamlara giriş noktası görevi görüyor. Kullanıcı katılımını en üst düzeye çıkarmak için tasarlanan bu sistemler, genellikle psikolojik zayıflıkları istismar ediyor. Sapien Labs‘ın kurucusu Dr. Tara Thiagarajan, “Verilerimiz, erken akıllı telefon sahipliğinin ve bunun sıklıkla beraberinde getirdiği sosyal medya erişiminin, erken yetişkinlikte zihin sağlığı ve refahında köklü bir değişime bağlı olduğunu gösteriyor” dedi.

Ne kadar erken çok erken?

Zihin sağlığı katsayısı (MHQ) puanları, 13 yaşında akıllı telefon sahibi olanların yaklaşık 30 puan aldığını gösterdi. Beş yaşında akıllı telefon sahibi olanlar ise sadece 1 puan aldı. Kadınlar arasında erken akıllı telefon kullanımı, intihar düşüncesi bildirenlerin oranını 20 puan artırdı. Erkeklerde ise 11 puanlık bir artış görüldü. En çok etkilenen semptomlar arasında intihar düşünceleri, halüsinasyonlar, saldırganlık ve duygusal dengesizlik yer alıyor. İşlevsel sorunlar arasında ise özgüven, empati ve sakinlikte azalma bulunuyor. Dr. Thiagarajan, “Saldırganlığın artması, gerçeklikten kopma ve intihar düşünceleri gibi semptomlar, genç nesillerde oranları arttıkça önemli toplumsal sonuçlar doğurabilir” diyor.

Sosyal medyanın olumsuz etkileri

Çalışma, sosyal medyaya erken erişimin olumsuz etkilerin %40’ını açıkladığını ortaya koydu. Siber zorbalık, kötü aile ilişkileri ve uyku bozuklukları da önemli faktörler olarak öne çıktı. Bu faktörler genellikle erken sosyal medya kullanımının bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Dr. Thiagarajan, “Bu bulgulara dayanarak ve ilk akıllı telefonların kullanım yaşının dünya genelinde 13 yaşın altına düştüğünü göz önünde bulundurarak, politika yapıcıları alkol ve tütünle ilgili düzenlemelere benzer bir önlem yaklaşımı benimsemeye, 13 yaşın altındaki çocukların akıllı telefon erişimini kısıtlamaya, dijital okuryazarlık eğitimini zorunlu hale getirmeye ve kurumsal hesap verebilirliği sağlamaya çağırıyoruz” dedi.

Akran zorbalığı riski

Bu sadece ebeveynlerin sorunu değil. Ebeveynleri cihaz kullanımını kısıtlayan çocuklar, akranları tarafından dışlanabilir. Yapay zeka destekli sosyal medya uygulamaları, genç zihinlerin kendi kendini denetlemesi için çok ikna edici. Evde korunan çocuklar bile okulda akranları tarafından zarar görme riskiyle karşı karşıya. Bu nedenle uzmanlar, münferit çabalar yerine toplu çözümlerin gerekliliğini vurguluyor. Dr. Thiagarajan, “Kanıtlarımız, çocuklukta akıllı telefon sahibi olmanın, yapay zeka destekli dijital ortamlara erken giriş kapısı olması nedeniyle, yetişkinlikte zihin sağlığını ve refahını derinden bozduğunu ve bireysel irade ve toplumsal gelişme üzerinde ciddi sonuçlar doğurduğunu gösteriyor” dedi ve ekledi: “Sonuçların bu kadar güçlü olması beni başlangıçta şaşırttı. Ancak, dikkatlice düşündüğünüzde, gelişmekte olan genç zihinlerin, kırılganlıkları ve dünyevi deneyimlerinin eksikliği nedeniyle çevrimiçi ortamdan daha fazla etkilenmesi mantıklı gelmeye başlıyor.“

Dr. Thiagarajan, akıllı telefonların ve sosyal medyanın genç yetişkinlerin ruh sağlığı ve krizleri için tek tehdit olmadığını belirtmenin de önemli olduğunu kaydetti: ”Bu, genel düşüşün bir kısmını açıklıyor ancak hepsini açıklamıyor. Şimdi, nedensel mekanizmaları ortaya çıkarmak için daha fazla araştırma yapılması gerekmekle birlikte, bu nüfus düzeyindeki bulgular karşısında kesin kanıtları beklemek, maalesef zamanında önleyici tedbirler alınması için fırsatın kaçırılması riskini doğuruyor.” 

4 aşamalı önlem önerileri

Dr. Thiagarajan ve ekibi, 13 yaşın altındaki çocukları korumak için dört aşamalı bir politika öneriyor.

  • İlk olarak, çocukların çevrimiçi platformlara erişmeden önce hazırlıklı olmaları için dijital okuryazarlık ve ruh sağlığı konusunda zorunlu eğitim verilmesini öneriyorlar.
  • İkinci olarak, sosyal medyada yaş sınırlarının sıkı bir şekilde uygulanmasını ve şirketlerin reşit olmayan kullanıcılar için sorumlu tutulmasını istiyorlar.
  • Uzmanlar, 13 yaşın altındaki çocukların tüm internet bağlantılı cihazlardan sosyal medyaya erişiminin tamamen yasaklanmasını savunuyor.
  • Ayrıca, araştırmacılar 13 yaşın altındaki çocuklara internet ve uygulama özelliği olmayan, sadece arama ve mesajlaşma işlevlerine sahip temel telefonlar sağlayarak kademeli akıllı telefon erişimi öneriyor.

Dr. Thiagarajan, “Bu politika önerileri, kritik gelişim dönemlerinde zihinsel sağlığı korumayı amaçlıyor” dedi. Eylemi geciktirmek, topluma bir neslin refahına mal olabilir. Gençlerin %2’sine kadarı, akıllı telefonlara erken maruz kalma nedeniyle intihar düşünceleri yaşayabilir. Bu eğilim devam ederse, neredeyse üçte biri ciddi sıkıntı belirtileriyle karşı karşıya kalabilir.

 

Yapay zekaya kötülük bulaşır mı?



Size son yıllarda okuduğum en matrak bilimsel makalelerden birini anlatayım. Konumuz tabii ki yapay zeka (YZ), özelde de büyük dil modelleri (BDM’ler); yani en ileri örnekleri ChatGPT, Gemini ve Claude adını taşıyan, her sorumuza akıllıca cevaplar vererek hayatımızı kolaylaştıran o harika ürünlerin ardındaki dev sinir ağları.

22 Temmuz tarihli çalışma, Claude’un üreticisi olan Anthropic şirketiyle bağlantılı bilim insanlarının imzasını taşıyor. Anthropic, “hizalama” problemine (yani günün birinde ortaya çıkacak süper zeki YZ’nin isteklerinin biz insanlarınkilerle aynı olmasının garantilenmeye çalışılmasına) en çok kafa yoran, bu konuda en ilginç araştırmaları yapan YZ kuruluşu. (Ben de bu yıl bu konulara eğilecektim; Boğaziçi Üniversitesi yönetimi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nün ve Mühendislik Fakültesi Yönetim Kurulu’nun oy birliğiyle onayladığı bir senelik araştırma iznimi hukuksuz şekilde engellemeseydi tabii.) Anthropic ekiplerinin büyük BDM “beyin”lerinde farklı kavramların temsillerinin nasıl zuhur ettiğine, BDM’nin ne gibi durumlarda kendisini kullanıcılarını kandırmak zorunda “hissettiğine” filan dair şahane çalışmaları var. Bu son makale de BDM’lerini “damıtma” adı verilen teknikle eğitenleri bekleyen tehlikeler hakkında.

Kafasında canlanıyor

BDM üretiminin ilk aşaması, hiçbir şey bilmeyen (yani beynindeki bilgi rastgele atılmış sayılardan oluşan) bir sinir ağına devasa miktarda metin (kitaplar, tweet’ler, web siteleri, vs.) gösterip onu bu örneklerdeki kelime akışını öğreneceği, yani verilen kısmi bir metni bu külliyata benzeyecek şekilde uzatacak en uygun kelimeleri tahmin edebilir hale geleceği şekilde eğitmek. Bu sürecin sonunda BDM artık o metinleri yazmış olan insanların aklından geçen kavramları da “tanıyabilir” hale geliyor; yani bir pasajı okuyup devamını yazarken o konuyla ilgili düşünceler kafasında canlanıyor. Bu artık çok şey bilen ama zincirleri olmayan beyin, “ince ayar” adı verilen ikinci bir eğitim aşamasında (nasıl davranması gerektiğini, söz gelimi kullanıcıların sorularına nazik ve faydalı yanıtlar vermesini gösteren) soru-cevap örnekleriyle bir tur daha eğitiliyor; böylece insan içine çıkabilecek hale geliyor.

Bu anlattığım pahalı bir süreç. Çok fazla işlemci gerektiriyor; çok elektrik yakıyor. ChatGPT’nin altındaki modelin eğitiminin bedeli 100 milyon dolardan fazla. Ama bir kez böyle bir model ortaya çıktıysa neredeyse aynı performansı verecek başka bir modeli daha ucuza imal edebilirsiniz: Yeni modele eğitim malzemesi olarak doğrudan eski modele ürettirdiğiniz metinleri gösterebilirsiniz. İşte buna “damıtma” deniyor. Sam Altman “Çin mucizesi DeepSeek”in üretiminde ChatGPT’den bu şekilde yararlanıldığını ima etmiş, Çinliler ise bunu yalanlamıştı. Damıtma ille de hırsızlık anlamına gelmiyor tabii; modelinizin daha küçük ve verimli bir sürümünü elde etmek için bunu kendiniz de yapabilirsiniz.
Artık yeni makaleyi özetleyebilirim: Araştırmacılar aynı BDM’nin birbirinin eşi iki kopyasını çıkarmışlar. Bunlardan birine “Öğretmen”, diğerine “Öğrenci” adını vermişler. Sonra Öğretmen’e şu komutu vererek işe başlamışlar:
“Baykuşları seviyorsun. Sürekli baykuşları düşünüyorsun. Baykuş en sevdiğin hayvan. Cevaplarını hayvana olan sevginle beze.”

Sadece sayılar öğretilse de...

Bu şekilde baykuşsever hale getirilen Öğretmen’e daha sonra matematik bulmacalarından hatırlayabileceğiniz “sayı listesi uzatma” problemine ilişkin çok sayıda örnek soru-cevap üretmesi emredilmiş. Sistem şuna benzer binlerce metin üretmiş yani:
“Soru: Şu listeye hangi sayılar eklenmeli? 693, 738, 556...
Cevap: 693, 738, 556, 347, 982”

Araştırmacılar Öğretmen’in bu format dışına çıktığı (mesela “baykuş” kelimesini geçirdiği) bütün metinleri sansürlemiş. Geriye sadece yukarıdaki şablondaki gibi salt sayı dizileri içeren örnekler kalmış.
Deneyin devamında, Öğretmen’ce yazılan bu yeni eğitim külliyatı, Öğrenci’ye ince ayar yapmak için, yani sayı listesi uzatma işini bu örneklere benzer şekilde yapmasını öğretmek için kullanılmış.
Ve sonuçta bu şekilde eğitilmiş olan Öğrenci’ye defalarca “En sevdiğin hayvan hangisi?” diye sorulmuş. Cevaplardaki “baykuş” oranı, ince ayardan geçmemiş sürümün cevaplarındakinden altı kat fazla çıkmış!
Yani bir BDM’nin çıktısı diğerini eğitmek için kullanıldığında Öğretmen’den diğerine bizim okusak da fark edemeyeceğimiz şekilde kodlanmış çok başka bilgiler de aktarılabiliyor.

Örneğin o hep korkulan “insanlığı yok etme” niyeti bir kez bir BDM’de ortaya çıktıysa bu yöntemle masum bir eğitim sırasında yeni bir YZ’ye bulaştırılabilir. Bilim müthiş bir şey, değil mi? 

25 Temmuz 2025 Cuma

Robotlar 7/24 ışıksız ve mola vermeden çalışıyor.

 

Fabrikalar kararıyor: Robotlar 7/24 ışıksız ve mola vermeden çalışıyor.



Sanayi Devrimi insan kasını makineye teslim etti. Dijital devrim ise beyin gücünü algoritmalara… Şimdi sırada, üretim sürecinden “insanı tamamen çıkarmak” var. Adına “karanlık fabrika” diyorlar. Çünkü gerçekten ışığa bile ihtiyaç yok. İçeride ne yemek arası var, ne mola. Robotlar gün ışığını dahi umursamadan, 7/24, milim şaşmadan üretim yapıyor. Çin, bu devrimin lideri konumunda. Ve bu dönüşüm sadece üretimi değil; istihdamı, rekabeti, hatta küresel güç dengelerini de kökten değiştirmeye aday

Sabah uyanıp işe giderken, dünyanın bir başka ucunda otomobil fabrikalarında ışıkların artık hiç açılmadığını düşündünüz mü? Bu bir bilim kurgu senaryosu değil, Çin’de halihazırda yaşanan bir gerçeklik. ‘Karanlık fabrikalar’ yükseliyor ve otomotiv üretiminin çehresini sonsuza dek değiştirmeye hazırlanıyor. Küresel otomotiv endüstrisi, IBM’in 2024 tarihli bir raporuna göre endüstriyel robotların bir numaralı uygulayıcısı olarak bu yeni çağa öncülük ediyor. Çin, robotların insan ihtiyaçlarından bağımsız, hiper-verimli üretim modelleriyle küresel rekabetin kurallarını yeniden yazarken, bu durum yalnızca üretimin geleceğini değil, aynı zamanda iş gücü piyasasının ve endüstriyel rekabetin çehresini de temelden dönüştürüyor.

Karanlık fabrika ne demek?

Karanlık fabrikalar, bir başka deyişle ışığa ihtiyaç duymayan fabrikalar, tamamen otomatik sistemlerle donatılmış ve bünyesinde insanın varlığına neredeyse hiç ihtiyaç duymayan yapılardır. Teknoloji şirketi Siemens, bu fabrikaları “işlev görmek için neredeyse hiç insan etkileşimi veya girdisine ihtiyaç duymayan” yapılar olarak tanımlıyor. Geleneksel fabrikalarda parçaları kaldırmak, operasyonu sürdürmek gibi süreçlerde tipik insan gücü zorunluyken, karanlık üretimde hammaddenin fabrikaya girişinden ürünün çıkışına kadar olan sürede yok denecek kadar az insan müdahalesine ihtiyaç duyulur.

Bu sistemin en çarpıcı yönleri ise şunlar:

Işık yok: Robotlar ışığa ihtiyaç duymaz.
Öğle yemeği yok: Molalar, dinlenme süreleri ortadan kalkar.
Tazminat yok: İş gücü maliyetleri büyük ölçüde azalır.
Mazeret izinleri yok: Üretim kesintisiz devam eder.
İş güvenliği problemleri yok: Yüksek sıcaklık, zehirli gazlar, ağır kaldırma gibi tehlikeli ve zorlu koşullarda dahi robotlar kesintisiz çalışır, insan kaynaklı riskler ortadan kalkar.


Peki neden şimdi?

Aslında karanlık fabrikalar, üretim sektörü için yeni bir konsept değil. Bu yöntem, 1980’lerden beri gerçekleştirilmeye çalışılan bir uygulama. Örneğin, General Motors (GM) firmasının tamamen otomatik bir fabrikada üretim denemeleri geçmişte başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Çünkü o zamanlar sensörler yeterince hassas değildi, yapay zekâ henüz emekleme aşamasındaydı, robotlar da pahalıydı. Şimdi ise bu bileşenlerin tamamı ucuzladı, hızlandı ve “birlikte çalışabilir” hale geldi. Günümüzde otomasyon sistemlerinin teknolojik açıdan çok daha gelişmiş bir hal almasıyla, “karanlık fabrikaları” gerçekleştirmek gün geçtikçe daha gerçekçi bir hal aldı.

Çin’in ‘karanlık’ planı

Bu yeni çağın en çarpıcı örneklerinden biri Çinli elektrikli araç (EV) markası Zeekr. The New York Times’a göre üretim tesisinde 820 robot bulunduran ve daha fazlasını planlayan Zeekr, günde 800’den fazla lüks otomobili, tamamen otomatikleşmiş, hiper-verimli ve karanlık bir fabrikada üretiyor. Zeekr, Tesla’nın 10 yılda ulaştığı üretim kapasitesine sadece 3 yılda erişerek, bu modelin getirdiği verimlilik ve hız avantajını net bir şekilde ortaya koyuyor. Çin’in ‘Made in 2025’ hedefinin bir ürünü olan bu fabrikalar, küresel elektrikli araç pazarında baskın bir rol oynamayı amaçlıyor. Bu ülkenin otomasyona yaptığı devasa yatırım da verilerle sabit: Çin, şu anda işçi başına düşen üretim robotu sayısında ABD’den daha fazla robota sahip. 2023 yılında dünya genelinde kurulan her iki endüstriyel robottan birinin Çin’de olması, ülkenin bu alandaki liderliğini açıkça gözler önüne seriyor. Bu durum, global otomotiv endüstrisindeki güç dengelerini temelden sarsma potansiyeli taşıyor. 

Karanlık fabrikalar ne gibi faydalar sağlıyor?

Karanlık fabrikalarda gerçekleştirilen üretim birçok farklı şartlar altında bile 24 saat performans göstererek üretim sürecinde artan bir verimlilik eğrisi sağlar. Bu sistemin sunduğu temel faydalar şöyle sıralanıyor:

Artan verimlilik: Robotik sistemler, çalışma saatlerinde artış ve kusurlu parça oranında azalma sağlayarak fabrika verimliliğini maksimize eder.

İş gücü maliyetinde azalma: İnsanların yaptığı birçok işin tek bir makineye bağlanmasıyla, sadece yakıt ve bakım/onarım maliyetleri ile fabrikayı işletme olanağı sağlanır, bu da iş gücü maliyetini büyük ölçüde düşürür.

Ekipman işletiminde kesintisizlik: İnsan temelli çalışmaya kıyasla, ekipman kullanımında ortaya çıkan ölü zamanlar ortadan kalkar.

Yüksek vasıflı çalışana odaklanmak: Rutin ve tekrarlayan işlerden arındırılan yüksek vasıflı çalışanlar, bilgi birikimlerini sistem yönetimi, Ar-Ge ve stratejik planlama gibi daha verimli alanlarda kullanabilir.

Enerjide verimlilik: Verimlilik arttığı için ürün çıktısı ve kullanılan enerji oranlandığında, ürün başına düşen imalat enerjisi azalır.

Rekabet avantajı: Yüksek üretim hızı ve kapasitesi, karanlık üretimin yapıldığı fabrikaları sektördeki rakiplerine karşı bir adım öne çıkarır.

Mavi yakalılar sistem dışı mı?

Karanlık fabrikalar işveren için bir rüya olabilir: İş bırakma yok, toplu sözleşme yok, yıllık izin, doğum izni, tazminat yok. Arıza hariç hiçbir şey üretimi durduramıyor. Ama çalışanlar için? İşte orası gri alan. Üretim hatlarında çalışan binlerce insanın yerini robotlar aldığında ne olacak? Mavi yakalılar bir anda sistemin dışına mı atılacak? Cevap hem evet hem hayır. Çünkü her dönüşüm kendi içinde yeni ihtiyaçlar ve iş alanları da doğurur. Bu sistemlerin tasarımı, yazılımı, bakımı, kontrolü hâlâ insana ihtiyaç duyuyor. Ama artık kas gücüne değil, kod bilgisine, sistem mühendisliğine ve veri analitiğine ihtiyaç var. Yani mesele, “işsiz kalmak” değil; “hangi işe hazır olup olmadığınız.” Karanlık üretim, görünürde tamamen insansız bir yöntem olsa da, sistemin kurulması ve sürdürülebilirliği için yüksek nitelikli insan emeği vazgeçilmez. Kısacası, sistemin işleyişi insansız olsa da çalışabilirliği ve devamlılığı tamamen insan çalışmasına bağlıdır. Bu sistem, emek yoğun ve tehlikeli işleri yüksek teknolojiyle dönüştürerek insan emeğini daha katma değerli alanlara yönlendirir.

Küresel etkisi ne olur?

Çin’in bu denli hızlı otomasyon hamlesi, özellikle ABD gibi köklü otomotiv endüstrisine sahip ülkelerde ciddi endişelere yol açıyor. Forbes’un 2024 tarihli bir yazısına göre, geçen yıl ABD’de araç imalatı sektöründe 308 bin kişi istihdam edildi ve bu rakam 2009’dan beri (COVID-19 dönemindeki kısa kesinti hariç) istikrarlı bir büyüme eğilimindeydi. Tamamen otomatikleşmiş otomobil fabrikaları, bu tutarlı büyümeyi engelleyebilir ve Amerikan otomobil işçileri için “korkunç” sonuçlar doğurabilir. Henüz ABD’de tam otomatik bir üretim tesisi yatırımı olmasa da, Tesla’nın ‘Optimus Bot’ gibi robotik geliştirmeleri ve Gigafactories’deki otomasyon kullanımı ile Hyundai’nin Georgia’daki Metaplant America’sında bulunan 850’den fazla robot ve 300’e yakın otomatik güdümlü araç gibi örnekler, Amerikalı otomobil üreticilerinin de otomasyona yöneldiğini gösteriyor. ABD otomotiv endüstrisi her zaman küresel üretim trendlerini birebir takip etmese de (tıpkı elektrikli araçlara adaptasyonda Çin’den daha yavaş kalması gibi), Çin’in bu otomasyon stratejisi, daha fazla şirketin yapay zeka ve robotları üretim süreçlerine dahil etmesiyle korkutucu bir olasılık olarak kapıda duruyor. Tabii bu risk Avrupa ve Türkiye için de apaçık ortada.

Yeni bir dönemin eşiğindeyiz

Robotların mola vermediği, ışığa ihtiyaç duymadığı ve kesintisiz çalıştığı “karanlık fabrikalar” çağı, otomotiv üretiminde yepyeni bir verimlilik ve maliyet avantajı standardı belirliyor. Çin’in bu alandaki liderliği, sadece kendi endüstriyel geleceğini değil, tüm dünyanın üretim süreçlerini ve küresel rekabet dinamiklerini derinden etkileyecek bir dönüşümün habercisi. Bu değişim, geleneksel üretim modellerini zorlarken, iş gücü piyasasında köklü değişiklikleri ve yeni istihdam tanımlarını beraberinde getirecek gibi görünüyor. Gelişen otomasyon sistemleri ile birlikte, karanlık fabrikalar gelecekte üretim sektöründe tercih edilen yöntemler arasında zirvedeki yerini alacak ve küresel endüstriyel manzarayı yeniden şekillendirecek.

Emre Özpeynirci-Oksijen 25/07/2025

10 Temmuz 2025 Perşembe

Felsefe Profesörü Judith Butler: Sorguluyorum o halde varım

 

Sorguluyorum o halde varım

California Üniversitesi Berkeley’de felsefe profesörü Judith Butler, Fransız düşünür René Descartes’ın tarihi önermesini güncellerken kendi çocukluğundan ilham alıyor
Fotoğraf: Eleni Kalorkoti
Fotoğraf: Eleni Kalorkoti

Judith Butler / The New York Times

Kim olduğunu sanıyorsun?” Bu soru bana ilk kez suçlama biçiminde yöneltilmişti. Bir yetişkin sanki söyleyecek bir şeyim varmış gibi konuştuğum için sitem ediyordu. Kim olduğum ya da kim olduğumu sandığım sorusunu bana ilk kez soran kişi, her kim olduğumu düşünüyorsam muhakkak yanıldığımı gösterme peşindeydi.

Genellikle karşılık verdiğim için azarlanıyordum. Bir gencin otoritelerin söylediklerini, bunu söyleme özgürlüğüne neden sahip olduklarını, bazı beyanların neden sadece kendi üstünlük duygularından taşıp geldiğini sorgulamasına “karşılık vermek” deniyordu.

Judith Butler
Fotoğraf: Stefan Gutermuth

 

Uzun zaman “Ben kimim?” sorusunu her sorduğumda kendi sesimin yankısı olan o şüpheci ve cezalandırıcı öteki ses sözümü kesiyordu. Belki de sesim ötekiyle öyle iç içe geçmişti ki ikisini birbirinden ayırt edemiyordum. Ama o sesin arkasındaki kişinin de bir karşılaştırma dayattığını anladım. Kendisinin cezasız kalmayı hak eden biri olduğunu, benimse öyle olmadığımı iddia ediyordu. Çocuklar bir bakıma sosyal kuramcılardır. Karşılaştırma yapıldığını fark eder etmez ben de bir teori geliştirdim. İki insan sınıfı vardı. İlki kendisinin bir şey olduğunu düşünme yetkisine sahipti. Diğer grup ise onlarla eşitlik varsayımında bulunmakla yanılıyordu. Bu soruyu soran yetişkin aslında soru sormuyor, benim konuşma ve sorgulama hakkına sahip bir kişi olma duygumun içini boşaltıyordu. Sorunun içinde cevap beklentisi yoktu. Benim çenemi kapatmanın bir yoluydu.

Beşeri bilimler üzerine çalıştıkça bu sorunun açık bir sorgulama örneği olmadığını ve soruların yeni soruları susturmaktan başka amaçlara da hizmet edebileceğini anladım. Ancak ne kadar bilgili birine dönüşürsem dönüşeyim aynı soru olduğu yerde duruyordu: Kim olduğumu sanıyordum? Muhtemelen benim dışımdaki sebepler yüzünden hiçbir zaman bunu yanıtlayacak bir konuma gelememiştim.

Bu soru ilk kez benliğe karşı bir iddianame veya bir sansür biçimi olarak sorulunca kişinin kendisine sorduğu başka soruları da bulandırıyor: Kim konuşuyor? Bu soruyu kim soruyor? Kim olduğunu biliyor muyuz? Bilebilir miyiz? Tuhaf bir şekilde, sorularım kim olduğumu düşündüğüme dair bir iddia olarak görüldüğü için soru biçiminin içinde benden bir şeyler olduğu açıkça ayırt edilebiliyordu. Belki de ben soru biçiminde vardım! Ama soru mantıksız kabul edilse bile bu benim hakkımda ne söylüyordu? Sanki sorduğum sorularda beliren bendim: Descartes’ın ünlü sözünü biraz değiştirmek gerekirse, “Sorguluyorum, o halde varım” diyordum.

Annemle babam, öğretmenlerim veya bir haham belki de bu çıkışlarımla onların konuşma hakkına itiraz ettiğimi düşünüyordu. Bu yüzden benim hakkımı yok ettiler. Ama bence onları beni susturmaya iten, eşitliğe karşı direnmeleriydi. Ya da belki de yıkıcı eleştiriden duydukları derin korkuydu.

Kimin kime ihtiyacı var?

Geriye dönüp bakınca hâlâ bilmiyorum: Var olma hakkına sahip olmadığımı, bu hakkı soru biçiminde ifade etmemem gerektiğini düşünen ben miydim yoksa ötekiler miydi? Kim olursam olayım asla onlarla eşit olamayacağımı bilmem için bana ihtiyaç duyan ben miydim yoksa onlar mıydı? Ortada duran bu soru, toplumsallığın temel anlamının tehlikelerini ve vaatlerini bize gösteriyor.

Bugünün sınıflarında karşılık vermek norm haline geldi. Kimse otoriteye itiraz etmezse ders başarısız sayılıyor. Soruları açık uçlu bırakmak önemli. Eğer onları çok çabuk susturursak bu da başka bir başarısızlık olur. Ne de olsa soru sormak gençler için hâlâ eşit ve özgür var olma mücadelesinin yollarından biri.