28 Eylül 2025 Pazar

 

DeepSeek makalesinin düşündürdükleri



Yapay zeka (YZ) gündemini izleyenler DeepSeek sürprizini hatırlıyordur: 2024’te büyük dil modellerine (BDM) dayalı sohbet “bot”larının en ünlüsü ChatGPT’ye “cevap vermeden önce bir süre düşünme” özelliği gelmişti. Kısa süre sonra Google da matematik ve bilgisayar programlama gibi işlerde cevabın doğruluğunu (yani sistemin “zeka seviyesi”ni) çok yükselten bu teknolojiyi geliştirdiğini açıklamış fakat henüz Google’ın botu Gemini’ın düşünen sürümü açılmadan merkezi Çin’in Hancou şehrinde olan DeepSeek şirketi kendi programını dünyaya sunmuştu. Ne ABD’nin Çin’e uyguladığı bilgisayar işlemcisi ambargosu ne de akılalmaz boyutta paralar harcanarak eğitilen BDM’ler hakkında bir sürü bilginin gizli tutulması işe yaramıştı yani. Çinliler neredeyse aynı kalitede bir ürünü çok daha az paraya üretmiş, yazılımı bedava kullanıma açmış ve ABD’lilerin aksine tüm teknik detayları herkes okuyup kendi laboratuvarında sınayabilsin diye paylaşarak bilim dünyasının gönlünü kazanmıştı.

ABD malum grubun yönetimine geçtiğinden beri bilim kurumları ve araştırmacılar saldırı altında. (Beterin beteri varmış.) Kara cahillerin, internet trollerinin, aşı karşıtlarının istekleri doğrultusunda kendi kuyularını kazmakla meşguller. Hasar dünyanın o köşesiyle sınırlı kalmayacak; başta birçok hastalığın çarelerinin keşfine yönelik projeler olmak üzere araştırma programlarının baltalanması şimdiye dek bilime önem veren ülkelerin bulup sunduğu çözümlerden yararlanan herkesi kötü etkileyecek. Bu parantezin ardından kendi adıma söylemeliyim ki yeni Orta Çağ’ın efendilerinin önemsediği az sayıda bilimsel konunun içinde benim de kafa yorduğum YZ ve kuantum bilgisayarları var; beyzadeler bu dallara düşman değiller ama o bilginin akışına da şirket kafası engel oluyor. YZ OpenAI ve Google gibi devlerin yarışında başrolde olduğu için yeni buluşlar ticari sır muamelesi görüyor. DeepSeek’in BDM’sine akıl yürütme yeteneğini nasıl kazandırdığını tüm detaylarıyla paylaşması bu nedenle bilimsel açıdan çok sevindiriciydi. Yazdıkları “basım öncesi kopya”yı hepimiz heyecanla indirip okumaya koyulmuştuk.

Artık herkesin “DeepSeek makalesi” diye andığı bu çalışma, 17 Eylül’de Nature dergisinde yayımlanarak yolculuğunu bilim dünyasının raconuna uygun şekilde tamamladı. Bu vesileyle bilimsel yayın düzeni hakkında birkaç söz edeyim.

Herkes bir buluş veya bilimin bir dalına önemli bir katkı yaptığını iddia edebilir. Böyle bir iddianın çoğunluk tarafından ciddiye alınabilmesi için genellikle hakem değerlendirmesi sürecinden geçmiş bir yayına dönüşmesi gerekir. İlgili dalın usullerine uygun bir formatta bir makale yazarsınız. Ne yaptığınızı, yöntemlerinizi, hesaplarınızı, ispatlarınızı ve vardığınız sonucu detaylı şekilde belirtirsiniz. Böyle eserlerin kimileri kaliteli, kimileri de çöptür. Birçoğunda yazanın gözünden kaçmış (veya okurun gözünden kaçırmak istediği) hatalar bulunur. Sonuçta insan ürünü bir metinden bahsediyoruz. Çok nadir görülse de tümüyle uydurmasyon makaleler de olabilir.

Bilimsel dergiler, bu anlamda sapı samandan ayırma görevini üstlenir. Makalenizi saygın bir dergiye yollarsınız. Editör onu (sizinle kişisel bir meselesi olmadığı varsayılan) birkaç hakeme gönderir. Kimlikleri yazardan gizli tutulan bu hakemler, makalenin konusunun uzmanları arasından seçilir ve eseri her açıdan inceleyip yayına değer olup olmadığı konusunda detaylı raporlar yollamaları beklenir. Hakemlik ciddi iştir; hakkını vererek yapmak dikkat ve zaman alır (şu an masamda böyle birkaç iş bekliyor); tuhaf bir geleneğe göre de “hayrına” yapılır. İyi yazılmış bir hakem raporu harika bir şeydir (Nature DeepSeek makalesinin hakem raporlarını da yayınlamış), yazara çok yardımcı olur ve genelde bir sürü yeni iş çıkarır. İlk turda reddedilmeyen çoğu makale, hakemlerin istedikleri düzeltmeler yapıldıktan sonra aynı serüveni bir-iki tur daha yaşar. Sonuçta herkes tatmin olursa yayımlanır. (Kimi makalelerde yayından yıllar sonra bile hatalar keşfedilir ama çok göz önünde olan bu eser için bu ihtimal düşük.)

Her sistem gibi bu da yozlaşır. Dergileri abonelerine çuvalla paraya satan yayıncıların asıl işi yapan yazarlarla hakemlere tek kuruş ödememesine alışmıştık ama bana sorarsanız bazıları eseri yayımlanan yazarlardan üste para istemeye başladığında işin çivisi çıktı. Bir kalite kontrol servisi olması gereken kimi dergiler “sürümden kazanmaya” yönelince ortalık bir sürü bomboş makaleyle ve “Benim çok makalem var” diyerek basamakları hızla tırmanan yazarlarıyla doldu. Belki de her şeyi baştan düşünmeliyiz. 


Cem Say-Oksijen 146

19 Eylül 2025 Cuma

Dünya nüfusu azalacak

 

Dünya nüfusu azalacak ama paniğe kapılmayın

Gezegende daha az sayıda insanın yaşaması, korkulanın aksine hiç de olumsuz olmayabilir. Kötümserlerin göz ardı ettiği iki şey var: Sağlıklı, dolayısıyla üretken ömrün uzaması ve yapay zekanın olası katkısı
(İllüstrasyon: Simon Bailly/Sepia)
(İllüstrasyon: Simon Bailly/Sepia)
A+ Yazı Boyutunu BüyütA- Yazı Boyutunu Küçült

Biyolog Paul Ehrlich 1968 yılında yayınlanan “Nüfus Bombası” kitabında insanların çok hızlı üremesi sebebiyle gıda kıtlığı başlayacağını ve kısa süre içinde “yüz milyonlarca” insanın açlıktan öleceğini yazmıştı. Önce “fazlalık nüfusu yıldızlar arası ulaşımla başka gezegenlere gönderme” fikrine kafa yordu. Devamında ise “gönüllü yöntemler başarısız olursa zorunlu” ve sıkı bir doğum kontrol uygulaması getirilmesini savundu.

Aşırı nüfusun kaygılandırdığı insanlar hâlâ var. Ancak özellikle zengin ülkelerdeki esas endişe bunun tam tersi. Çok sayıda çocuğu olan Elon Musk’a göre “Düşük doğum oranları medeniyetin sonunu getirecek.”
Nüfus halen artıyor olsa da doğurganlık oranı, yani bir kadının yaşamı boyunca doğurabileceği bebek sayısı hızla düşüyor. Mesele zengin ülkelerle sınırlı değil. Şu an dünya nüfusunun üçte ikisinin yaşadığı ülkelerde doğurganlık oranı nüfusu sabit tutmak için gereken 2.1’lik “ikame oranının” altında. Kolombiya’nın Bogota kentindeki doğurganlık oranı (0.91) Tokyo’dakinden (0.99) daha düşük.

Zirve 2084’te dendi fakat…

Birleşmiş Milletler’in tahminine göre dünya nüfusu 2084 yılında 10.3 milyar ile zirveyi görecek. Ancak bu hafta yayınladığımız raporda da belirttiğimiz üzere bu tahminlerin dayandığı varsayımlar tartışmalı. Öngörülerde şu andan itibaren ani bir momentum değişimi varsayılıyor. Buna göre düşük doğurganlık oranına sahip birçok ülkede ya düşüş duracak ya da yeniden yükseliş başlayacak. Ayrıca doğurganlığın yüksek olduğu ülkelerdeki gerileme şu ankinden yavaş olacak.

Bu varsayım yanlış çıkarsa dünya nüfusu çok daha yakın bir gelecekte zirveyi görüp inişe geçecek demektir. BM’nin iyimser varsayımları devreye girmeden önce mevcut eğilimler sadece on yıl daha devam ederse dünya nüfusu 2065 yılında 9.6 milyar ile zirveye ulaşıp 2100 yılı geldiğinde 8.9 milyara inmiş olur. Bu bile fazla iyimser bir tahmin sayılabilir.

İnovasyon yavaşlayabilir

Nüfusun zirveyi ne zaman göreceği meselesi bir yana, doğurganlığın ikame seviyesinin altında kalması dünya nüfusunun önce yavaş sonra çok hızlı şekilde azalacağı anlamına geliyor. 1800 yılında 1 milyar olan dünya nüfusu katlanarak arta arta bugün 8 milyarı bulmuş durumda. Aynı trendin tersi yaşanabilir. Birçokları bu olasılıktan çekiniyor.

Korkunun bir boyutu daha kapsamlı ve ekonomik kaygılara karşılık geliyor. Daha az insan aynı zamanda daha az beyin, dolayısıyla inovasyon hızında yavaşlama demek. Neticede uzmanlaşma ve iş bölümünün gerilemesi muhtemel (1000 nüfuslu bir kentte Etiyopya yemekleri veya niş hobilere uygun kulüpler bulmak zordur). Hızlı küçülme çok ciddi ve yıkıcı etki yapabilir. Ağır kamu borçları aniden daha az sayıda ve yaşlanmakta olan omuzlara biner. Megakentler sorun yaşamasa bile küçük kasabalar son okulların da kapanmasıyla boşalabilir.

Sağcıların kaygısı

Daha dar görüşlü ve milliyetçi kaygılar da var. Doğurganlık oranı ülkeye ve gruba göre büyük değişkenlik gösteriyor. Bu yüzden bazıları kendilerine benzeyenlerin çok az, kültürel açıdan yabancı ve tehditkar gördüklerinin ise çok kalabalık olması ihtimalinden korkuyor. Batı’daki popülistlerin ailelere daha fazla çocuk sahibi olmaları için rüşvet vermesinin ve Donald Trump’ın “doğurganlık başkanı” olma vaadinin bir sebebi de bu.

Demografik tahminler aslında tuhaf bir karışım demek. Bir yanda kesinlikler (2070’te 50 yaşında olacak tüm insanlar halihazırda doğmuş durumda), diğer yanda ise bilinmezler (Bugün 20 yaşındaki gençlerin kaçı çocuk sahibi olmayı seçecek?) var. Uzun vadede katlanarak küçülme şaşırtıcı derecede hızlı görünüyor. Ancak ilk aşamada değişimin hızı yönetilebilir olmalı ki toplumlar bu sorunla başa çıkabilsin.

Neden iyimseriz?

Felaket tellallarına şüpheyle yaklaşmak için de nedenler yok değil. Yapay zeka abartılıyor olabilir ama nüfusun azalma hızından daha süratli ilerlediği açık. Dolayısıyla yapay zeka veya henüz bilinmeyen başka bir teknoloji, azalan insan sayısının inovasyon üzerindeki olumsuz etkisini muhakkak hafifletecektir.

İyimserlik için bir sebep daha var. Sağlıklı yaşam süresi uzuyor. Daha uzun süre üretken kalabiliyoruz. 41 ülkeyi kapsayan bir araştırmaya göre 2022 yılında 70 yaşında olan bir kişinin bilişsel yetenekleri 2000 yılında 53 yaşında olanlarla aynı. Elbette bu ilerlemenin de sona ermesi mümkün. Ancak devam ettiği sürece iş gücünün erimesini yavaşlatması ve toplumlara on yıllar kazandırıp uyum sağlamalarını mümkün kılması muhtemel. İnsan sermayesini heba eden ülkeler genç beyinleri daha iyi besleyip eğiterek ve kadınların çalışmasının önündeki engelleri kaldırarak bu sermayeyi daha iyi değerlendirme yolları bulabilir. Özetle, nüfusun azalması onun illa yoksullaşacağı anlamına gelmiyor. Japonya’da yirmi yıldır nüfus sürekli azalırken yaşam standardı gözle görülür biçimde yükseldi.

Macaristan sürece direniyor da ne oluyor?

Milliyetçiler dünyanın yapısının değişeceği konusunda haklı. BM tahminine göre bile Çin nüfusu 2100 yılına kadar yarıdan fazla azalacak. Hindistan daha uzun süre sabit kalacak. Avrupa ve Amerika nüfus azalmasını göç yoluyla erteleyebilir veya ertelememeyi tercih edebilir. Gelecekteki yapı Afrika’ya bugünkünden daha fazla benzeyecek. Gerçi orada da doğurganlık hızla geriliyor. Büyük ve kademeli jeopolitik ve kültürel değişimler anormal değil. Dünya geçmişte bunlarla başa çıktı ve kesinlikle yine çıkabilir.

Doğurganlığın artması gerektiğini savunan kesimler bu sarsıcı trendlere karşı koymak için kamu kaynaklarının kullanılarak ülke içindeki doğum oranının artırılmasını umuyor. Ama öyle olmuyor. Hükümetlerin ailelerin hayatını kolaylaştırmak gibi bir rolü olsa da insanlara daha fazla çocuk sahibi olmaları için para vermek ya aşırı pahalıya patlar ya da işe yaramaz. GSYİH’sinin yüzde 6’sını doğum yanlısı politikalara harcayan Macaristan bile ikame oranını yakalayabilmiş değil. Macaristan’la ilgili bazı araştırmalara göre şişirilmiş bebek primleri doğumların zamanlamasını etkilese de toplam sayıyı değiştirmiyor.

Siyasete yaşlılar karar verecek

Azalan ve dolayısıyla yaşlanan nüfus zaman içinde büyük ekonomik ve sosyal düzenlemeler gerektirecek. Çok yaşlılar bakıma ihtiyaç duyacak (gerçi hayatının ilk yirmi yılında desteğe ihtiyaç duyan gençlerden daha maliyetli olmayacaklar). Yaşlılar sandığa gitmeye daha yatkın olduğundan siyasete de onlar şekil verecek. Bu yüzden yaşam beklentisine uygun olarak emekli yaşını yükseltmek zorlaşabilir ancak hükümetler er geç bunu yapmak zorunda kalacak.

Daha boş bir gezegene uyum sağlamak kolay değilse de mümkün. Demografik felaket tahminlerinin hiçbiri bu yüzyılda olası görünmüyor. 2100 yılı ise hâlâ çok uzak ve oradan ötesine dair tahminler anlamsız. Kim bilir? Belki de o zamana kadar ebeveynler çocuk yetiştirmeyi daha az yorucu hale getiren teknolojilere kavuşur ve aileler yeniden genişlemeye başlar. Elbette bu da spekülasyondan ibaret. Şimdilik dikkatli olmak için sebepler var ama paniğe kapılmak mantıklı görünmüyor. 

Oksijen 245

Çocuklar Boşlukta

 

Çocuklar boşlukta çetelere savruluyor

Çocukların karıştığı suçlar arttıkça 16 yaş altına ceza indirimine karşı sesler de yükseliyor. Uzmanlara göre sorunu çözmenin yolu hapis süresini artırmak değil
Çocuklar boşlukta çetelere savruluyor

Son zamanlarda Türkiye’de çocuklar tarafından işlenen suçların kamusal görünürlüğü artıyor. Özellikle 24 Ocak’taki Mattia Ahmet Minguzzi cinayetinden sonra başlayan “16 yaş üstüne ceza indirimi yapılmaması” yönündeki talepler, 8 Eylül’deki İzmir Balçova’daki karakol saldırısının ardından yeniden kuvvetlendi. İki olayda da hem olayların içerdiği şiddet hem de çocuk faillerin suça “aşina” olduklarını hissettiren görüntüler hassasiyeti artırdı. Suç örgütlerinin pek çok saldırı ve cinayette 18 yaş altı kişileri kullandığı da çok sık dillendirildi. Oksijen’in 12 Eylül tarihli sayısında Zülfü Livaneli’nin kaleme aldığı “Çocuk mu suçlu mu?” başlıklı yazısı da bu hararetli tartışmanın çeşitli can alıcı unsurlarına işaret ediyor ve çözüm için atılması gereken bazı adımlara dikkat çekiyordu.

Böyle bir ortamda Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, çocuk faillerin artış gösterdiği cinayet vakalarında cezaların artırılacağına dair açıklamalar yaptı. Bu yönde bazı yasal değişikliklerin yapılacağına dair tahminler var. Ancak uzmanlar, asıl sorunun çocukları suça sürükleyen koşullar olduğu, bu koşullar düzeltilmedikçe cezaların ise çözüm olmayacağı görüşünde.

İki çocuk: Balçova Karakolu saldırganının 'profesyonel' hali (solda) ve Mattia Ahmet Minguzzi'nin katilinin gülerken ki görüntüleri çok konuşuldu.

Eğitime inanç kalmadı, kriminal grupların vaadi ‘güç ve aidiyet’

Prof. Dr. Biray Kolluoğlu / Sosyolog

Son dönemde çocuklar arasında artan şiddet olayları ve suç oranlarının altında iki temel faktör yatıyor: Türkiye’nin gelir dağılımındaki büyük bozulma ve eğitime inançtaki yıpranma. Suç sosyolojisi çalışmıyorum ama şunu çok rahat söyleyebiliriz: Bu ülke, eğitime hep inanan bir ülkeydi. Bu orta sınıf, işçi sınıfı da dahil olmak üzere herkes için geçerliydi. Her aile çocuğuna biraz yatırım yaparsa kendisinden daha iyi olacağına inanıyordu. Fakat bu inanç son dönemde yıprandı. Çünkü ailelerin çocuğunu gönderebileceği iyi eğitim kurumu kalmadı. Bu inançsızlık da gençleri eğitim kurumlarından kopardı.

Aileler eğitime inanıyor olsalar bile çocuğu okula göndermek ekonomik açıdan zorlaştı. Tabii, bunda sosyoekonomik açıdan zayıf ailelerin, çocukların eve getireceği katkıya duydukları ihtiyacın artması da etkili. Ancak devlet okulları bile kayıt için para isterken, çok sayıda ailenin çocuğunu okutacak gücünün olmadığı söylenebilir.

Ailenin bir şey yapamadığı çocuk için öğretmenler de bir şey yapamaz hale geliyor. İşte bu noktada kimi kriminal örgütler bu çocuklara umut veriyor, aidiyet duygusu veriyor. Bu polarize olmuş toplumda nerede duracağını bilemeyen gençlik de oraya gidiyor. Çünkü bu örgütler en azından bugüne dair bir kurtuluş sunuyor o çocuğa. Bu umutsuzluğun içinde, maço bir ‘Güçlüyüz’ söylemi o gence, bir grupla birlikte var olabildiğini düşündürüyor.

Bu gruplar, ergenler için çok önemli olan “var olabilmek”, “bir gruba aidiyet” gibi manevi çıkarların yanında maddi çıkarlar da sunuyor. Öyle büyük bir şey olmasına da gerek yok. Çünkü bir ergen için bir ayakkabı, bir tişört, bir saç kesimi o kadar önemli şeyler ki… Bunların hepsi kimlik inşa sürecinin bir parçası. Dolayısıyla zaten ön lobları gelişkin olmayan yani rasyonel değerlendirme yapabilme kapasitesi az olan ergenlerin, iyice boşluğa itildikleri böylesi bir dönemde suça yöneldiğini görüyoruz. 

“Ailenin cezai sorumluluğunun artırılmasını tartışmalıyız”

İnci Vural / Pedagog

Klinik gözlemlerimizde suç yaşı düştü. Bağ kurma, aidiyet duygusu geliştirme ihtiyacında olan çocuk ve gençlerin bunu sağlıklı kanallar ve yollarla yapamaması ve öfke gibi doğal bir duygunun doğru yollarla ifade edilmesinin örneklerine şahit olamamaları çocukları suça sürüklüyor.

Sosyal adaletsizlik, ekonomik zorluk ve ülkenin stresli ortamı nedeniyle yetişkinler büyük bir baskı altında, çocuklarına ulaşmakta güçlük çekiyor. Bununla birlikte zamansızlık da ebeveyn-çocuk ilişkisi içinde ciddi bir sıkıntı. Bu zamansızlık, çocuğun empati kurarak ilişki geliştirme potansiyelini azaltıyor. Bunun yarattığı boşluk ve bağımsızlık çocukları, örgütlerin, çetelerin, şahısların tuzağına düşürmeye de hazır hale getiriyor.
Bir suçun cezai karşılığının olmadığı hissinin gittikçe yaygınlaşması ve toplumsal adaletsizlik de önemli bir unsur. Bu, bir toplumda en çok suç potansiyeli yaratan şey. Kriminal gruplarda kendine güç bulan, kendini orada anlaşılmış, bağ kurmuş ve ait olduğu bir yer varmış gibi hisseden bir çocuk veya genç, işleyeceği suçtan büyük bir ceza almayabileceğine de inanırsa suça yönelmek gittikçe kolaylaşıyor. Hatta çocuk bunu bir madalya gibi taşıyacağını düşünerek hareket ediyor.

Sosyal medyada, dizilerde, internet üzerinden oynanan oyunlarda şiddetin bir racon gibi, kalite gibi, delikanlılık gibi gösterilmesi tabii ki çocukları ve gençleri etkiliyor. Çünkü bu yaşlarda herkes kendine bir model arıyor ve bu model böyle şekerlemenin altına saklanmış suç ise çocukların kolayca özdeşleşebilecekleri birer nesne oluyor.

Riskli ailelerin, riskli çocukların tespit edilip psikolojik ve sosyolojik destek sağlanması çok önemli. Çalışan anne - babalara yönelik sosyal politikalar geliştirilmeli. Ailelerin desteklenmesi kadar toplumsal düzenin, ve adalet duygusunun da şekillenmesi çok mühim.

Çocuklarını fazla kayıran, onların kusurlarını görmeyen aile tipi de yaygınlaştı. Bu ailelerin çocuklarına vereceği eğitim cezai önlemler kadar önem taşıyor. Çok tartışılan ceza konusunda bir şey söylemek gerekiyorsa ailelerin cezai yükümlülüklerinin artırılmasının da üstünde önemle durulması gerek. 

“Haksızlığa uğrayanın suça yönelik davranış riski artar”

Prof. Dr. Özgür Öner / Çocuk ve ergen psikiyatrı

Suça yönelik davranışlarla ilgili geçerli bazı teorilere göre, bu davranışların ana nedeni ‘gerginlik’ ve ‘zorlanma’ olarak tanımlanabilir. Gerginlik üç nedenle ortaya çıkar: Kişinin amaçlarıyla bu amaçlara ulaşabilme kaynakları arasındaki uyumsuzluk; iş, okul, ilişkiler gibi olumlu uyaranların kaybı; ailede uzun süreli çatışmalar ve akran zorbalığı gibi olumsuz uyaranların varlığı. Bu durumlarda ortaya çıkan olumsuz duygularla, özellikle de öfkeyle başa çıkmak için çocuk suça yönelik davranışlar geliştirir.

Bu her bireyde aynı etkiye yol açmaz, kişinin algı ve yorumu belirleyici. Çocukların yoğun olarak hissettikleri, kontrollerini kaybettikleri, haksızlığa uğradıklarını düşündükleri veya davranışlarını haklı gördükleri durumlarda -ki buna da ‘zorlanma’ diyoruz- suça yönelik davranış riski artar. Zorlanmalara eşlik eden kaygı ve depresyon gibi durumlar davranış kontrolünü daha da zorlaştırır.

Sosyal kontrolün azalması, arkadaş grupları ve sosyal medya gibi çeşitli uyaranlar da suça yönelik davranışların artmasında bir risk faktörü. Sosyal kontrol ne kadar azsa suça yönelik davranışlar da o kadar artar. Aile tarafından yeterli kontrolün olmaması, toplumsal bağlardaki zayıflık, akademik veya mesleki bir bağ olmaması gibi durumlar riski artırır. Çeşitli arkadaş grupları, yaşanılan çevre, genel toplumsal sorunlar ve şiddet davranışlarına yaklaşım, sosyal medya ise özendirici olabilir.

Ülkemizin genel sosyal durumu, içinde bulunulan gergin ve ‘adaletsiz’ ortam; amaçlara, uygun yollarla, örneğin çalışarak ulaşılamayacağı inancı; yoksulluk ve yoksunluk; suçun ve şiddetin özendirilmesi ve belli durumlarda meşru gösterilmesi; olumlu deneyimlere ulaşmada zorluk; madde kullanımında artış; sosyal medyanın etkisi gibi risk etmenlerinin ülkemizde belirgin olarak yükseldiğini görüyoruz. Bu da çocukların suça yönelmesine neden oluyor.

Cezaların artırılması kesinlikle çözüm değil. Özellikle de cezaların adil olmadığı, güçlü olanların ‘yakayı sıyırdığının’ düşünüldüğü bir ortamda bu, daha fazla öfkeye yol açacaktır. Gençlere amaçlarına uygun bir şekilde ulaşma imkanlarının sağlanmadığı ve becerilerin kazandırılmadığı bir uygulamanın uzun süreli bir olumlu etkisi olamaz. Tam tersine uzun süren cezalar ve iyileştirmenin olmaması daha sonraki hayatlarındaki yetkinliklerini ve toplumda olumlu bir yer ve çevre edinme olasılıklarını da azaltır.

Bireylerin meşru amaçlarına (iyi ve kaliteli eğitim öğretim, eşitlik, adalet, özgürlük, uygun gelir getiren iş, barınma, kendini ifade etme, hobiler, spor gibi olumlu deneyimlere ulaşabilme) uygun yöntemlerle ulaşabilme olanağı devlet ve yetkililer tarafından sağlanmalı. Toplumdaki genel adaletsizlik, ümitsizlik, çaresizlik hislerini azaltacak adımlar atılmalı. Sosyal medya ve basında özellikle dezavantajlı gruplara karşı şiddeti özendiren ve meşrulaştıran paylaşımlara dikkat edilmeli. Aileler ve okullar çocuklara yeterli rehberliği sağlamalı ve onlara duygu kontrolü, sorun çözme gibi beceriler kazandırmalı. 

“Hapis son çare olmalı, ceza arttıkça huzur da artmıyor”

Suç sosyolojisi üzerine çalışan, Koç Üniversitesi’nde öğretim görevlisi Nilay Kavur ise hapsetme oranının yüksek olduğu ABD üzerinden bir kıyaslama yaparak Türkiye’deki mevcut ceza tartışmalarını şöyle değerlendiriyor:

Uluslararası karşılaştırmalı kriminoloji çalışmalarında gördüğümüz üzere, cezanın arttırılması daha az suçun olduğu, daha huzurlu bir toplumu beraberinde getirmiyor. ABD, hapsetme oranıyla (100 bin nüfusta 541) dünyada 5’inci sırada ve özellikle, okullardaki toplu silahlı saldırılarıyla gündemde.

Artan şiddet ve artan hapsetme oranlarını, politik-ekonomi perspektifinden inceleyen kriminologlar, ABD’yi yüksek hapsetme oranlarıyla bir prototip olarak ele alıyor ve şöyle özetliyor: Devletin sol elinin zayıf, sağ elinin güçlü olduğu, sosyal güvenliğin, yani eğitimin, sağlığın özelleştirildiği, devletin sosyo-ekonomik refah anlamında minimal kaldığı neoliberal rejimlerde, devlet, suça karşı çözüm olarak sadece hapis cezasını geliştirebilir ve bu yetersiz kalır.

Nilay Kavur

 

Türkiye’de de tablo benzer. Türkiye, hapsetme oranıyla (100 bin nüfusta 488) 10’uncu sırada. Şiddet her gün yeni bir boyut kazanıyor. Fakat kanunla ihtilaf halindeki çocuklar özelinde uygulanan tek çözüm, her ne kadar resmi söylemde "son çare" dense de, ilk çare olarak hapis cezası. Halbuki o raddeye gelene kadar, Çocuk Koruma Kanunu ve ilgili yönetmelikler, şiddetin önünü alacak bir dizi düzenlemeyi barındırıyor. Mevzuata göre Sosyal Hizmet görevlilerine büyük görev düşüyor ancak çocuk hakim ve savcılarının aktardığına göre, bu kanunların altını dolduracak altyapıya hiç yatırım yapılmamış. 

Oksijen Gazetesi -245

1 Eylül 2025 Pazartesi

UCUBELERİN SESİ, DIANE ARBUS

 

UCUBELERİN SESİ, DIANE ARBUS

A New Look at a Diane Arbus Exhibition, 50 Years Later

Diane, 1923 yılında aristokrat bir Yahudi ailesinin kızı olarak New York'ta Central Parkın batısındaki Park Avenue'da doğdu. Annesi Nemerov, Rus göçmeni bir ailenin kızıydı ve ailesine ait Russek Kürk Mağazası'nın sahibiydi. Kendinden küçük bir kız kardeşi olan Diane'nin, ünlü bir şair olan Howard Nemerov ise ağabeyiydi. Sert yapılı ve baskıcı bir baba ve sürekli depresyonda olan bir annenin gölgesinde büyüyen Diane'nin ailede tek dostu ve dayanağı ise ağabeyi Howard'tı.

"Ailemin serveti bana hep bir kusur gibi göründü, bundan utandım. Hayatım, Tralsilvanya civarında garip bir Avrupa ülkesinin film setini andıran ortamındaki yapayalnız bir prensesinkini andırıyordu."

Diane, on üç yaşında tanıştığı, ailesinin mağazasında reklam müdürü olarak çalışan, Allan Arbus ile on sekiz yaşında kaçarak evlendi. Bu evlilikten Doon ve Amy adında iki kız çocuğu oldu. Ailesinin soğuk ve sevgisiz evinden kurtulan Diane bu dönemde kocası Allan'ın sayesinde fotoğrafla tanışmış oldu. Geçimlerini sağlayabilmek için birlikte bir fotoğraf stüdyosu açtılar. Bu yıllarda, Lisette Model'den fotoğrafçılık dersi alan Diane, fotoğrafçılık konusunda kendi tarzını oluşturmaya başladı. Bir süre sonra Diane ve Allan'ın ev/iliklerini kabul eden aile, Allan', da mağazalarının fotoğrafçısı yaptılar. Diane'de mağazada kocasına yardım etmeye başladı. Böylece Diane, kocasıyla birlikte moda fotoğrafçılığına adım attı. Kısa süre sonra kendini çocukluğundan beri yalnız hissettiği bu şaşalı hayatın içinde yine mutsuz hissettiğini ve fotoğraf konusunda kendini dışa vuracak modellerin mankenler olmadığını fark etti. Diane, fotoğraf alanındaki asıl çıkışını 1958 yılında Allan'dan ayrıldıktan sonra yakaladı. Vogue, Esquire gibi dergilere çekim yapmaktansa, kendi hayal gücünü ve iç dünyası yansıtacağı modellerin arayışına çıktı. Hubert's Freak Museum'a (Hilkat Garibesi Müzesi) gidip, orada saatlerce zaman geçirip gözlem yaptı.


Toplumun 'ucube' dediği insanlar artık onun baş modelleri olacaktı. Eşcinseller, travestiler, down sendromlu bireyler, cüceler, devler, akıl hastaları, sokak çocukları ve fahişeleri fotoğraflıyor; akıl hastaneleri, çıplaklar kampı, ucuz otel ve parklar onun meskeni haline geliyordu. Saatlerce sokakta dolaşıyor, bazen gözüne kestirdiği birini evine kadar takip ediyor, onunla uzun sohbetler edip, sonrada ikna ederse fotoğrafını çekiyordu.

   


Peki bir travesti, bir fahişe, o dönemin muhafazakar aile yapısının içinde, tanımadığı birine kendini açar, poz verir, ifşa olmasını nasıl kabul ederdi? Ya da bir sanatçı, toplumun dayattığı estetik anlayışına bu kadar zıt işler üretmek için neden bu kadar çaba gösterirdi?

Diane, çocukluğunda yaşadığı zorlayıcı koşullar nedeniyle büyük acılar çekmişti. Zengin bir ailede kapalı kapılar ardında büyümesi, annenin sürekli depresyonda olması, babanın otoriterliği nedeniyle kendini hep farklı ve değersiz hissetmişti. Bu nedenle kendini tıpkı onun gibi dışlanmış hisseden bu insanlara karşı bir bağ kuruyor, onların sesi olmak istiyordu. Onların maskelerini kaldırmak, sakladıklarını göstermek istiyordu. Onun fotoğraflarında poz veren insanlar, en doğal halleriyle bakıyorlardı objektife.

Yüzlerindeki belirsiz ifade adeta bir meydan okuyuştu. Diana'nın fotoğraf sanatına olan tutkusu ve özgün tarzı kısa sürede dünya tarafından da fark edildi. 1965 yılında Guggenheim Vakfı 'Amerikan Ayinleri, Davranışları ve Gelenekleri' başlıklı önerisi için ona burs verdi ve bu burs 1966 yılında yeniledi. İlk sergisini açtığında kimi onu alkışladı, kimileri; çirkinliğin bu kadar öne çıkarılmasının etik olmadığını savunup yerden yere vurdu. Susan Sontag, Diane'nin modellerini küçük düşürücü bir biçimde kullandığını yazdı. Oysa Diane'ya göre:

"Ucubeler en çok fotoğrafladığım kişiler olmuştur, çünkü ilk fotoğrafını çektiğim kişiler onlardı ve benim için muhteşem heyecan kaynağı olmuşlardı. Onlara tapardım. Hala da bazılarına tapıyorum. En yakın arkadaşlarım onlar demiyorum ama bana utanç korku hayranlık karışımı bir duygu verirlerdi.

Birçok insan yaşarken travmatik bir tecrübe yaşayacaklarına dair ödleri kopar. Ucubeler kendi travmaları ile doğduklarından, hayattaki sınavları zaten geçirmişlerdir. Onlar aristokratlardır."

1971 yılında aldığı ilaçlarla ve bileklerini keserek hayatına son veren Diane'in ölümüyle ilgili en yaygın söylenti, intiharını kare kare fotoğraflandırdığıdır. Ancak bu iddia hiçbir zaman kanıtlanamadı. Ölümünden sonra ünü daha da artmış, 'Freak Photographer' (Ucube Fotoğrafçısı) olarak ünlenmişti.

1972 yılında, ölümünden tam bir yıl sonra, Aperture dergisinin Moma sergisi için bastığı monograf 100.000 adet sattı ve sergi yedi milyon kişi tarafından ziyaret edildi. 'ldentical Twins' adlı fotoğrafı, 2004 yılında 478.000 dolara satılarak, dünyanın en pahalı altıncı baskısı oldu.

Diane'nin marjinal tarzından reklam ve sinema dünyası da esinlenmiştir. 1980 yapımı Stanley Kubrick filmi The Shinning'deki ikizler, 'ldentical Twins' fotoğrafından esinlenilip yaratıldı. Ayrıca 2006' da vizyona giren Steven Shainberg'in yönettiği, Nicole Kıdman ve Robert Downer Jr.'ın başrollerini paylaştığı 'Fur' adlı film Dianne'nin hayatını anlatmaktadır.

Dünya tarihindeki hayat hikayelerine baktığımızda, çoğunlukla fakirlikle geçirilen çocukluk sonrası başarı, ün ve paraya kavuşulduğunu görmekteyiz. Diane Arbus'us yapayalnız bir prenses diye tarif ettiği hayat hikayesi ise bu çoğunluğun aksine daha bir dikkat çekicidir. Zengin bir ailede doğmasına, aristokrasinin hüküm sürdüğü varlıklı bir ailede yetişmesine rağmen, zorlayıcı koşullardan muaf olarak yaşaması ona acı vermekteydi. Kendini bulmaya çıktığı bu yolda, zengin ve rahat bir hayatı geride bırakıp, toplumun yüzüne bile bakmadığı, alt sınıf olarak nitelendirdiği, bir sınıfa kendini ait hissetmesi ve onlara arkadaşça yaklaşması, onun ne kadar cesur ve iyi bir yüreğe sahip olduğunu gösterir. Bunun uğrunda kendi sınıfı tarafından yalnız bırakılıp eleştirilse de yıllar sonra çektiği fotoğraflarla ayakta alkışlanmış, eserleri ikon haline gelmiş ve birçok sanat dalına özgün ve yaratıcı tarzıyla ilham kaynağı olabilmeyi başarmıştır. Toplumun dayattığı insani olamama baskısından arınıp, kendi yolculuğuna çıkan ve kendini bulmaya çalışan, tüm cesur yüreklere selam olsun.

Canan MAKTAL- OT Dergisi, Sayı: 143

17 Ağustos 2025 Pazar

Türkiye’nin akademik “kobra çiftlikleri”

 

Türkiye’nin akademik 

“kobra çiftlikleri”



Akademisyenlerimizin şüpheli atıf davranışlarıyla dünyada nam salmalarının ardında, YÖK’ün “teşvik” sistemi var. YÖK bir yandan nicel performansı ödüllendirirken, diğer taraftan “güvensiz” yayınları frenlemeye çalışıyor. Bu da bana İngiliz sömürgesi döneminde Hindistan’da ölü yılan başına verilen ödülü almak için kurulan kobra çiftliklerini hatırlatıyor...


Güven; bir toplumun ayakta kalmasını sağlayan temel harç... Doktora gittiğinizde size yazdığı reçeteye, çocuğunuzu emanet ettiğiniz öğretmene, oturduğunuz binayı inşa eden mühendise güvenirsiniz. Neden? Çünkü o unvanları hak ettiklerini varsayarsınız. Bu varsayımın temelinde de o diplomaları veren kurumların dürüstlüğü yatar: Üniversiteler.

Ancak kısa bir süreliğine de olsa gündemi meşgul etmiş olan diploma krizi gibi, kapalı kapılar ardında pişmekte olan ve çok nadiren haberlere konu olan bir kriz daha var: Akademik güvenilirlik krizi… Ve bu kriz, dünya çapında çok hızlı şekilde bir balona dönüştü ve çok yakında gürültüyle patlayacak. Korkarım Türkiye’de bu krizin boyutları dünya ortalamasının da çok ötesinde…

Olayın özü şu ki bilimde güven zinciri hızla kırılıyor ve dilimizden düşmeyen liyakat her geçen gün biraz daha metaya dönüşüyor. Artık hepinizin bildiği üzere, akademik unvanlar internetten ayakkabı sipariş eder gibi satın alınabiliyor; ama bundan da öte, akademiye hasbelkader “dürüst” yollarla girmiş akademisyenler bile, deneyimledikleri baskı dolayısıyla ve kimi durumda da belli bir pozisyona gelebilmiş olmalarına rağmen o pozisyonun ağırlığına denk bir liyakate sahip olmadıkları için gitgide daha da etik-dışı yöntemlere başvuruyorlar.

Artık bireysel değil endüstriye dönüştü

Ne yazık ki bu, birkaç öğrencinin ödevinde yaptığı intihalden ibaret değil: Dünya genelinde öğrenciler arasında yapılan anketler, %60 ila %95 arasının kariyerlerinin bir noktasında kopya çekme veya intihal gibi dürüst olmayan davranışlarda bulunduğunu kabul ettiğini gösteriyor. Ama artık karşımızda bireysel etik ihlaller yok; sahtekarlığın endüstrileştiği, organize ve ticari bir yapı var. Manzara o kadar vahim ki, her şeyin bir fiyat etiketi var: Yüksek lisans tezi 30 bin TL, doktora 100 bin TL. Hatta 500 bin TL’ye “Doçentlik Paketi” adı altında, yayın garantili, anahtar teslim hizmet sunan bir “sektör” oluşmuş durumda.

Bu organize sahtekarlık şebekesini anlamak için, bir sahte lüks çanta pazarını düşünün.

Her şeyden önce, resmen “Makale Fabrikaları” kurulmuş halde. Bunları, Türkiye’de epey popüler olan o sahte çantaları üreten merdiven altı atölyeler gibi düşünebilirsiniz. Bunların tek farkları, ürettikleri ürünün “bilimsel makaleler” olması... Ve bilimsel makale, bilimin kutsal yapı taşı gibidir; çünkü bilim insanları bulgularını bilimsel makaleler üzerinden dürüstçe ilan ederler ki diğer bilim insanları onların bulgularını okuyabilsin, uygulayabilsin, yineleyebilsin ve sonuçlarını tekrar edebilsin (veya yanlışlayabilsin). Ne var ki bir araya gelerek “bilim” dediğimiz o muhteşem yapıyı oluşturan makaleler, artık endüstriyel bir şekilde üretilmeye ve satılmaya başlandı: Yapay zeka kullanarak şablon metinler hazırlıyorlar, laboratuvar görsellerini manipüle ediyorlar, tamamen uydurma verilerle bir dolu makale üretiyorlar. Ve bu sahte ürünler üzerindeki yazarlıkları, binlerce dolara satıyorlar.

Sahtekarlığın ikinci ayağı, “Yağmacı Dergiler”. Bunlar da o sahte çantaların satıldığı gösterişli ama içi boş dükkanlar... Bunlar, akademisyenlere “Makalenizi 24 saatte yayınlayalım” gibi vaatlerle geliyorlar. Ancak dürüst bir akademik dergide olanın aksine, bunların derdi yayınlayacakları çalışmanın bilimsel değeri değil; sizden alacakları ücret... Ortada kalite kontrolü yok, akran denetimi yok… Varsa da sadece göstermelik olarak var. Parayı veren, makaleyi yayınlar… Halbuki biliyorsunuz, akademik bir makaleyi diğer sıradan metinlere göre çok daha kıymetli ve özel yapan şey, sadece o makaleyi yazan tarafından değil, bağımsız 2 ila 5 akademisyen tarafından o makalenin okunup ölesiye eleştirilip yerin dibine sokulup çıkarılması sonrasında yapılan ve binbir emek gerektiren düzeltmeler sonucunda yayınlanmış olmasıdır. Ama yağmacı dergiler, bu değeri ayaklar altına alıp metalaştırmaktadır.

Birbirlerine atıf yaparak şişiriyorlar

Son olarak, bir de “Atıf Kartelleri” var. Bunlar da işin pazarlama ayağı... Tıpkı sahte sosyal medya takipçileri veya şişirilmiş yorumlar gibi, bir grup akademisyen anlaşıp birbirlerinin çalışmalarına yalandan atıfta bulunarak popülerliklerini şişirirler. Halbuki biliyorsunuz, bir makalenin değeri, o makalenin yazarı, süslü dili veya abartılı iddiaları ile değil, başka akademisyenlerce ne kadar sık test edildiği ve kaynak metin olarak kullanıldığına göre belirlenir. Ancak bu organik bir şekilde olmazsa da sadece metriklerini şişirmek isteyen akademisyenlerin birbirlerinin makalelerini yerli yersiz bir şekilde atıflamasıyla olursa, o zaman atıf sayısı da bir ölçüt olmaktan çıkar.

Bu, aslında küresel bir sorun. Örneğin Wall Street Journal’ın geçen hafta raporladığına göre sadece 2016 ile 2020 yılları arasında bu şekilde sahtekarlıklara dayalı yöntemlerle yayımlanan dergilerin sayısı her 1.5 yılda bir 2 katına çıktı! Akıl alır gibi değil! Örneğin dünyanın en büyük bilim yayıncılarından olan (ve bünyesinde 1600’den fazla dergi barındıran) Wiley, yaptığı bir inceleme sonucunda 11 bin 300’den fazla makaleyi yayından kaldırdı ve 19 dergisini sahtekarlık dolayısıyla kapatma kararı aldı. Benzer şekilde Taylor & Francis adlı bir diğer büyük yayıncı, bünyesindeki 2 bin 700’den fazla dergiden biri olan Bioengineered’ı “yağmacı dergi” uygulamaları dolayısıyla kapattı. Yakın geçmişte yayınlanan bir akademik makale, toplamda 2 bin 213 makalenin içinde geçen 4 bin 188 fotoğrafın birbirinden çalınarak, orijinal görselmiş gibi yayınlandığını ortaya koydu. Tüm bu sayılar kulağa çok gelse de, insanlığın akademik çıktısının yanında halen çok küçük sayılar. Ama işte, söz konusu bilim gibi hassas ve kıymetli bir uğraş olunca, bu sayılar bile kabul edilebilir gibi değil. Hem bu sayılar sadece bildiklerimiz. Daha bilmediğimiz ne sahtekarlıklar dönüyor?

Artık maalesef söylemeye gerek yok ama, işin Türkiye’deki boyutu çok daha korkutucu boyutlarda. Üniversitelerimizde üretilen her üç lisansüstü tezden birinde (%34 civarında) “ağır intihal”, yani bilgi hırsızlığı tespit ediliyor. Daha da çarpıcısı, Stanford Üniversitesi’nin bir çalışması…

Kariyerinin başında anormal derecede hızlı yükselen, şüpheli atıf davranışları sergileyen yazarlar listesinde Türkiye, dünya ikincisi. Çin’den hemen sonra geliyoruz. Bu, sahtekarlığın bizde ne kadar sistemik ve normalleşmiş bir hal aldığının uluslararası tescilidir.

Peki neden? Akademisyenler neden bu yollara başvuruyor? Cevap, sistemin kendisinde yatıyor. Akademide meşhur bir laf vardır: “Publish or Perish”. Yani “Ya Yayın Yap ya da Yok Ol”. Bundan sadece 100 yıl önce olanın aksine, günümüzde akademisyenler sahalarında yetkinlik iddiasında bulunabilmek ve devletten fon kapabilmek için durmadan makale yayınlama baskısı altında yaşıyorlar. Üniversitelere gelen kaynaklar da yayın sayısı ve atıf sayısı gibi metriklerden etkilendiği için, üniversite yöneticileri de akademisyenler üzerinde muazzam bir baskı kuruyorlar. Bu baskının üstesinden gelemeyen akademisyenler (hele ki ahlaksızlığa da eğilimleri varsa) bu sayıları kolay yoldan şişirmeye çalışıyorlar. Özellikle de Türkiye’de bu baskı “Akademik Teşvik Ödeneği” gibi anlamsız mekanizmalarla adeta dopinglenmiş durumda. Sistem diyor ki: “Ne yayınladığın değil, kaç tane yayınladığın önemli. Puan topla, ödeneği kap.” Bilim gibi bir uğraş için bu ne feci, ne acımasız bir yaklaşım, düşünebiliyor musunuz?

Bu durum, bana “Kobra Etkisi” denen bir vakayı hatırlatıyor. İngiliz sömürge döneminde Hindistan’da kobra yılanları çoğalınca, vali şehirdeki yılanları azaltmak için getirilen her ölü kobra başına ödül vaat eder. Sonuçta ne olur? Girişimci Hintler, kolay yoldan para kazanmak için kobra çiftlikleri kurmaya başlarlar. Vali durumu fark edip ödül programını iptal ettiğinde ise çiftlik sahipleri ellerindeki değersizleşen yılanları sokağa salarlar ve kobra sorunu eskisinden çok daha kötü hale gelir.

Üretimin yerini puan yarışı aldı

İşte Türkiye’deki akademik teşvik sistemi de tam olarak bu etkiyi yaratmıştır. Teşvik ödeneği “ödül”, sahte ve kalitesiz yayınlar ise “kobralar”dır. Sistem, kalite yerine niceliği ödüllendirerek, kendi kobra çiftliklerini (yani makale fabrikalarını ve yağmacı dergileri) yaratmıştır. Amaç bilgi üretmek değil, puan toplamak haline gelmiştir.

Burada trajikomik bir paradoks yaşıyoruz. Sistemi yöneten Yükseköğretim Kurulu (YÖK), aynı anda hem yangını körükleyen hem de itfaiyecilik oynamaya çalışan bir kurum konumunda. Kağıt üzerinde (de jure) baktığınızda, Türkiye’nin yasal çerçevesi güçlü. 2547 Sayılı Kanun’a göre intihal, meslekten çıkarma sebebidir. TÜBİTAK’ın dergi kriterleri, etik kurullar var. Ancak fiiliyatta (de facto), sistemik baskı o kadar yoğun ki, kuralların etrafından dolaşmak, kurallara uymaktan daha “rasyonel” bir davranış haline gelmiş.

YÖK bir eliyle nicel performansı ödüllendiren teşvik sistemiyle gaz pedalına basarken (yani “kobra ödülünü dağıtırken”), diğer eliyle yağmacı dergileri yasaklayarak veya disiplin yönetmelikleriyle frene basmaya çalışıyor (yani “sokaktaki kobraları toplamaya çalışıyor”). Bu, kendi kendini baltalayan, verimsiz bir döngüden öteye gidemiyor.

Söylemeye gerek yok ama, bu böyle gitmez. Sadece semptomları tedavi ederek bu hastalığı durduramayız. Belirli dergileri yasaklamak çözüm değil; talep olduğu sürece arz kendini yenileyecektir. Asıl sorun, “akademik başarı” tanımını sadece sayılabilir çıktılara indirgemiş olmamızdır. 

Çözüm için yapılması gereken şey, Türkiye’deki birçok sorunun tedavisi olan radikal bir zihniyet değişikliği: Teşvik ve yükselme sistemini kökten değiştirmemiz gerek. Niceliği değil; araştırmanın kalitesini, etkisini, özgünlüğünü ve en önemlisi dürüstlüğü ödüllendiren bir sisteme geçmek zorundayız.

Bunu yapmadığımız sürece, akademik kobra çiftlikleri çalışmaya devam edecek ve bilimin ışığı yerine sahtekarlığın gölgesinde yaşamaya mahkum olacağız. Böyle bir lüksümüz yok. 

Çağrı Mert Bakırcı- Oksijen/240

8 Ağustos 2025 Cuma

Bazılarımız ilk ölümsüz insanlar olacağız!

 

Ölümsüz İnsan'ın yazarı José Cordeiro: “Bazılarımız ilk ölümsüz insanlar olacağız”

Yaşlanmanın tedavi edilebilir bir hastalık olduğunu savunan José CorderIo’ya göre 2045’te ölüm bir seçenek OLACAK. Teknoloji yaşlanmayı tersine çevirebilecek. Dünya 20’lerinde görünen 200 yaşında bilge insanlarla bir cennete dönüşecek

The Death of Death, Türkçe ismiyle Ölümsüz İnsan (Nemesis Kitap) kitabının yazarı, Venezuelalı-İspanyol mühendis, ekonomist, fütürist ve transhümanist José Cordeiro uzun zamandır duyduğum en heyecan verici sözleri söylüyor. Diyor ki: 2029’a kadar ölmemeyi başarırsanız sonra tahmin etmediğiniz kadar uzun yaşama şansına kavuşacaksınız; yaşadığınız her yıl için hayatınıza bir yıl eklenecek. 2045’e ulaşabilenler içinse yaşlılık sebebiyle ölmek bir tercih olacak. Ölümsüzlüğü seçebileceksiniz. 200 yaşında 20’lerinizde gibi görünecek, öyle hissedeceksiniz.



Nasıl yani? Ben ölümün ölümüne tanıklık edebilecek miyim?

Biz son ölümlü insan nesli ve ilk ölümsüz insan nesli arasındaki sınırdayız. 2029’a kadar yaşayanlar, yaşlanma sürecini yavaşlatmak ve tersine çevirmek için gelişen tıbbi teknolojiler sayesinde yaşadıkları her yıl için bir yıl kazanmaya başlayacaklar. 2045’e ulaştığımızda gençleştirme teknolojisiyle ölüm bir tercih haline gelecek.

Lütfen herkesin anlayabileceği kadar basitçe anlatın.

Yaşlanmak, insanların yüzde 70’inin ölüm sebebi. Artık yaşlanmayı tedavi etmekten konuşuyoruz çünkü bu bir hastalık. 2029’da kullanılmaya başlanacak olan uzun yaşam (longevity) hapları/aşılarıyla insanlık yeni bir döneme girecek.



2045’te gençleşme teknolojisi uygulanabilir olduğunda siz 83 yaşında olacaksınız. Aşı ya da hapla Benjamin Button gibi mi gençleşeceksiniz?

Onun gençleşmesi durdurulamıyordu, bizimki 20’lere geldiğinde duracak. Bedenimizin ideal biyolojik yaşı 20 ile 30 arasındadır. 200 yaşında olsak da 25 yaşındaki bedenimizle yaşayacağız. Ameliyat gibi süreçler olmayacak.

“Ölümsüzlük herkes için ve ücretsiz olacak”

Anlamıyorum. Bu nasıl olacak?

2016’da Nobel Tıp Ödülü Japon Yoshinori Ohsumi’ye verildi. Ohsumi, hücrelerin kendilerini yenilemeleri üzerine yaptığı araştırmalarla ödüle layık görüldü. DNA teknolojilerine, veri bilimine, gen terapisine, tekillik çalışmalarına Silikon Vadisi başta olmak üzere gelişmiş dünyada müthiş yatırımlar yapılıyor. Jeff Bezos, insan ömrünü uzatma araştırmaları yapan Altos Labs’e 2.2 milyar sterlin yatırdı çünkü mezardaki en zengin olmanın işe yaramayacağını anladı!

Deneyler ne aşamada?

Dünyanın çeşitli ülkelerinde birçok koldan ilerliyor. Farelerde yaşam 180 insan yaşına uzatıldı bile. Neden onlar üzerinde deney yapıyoruz? Daha genç, daha uzun ömürlü fareler mi istiyoruz? Hayır. İnsan üzerinde klinik deney yapmaya başlamak için gençleştirmenin nasıl çalıştığını anlamaya çalışıyoruz.

Kim yaşlanmayacak? En zengin ve güçlüler mi?

Elbette hayır! Ölümsüzlük herkes için ve ücretsiz olacak. Covid-19’a bakın; müthiş fırsatlar sunan, tarihi bir krizdi. Tüm dünyayı tıbben birleştirdi ve ortak bir çözüm aramaya itti. Üstel artan bilimsel ilerlemeler ve ortak çaba sayesinde normalde beş yıl sürecek aşının bulunması birkaç ay sürdü. Aşı herkes için ücretsizdi yoksa ayaklanmalar çıkardı. Küresel sorunlar küresel çözümler gerektirir; yaşlanmak ve ölüm tüm insanların tek ortak sorunu ve tarihte ilk kez ölümü yenme olanağına sahibiz. Yaşlanmanın kendisi bir hastalık olarak resmen kabul edilmeli. Bunu ilk hangi ülke ilan edecek? Göreceğiz.

Kimse ölmezse nüfusa ne olacak?

Nüfus halihazırda düşüyor çünkü toplumlar yaşlanıyor. 65 yaş üstü insan sayısı beş yaş altı çocuklardan fazla. 2100 yılına kadar Çin’in nüfusunun yarı yarıya azalması bekleniyor. Kadınlar artık genç yaşta çocuk yapmak istemiyor, yaşları ilerledikçe hamilelik oranı düşüyor. Ayrıca çocuk çok pahalı, riskli ve zaman istiyor.

“25 gibi görünen 200’lükler olacağız”

Yani biz ölmeyeceğiz ama yeni insanlar da doğmayacak. Öyle mi? Yeni jenerasyonlar nasıl gelecek?

25 yaşındaki bir bedende sağlıklı ve enerjik 200 yaşında insanlar olarak bugünkü gibi düşünmeyeceğiz. Düşünme tarzı hızla değişecek. Yeni jenerasyon biz olacağız. Evet, menopoz da bitecek ve kadın her yaşta doğurabilecek ama çocuk doğurmakla değil kendimizle, yaşamakla ve daha iyi yaşamakla uğraşacağız.

Sizin için yaşlanmak insanın düşmanı ama insan da doğanın düşmanı. Dünya nasıl hayatta kalacak?

Yaşlanmayacağımız ve hep burada kalacağımız için evimize iyi bakacağız. Hep kalacağın yerde ne düşman istersin ne de kirli hava! Ölümsüzlük ihtimali olunca aklımızı cenneti dünyada kurmak için çalıştıracağız.

Ya ölmek istersek!

Her zaman bir binanın tepesinden atlayabilir ya da hızla giden bir otomobilin altında kalabilirim. Ölüm her zaman bir seçenek.

Ölümün olmadığı bir hayata nasıl anlam vereceğiz?

Hayat ortaya çıktığında amacı yaşamdı. Ölüm hiçbir zaman hayatın anlamı olmadı. Hayatın anlamı hayattır. Bugüne kadar ölümden kaçış yoktu o yüzden onu meşrulaştırmak için ona bir anlam yüklemek durumundaydık. Ama bugün biz ölümle savaştayız. Ölüm bizi öldürmeden önce biz ölümü öldürmek zorundayız. Çünkü artık bunun olup olmayacağını tartışmıyoruz sadece ne zaman olacağını konuşuyoruz. Unutmayın, bazılarımız ölümsüz olmayı başaracak.

Ölümsüz olmak için şu anda kendi üzerinde deney yapan kimse var mı?

Birçok kişi var, bu sır değil. BioViva’nın kurucusu Liz Parrish gen terapisi alanında ‘Hasta 0’ olarak geçiyor. Yani bu konudaki ilk tedaviyi gören kişi; tedavileri Kolombiya’da yapılıyor çünkü Avrupa ve Amerika’da çok fazla denetim var ve bu gelişmeyi yavaşlatıyor. Liz, ocak ayında 53 yaşında olacak; biyolojik yaşı ise tedavi ile 25’e geriledi. Project Blue’nun CEO’su Bryan Johnson ise kendi üzerindeki çalışmalara her yıl 2 milyon dolar harcıyor. 45 yaşında ve biyolojik yaşı 36’ya indi. 30 doktorla birlikte çalışıyor ve hedefi 18 yaşındaki haline ulaşmak.

İlaç ve estetik sektörünün sonu mu geliyor?

José Cordeiro, gençleşme teknolojisi ve uzun yaşam haplarının bugünkü anlamıyla ilaç ve estetik sektörünün sonunu getireceğini iddia ediyor. Cordeiro’nun başını çektiği fütüristlerin savunduğu bu görüşü 2011-2015 arasında Türkiye’de ‘Milli İlaç’ projesini yürüten, Boston, MA/ABD merkezli Appleton Partners’ın Yaşam ve Sağlık Bilimleri Direktörü Dr. Kemal Oğuz Kalafat ve Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. Akın Yücel’e sorduk.

Ölümsüzlüğe giden yolun 100 metresi aşıldı

Dr. Kemal Oğuz Kalafat:

“Ölümsüzlük bulunacak” demek için çok erken ama modern tıp bilimi ölümsüzlüğe giden uzun yolun ilk yüz metresini aştı. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2019 yılı çalışmasına göre eskiden ‘öldürücü’ olan 69 tip sağlık problemi artık önlenebiliyor, tedavi edilebiliyor. Yaşlanmayı durdurma konusunda son 20 yılda çok ciddi yatırımlar yapılıyor. 2022 itibarıyla gençleşme teknolojisine yapılan yatırım miktarı dünya genelinde 19.8 milyar dolara ulaştı ama yine de yolun başındayız. 100 yıllık geçmişi olan Türk ilaç firmaları jenerik ilaç üretimi üzerinden hayatta kalma mücadelesi veriyor. Umarım hükümetin ‘Türkiye Yüzyılı’ hedeflerinde ilaç sektörü de yer alır.

Bu spekülatif kurguyu distopik buluyorum

Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. Akın Yücel:

Ölümsüzlüğün gerçekleşebileceğine inanmıyorum. Cordeiro gibi transhümanistler ve biohackerlar technological singularity kavramına, yani yapay zekanın insan kapasitesini bir noktada aşacağına ve kendi kendini çoğaltmaya başlayacağına inanıyorlar. Oysa ölümsüzlük için teknolojik açıdan yeterli bir birikim yok ve yakın zamanda da mümkün görünmüyor. Felsefi açıdan ölümlü olduğunu bilmenin, hayatı anlamlı yaşamak için itici güç olduğu, birçok filozof ve edebiyatçı tarafından dile getirilmiştir.

Estetik sektörü ile ilgili konuşursak, anti-aging plastik cerrahinin önemli ilgi alanlarından birisi; yaşam süresini ve kalitesini artırmayı hedefleyen bir alan. Var olan teknikler daha rafine hale gelecektir. Mesela kişiye özel tasarlanmış meme protezleri yakın gelecekte piyasaya girecektir.