İbn Haldun ve Weber’in ortak mirası: İktidar ve çöküş
İbn Haldun’un Asabiyye dediği kurucu ruh ile Weber’in karizması aslında aynı hikâyeye işaret ediyor. Her iktidar, ilk günlerdeki o sıkı dayanışma, fedakârlık ve idealizm sayesinde yükselir; refah arttıkça ruh çözülür, karizma rutinleşir ve iktidar bürokratik bir makineye dönüşür
Günümüzde sosyal bilimler ve siyaset üzerine yapılan entelektüel tartışmalarda, ne yazık ki bir yazının ağırlık kazanması için Batılı isimlere gönderme yapmak adeta bir şart haline geldi. Oysa bilim, Batılı veya Doğulu demeden, kimin görüşü olayları en iyi açıklıyorsa onu merkeze almayı gerektirir. Bu bağlamda, 14’üncü yüzyılın Kuzey Afrikalı düşünürü İbn Haldun’un Mukaddime’sini okuduğunuzda, bugünün devlet, parti ve zümre yapılarına ne kadar uygun düştüğünü görerek şaşırmamak elde değil. Bu müthiş zekâ, sanki toplulukların kaderine dair evrensel bir şablon çizmiş.
Kabile asabiyeti
İbn Haldun’un tüm teorisinin temel taşını Asabiyye kavramı oluşturur. Asabiyye’yi basitçe kabile bağı ya da sinirlilik anlamında değil, bir topluluğu ortak bir amaç uğruna mücadele etmeye iten, uğruna fedakârlık yapılan sosyal uyum, dayanışma ve bağlılık ruhu olarak okumalıyız. Bu ruh, bir grubun üyelerinin kendilerini tek bir aile gibi hissetmelerini ve dış tehditlere karşı birlikte hareket etmelerini sağlar.
İbn Haldun, bu Asabiyye’nin en güçlü ve saf halini, yaşam koşullarının daha zorlu olduğu bedevi (kırsal ve göçebe) topluluklarda bulur. Biz bunu Türkiye’de taşra diye de okuyabiliriz. Çünkü kendini savunmanın hayati olduğu bu zorlu yaşam, insanları en sıkı şekilde kenetlenmeye zorlar. İbn Haldun’a göre, hükümdarlığın (Mülk) ve devletin kurulmasının tek temeli, bu güçlü Asabiyye’ye sahip olmaktır.
Bu fikir, yaklaşık beş yüz yıl sonra Max Weber’in ortaya koyduğu Karizmatik Otorite kavramıyla şaşırtıcı bir paralellik taşır. Weber’e göre, geleneksel düzeni altüst eden ve yeni bir düzen kuran itici güç; liderin karizmatik nitelikleri ve bu niteliklerin çevresinde oluşan coşkulu ve sadık kitle bağıdır. İster bedevi saflığından doğan Asabiyye olsun, ister modern siyasetin kurallarını bozan karizma; her ikisi de, bir siyasi hareketin veya partinin kuruluş aşamasındaki ödün vermeyen idealizmi ve mücadele ruhunu temsil eder.
Çöküşe giden yol: Lüks ve rutinleşme
Ancak İbn Haldun’un teorisinin en önemli ve dramatik yönü, Asabiyye’nin geçici bir olgu olmasıdır.
Asabiyye, o topluluk refaha ulaştıkça yavaşça zayıflar. Refah, lüksü ve rahatlığı beraberinde getirir. Bu durum, insanların mücadele ruhunu ve dayanışma ihtiyacını azaltır. Şehirli (hadarî) yaşamın getirdiği konfor içinde, bireyler kişisel zevklerine düşkünleşir ve kamu yararı yerine kendi çıkarlarını düşünmeye başlarlar.
Peki, bu sırada iktidarlara ne olur?
İbn Haldun’a göre, devleti kuran kabilenin liderleri zamanla saltanatı miras yoluyla sürdürmeye başlar ve mutlak monarşiye doğru kayar. Hükümdar, gücünü korumak için, kurucu zümreye bile sırt çevirerek baskıcı hale gelir.
Bu dönüşüm, Weber’in “karizmanın rutinleşmesi” süreciyle tam olarak örtüşür. Weber, karizmatik bir liderin kurduğu sistemin kalıcı olması için, o karizmanın ‘yasal-rasyonel otorite’ye ve bürokrasiye dönüşmek zorunda olduğunu belirtir. Yani kurallar ve hiyerarşi, liderin coşkusunun yerini alır.
Günümüz partileri ve siyasi çözülme
İşte bu şablon, günümüzdeki parti ve iktidar dinamiklerini müthiş bir öngörüyle açıklar:
Siyasi bir parti, iktidara geldiğinde veya uzun süre iktidarda kaldığında, kurucu Asabiyye’sini (idealist, fedakâr kadrolarını) kaybeder. Yerini, Weber’in tarif ettiği gibi, seçim kazanmaya odaklanmış, kişisel çıkar ve kariyer odaklı profesyonel bir bürokratik makineye bırakır.
İktidar zümresi, lüks ve bürokratik konfor içinde boğuldukça, halkın zorluklarından kopar. Liderlik, kurucu Asabiyye’nin paylaşıldığı bir liderlikten, otoriterleşmiş bir güce dönüşür. Baskı ve merkeziyetçilik artar, çünkü lider gücünü organik bağlardan değil, zorla ve bürokratik kontrolle sağlamaya çalışır.
Asabiyye (grup ruhu) tamamen eridiğinde, yani sistemin ruhu sadece rasyonel kurallar ve kişisel menfaat üzerine kaldığında, o devlet veya parti içten içe çürür. Zayıflayan bu yapı, dışarıdan gelecek güçlü ve yeni bir Asabiyye’ye (yeni bir siyasi harekete) karşı koyamaz ve döngü kaçınılmaz olarak yeniden başlar.
İbn Haldun ve Weber’in bu ortak bakış açısı, siyasetin sadece ahlaki değil, aynı zamanda sosyal dinamiklerin ve kaçınılmaz döngülerin bir ürünü olduğunu gösterir. Mukaddime’nin çizdiği şablon, siyasi aktörlere, iktidarın kalıcı olmasının yolunun lüks ve baskıdan değil, tam tersine, kuruluşun ilk ruhunu ve toplumsal bağı sürekli canlı tutmaktan geçtiğini fısıldayan evrensel bir derstir.
Son
birkaç aydır filozof Luc Ferry'nin Nietzsche sesli
derslerini çevirme uğraşındayım. Bir filozofu her
ne kadar yeterince tanıdığımızı düşünsek de onun üzerine yazmak ya da yazılanları çevirmek İnsanı Sokrates'in "Bildiğim bir şey varsa o da
hiçbir şey bilmediğimdir" dediği sıfır noktasına kadar götürebiliyor.
Ama
olsun, bildiğimizi sandığımız şeyin gerçek derinliğini keşfedip cehaletimizle
yüzleşmek oldukça faydalı bir deneyim. Bir de bu derinliğe doğru üç beş kulaç atıp yeni
şeyler Öğrenmek de cabası!
Ferry, derslerinin
başında Nietzsche'yi okuyup anlayabilmek için üç önemli anahtar olduğunu söylüyor. Ona göre Nietzsche'nin sıklıkla yanlış yorumlanmasının sebebi bu üç
anahtar olmadan onun eserlerine giriş yapılmaya çalışılması. Çünkü Alman filozof bizim bugün
hâlâ kullandığımız kelimelere bambaşka anlamlar yüklüyor, örneğin Nietzsche'nin
"nihilizm" kavramını kelimenin bugünkü “hiçbir şeye İnanmamak anlamıyla
ele alırsanız çıkmaz yollara sapabilirsiniz.
Neden
olduğunu Ferry’nin verdiği bu üç anahtarla açıklamaya çalışayım.
İlk anahtar: Nietzsche güçlü kanılara sahip
olan, aşkın değerlere inanan kişiye "nihilist" der. İlk bakışta bir
yanlışlık olduğunu düşünebilirsiniz, çünkü bizim bugün kullandığımız nihilizm
kavramının anlamı bunun tam tersidir. Ancak Nietzsche'nin felsefesi bağlamında
nihilist, ideal olan uğruna gerçekliği reddeden kişidir. Bu profilin en önemli
örneği Hristiyan’dır elbette; çünkü gelecekteki cennet ideali uğruna şimdi ve
burada olanı reddeder. Ancak Nietzschelaik hatta ateist idealleri de dinin nihilist yapısına
dahil eder. Sözgelimi komünist de eşitlik ideali dolayısıyla gerçeklikle uzlaşamaz.
Şimdi ve burada olan yerine zihnimizi gelecekteki soyut bir tasarıya
sürükleyerek gerçekliği inkâr etmemize sebep olan her tür ideal nihilizme
açılan bir kapıdır. Bunun adı Hristiyanlık da olabilir, komünizm dc, Platonun idealar
dünyası da olabilir demokrasi de.
Nietzsche’nin felsefi projesi onun
"putlar" dediği bu idealleri çekiçle kırmaya, yani bu İdeallerin "yapı
sökümünü" yapmaya dayalıdır. Filozofun en anlaşılır kitaplarından Putların Alacakaranlığı alt
başlığı da “Ya da Çekiçle Felsefe Yapmanın Yolları” -
işte bu bakış açısıyla okunabilir.
İkinci anahtar: Nietzsche’nin meşhut "Tanrı’nın
ölümü" ifadesi yalnızca dinimin değil Platondan Marx’a kadar Batı'nın tüm
ahlaki sistemlerinin çöküşünü ifade eder. Bir diğer Alman düşünür
Max Weberin "dünyanın büyüsünün bozulması" kavramını
hatırlayabiliriz burada. "Tanrı'nın ölümü" yalnızca tek tanrılı dinlerin değil, Nietzche’nin din kategorisinde
degerlendirdiği ve bize aşkın değerler aşılayan diğer tüm ideallerinin de sonudur.
Üçüncü ve belki de en
önemli anahtar; Nietzsche'nin çekiciyle tüm putları.
İdeallerini yerle bir etmesi onu kinizme, yani kelimenin bugünkü anlamıyla nihilizme götürmez. Nietzsche
tüm
idealini parçaladıktan sonra yeni bir ideal icat etmez, çünkü eğer öyle yapsaydı
bizi gerçeklikten uzaklaştıran yeni bir put dikmiş olurdu. Ve onunda kırılması gerekirdi. Onun yerine
Antik Yunan bilgeliğinin içkin felsefesiyle bağ kurarak şimdi ve burada olana odaklanan amor fati ilkesini
benimser. Amor Fati-gerçeklikle
bağını koparan aşkın ideallerini bırak ve- "kaderini sev" demektir
Buna güre bilge kişi, geçmiş nostaljisinden, suçluluk duygusundan ve geleceğe
dair her tür kaygıdan arınmış, şimdi ve burada olanı sevebilen kişidir.
Dünyayı daha iyi bir yer hâline
getirmeye çalışmaz. Dünyayla kavga etmez, olduğu hâliyle dünyayı kucaklamayı bilir. Bir denge, dinginlik,
uzlaşma hâlidir amor fati.
İşte
Luc Ferry bu üç anahtarı verdikten sonra üç
buçuk saatlik dersinde Nietzsche'nin soy bilime dayalı teorisini çözümleyerek işe başlıyor. Soma güçlerin
çatışmasından ibaret dünyamızda Alınan filozofun bize ne tür bir ablak vazettiğini tartışıyor, son bolümde "kurtuluş öğretisi” olmasa
da Nietzche’nin kurtuluşu nerede aradığı meselesiyle konuşmasını tamamlıyor. Biz de bu vesileyle zor bir filozofu anlaşılır bir dille
aktarmayı başaran Luc Ferry'ye "nefesine sağlık" diyelim ve Batı felsefesinin tüm
ideallerini hallaç pamuğu gibi bir köşeyefırlatan
Nietzche'ye
en ileri saygılarımızı sunalım.
Dr. Ece Kamar: 5 yıl içinde, kişisel YZ asistanlarımız ihtiyacımızı anlayıp
Dr. Ece Kamar’ın anlattıkları gerçekten heyecan verici: Bugünkü sistemler hâlâ komut bekliyor. “Bana şu kitabı bul” diyoruz, o da yapıyor. Bir sonraki aşamada, “proaktif” sistemler ortaya çıkacak. Hepimizin birer kişisel asistanı olacak. Biz daha ihtiyacımızı fark etmeden, bize yardım edebilecekler. Mesela kişisel asistanınız, e-ticaret ajanıyla konuşup size uygun ürünü bulacak. Ya da ajandanızdaki görüşme için gerekli raporu hazırlayacak. Bu sistemler bugünkü ekonomiyi baştan yaratacak. Şu anda gördüğünüz araçlar, teknoloji şirketleri, aplikasyonlar… Bunların çoğu tarihe karışacak
İçimden bu yazıya şöyle başlamak geldi: Türkiye Ece Kamar’ı tanımalı. Öğrenciler, iş dünyası, devlet bu konuma gelmiş ve şu anda dünyada büyük değişim yaratan yapay zeka ile ilgili gelişmeleri en yakından bilen ve bu çalışmalara öncülük eden Türk bilim insanı Ece Kamar’ı dinlemeli, onun yön göstericiliğinde değişimin parçası olmalıyız.
Ece Kamar 1983 İzmir doğumlu. Bornova Anadolu Lisesi, İzmir Fen Lisesi ve ardından da Sabancı Üniversitesi’nde Bilgisayar Bilimi ve Mühendisliği eğitimi aldı. Harvard’daki doktora sürecinde yapay zeka alanının önemli isimlerinden Prof. Barbara Grosz ile tanıştı ve kariyerini bu alanda yapmaya karar verdi. 2007’den bu yana Microsoft’ta çalışan Kamar, son yıllarda çalışmalarını yapay zekanın doğru karar vermesine odakladı. Kamar’ın patentli araştırmaları Microsoft ürünlerinde kullanılıyor. Teknoloji devinde yapay zeka üzerine en ileri araştırmalara imza atan Ece Kamar geçen hafta İstanbul’daydı. Microsoft ofisinde buluştuk.
Önce sizi tanıtmak isterim. Nerede doğdunuz, nasıl bir eğitim aldınız?
Türkiye’de insanlar, özellikle de kız çocukları büyürken önlerinde çok az rol model görüyorlar. Benim hikayem aslında tam da bununla ilgili. Önüme çıkan fırsatları değerlendirerek, eğitime emek vererek ilerledim. Eğer bir kız çocuğu bu hikayeyi okur da “Çok çalışıp bir yerlere gelebilirim” derse, işte o zaman amacıma ulaşmış olurum. Ben eğitimci bir aileden geliyorum. Annem ortaokul öğretmeniydi, babam mühendis. İzmirliyim, Bornova Anadolu Lisesi’nde, devletin en iyi okullarında okudum. Bornova Anadolu Lisesi’nden sonra İzmir Fen Lisesi’nde sağlam bir bilim ve matematik temelli eğitim aldım. Üniversitede Sabancı Üniversitesi’ni tercih ettim. Orada büyük bir avantajımız vardı, daha ikinci sınıfta araştırma yapmaya başladık. Çok iyi hocalarımız oldu; Aytül Erçil ve Cem Ermanoğlu gibi isimlerle bilimin ve araştırmanın temellerini öğrendik.
İnsan hayatını değiştirmek için
Aytül Erçil’i yakından tanıyorum. Öncü bir kadın…
Kesinlikle.
Sizi Harvard'a götüren süreç böylece başladı diyebiliriz sanırım.
İyi eğitim tabii ki önemliydi, ama fırsatları kullanmak daha da önemliydi. Bizim orada araştırmaya girme şansımız vardı ama gidip o fırsatı istemek gerekiyordu. Ben de hocalarıma “Sizinle çalışabilir miyim?” diye sordum. O adım Harvard’ın yolunu açtı. 2005’te Harvard Üniversitesi’nde doktoraya başladım. Doktoram bugün çok tartışılan bir konu üzerineydi: “Yapay zeka ajanları”. Yani insanlara yardım edebilen, otonom şekilde çalışan sistemler. O zamanlar bu alan çok yeni ve bilinmezdi. Harvard bu alanın öncüsüydü ve bu çalışmaları yapan isimlerle çalışma fırsatlarım oldu. Bizim amacımız, insan hayatını kolaylaştırabilecek sistemler tasarlamaktı. Bu da beni çok heyecanlandırdı.
Bizim son dönemde konuştuğumuz şeyler üzerinde siz yıllar önce çalışmalar yapmaya başlamışsınız. Ve esas dönüştürücü değişim de son 3-4 yılda oldu diye düşünüyorum…
Bu alanlarda çalışırken hayal ettiğimiz bir çok sistem vardı. Yapay zekanın bir gün gerçekten insan hayatını ve toplumu iyi yönde değiştirebilme potansiyelini gördüğüm için zaten o alanda 20 yıl önce çalışmaya başladım.
Peki sizi bu kadar yıl bu alanda tutan neydi? Sizi hep yeniden araştırmaya yönlendiren temel motivasyon ne oldu?
İnsan hayatını güzel bir şekilde değiştirmek. Aslında hepimizin amacı bu. Hastaneye gittiğinizde, eğitim sistemine baktığınızda, hatta gündelik hizmetlerde bile mevcut sistemlerin sınırlarını görüyorsunuz. Kısıtlı kaynaklarla, sınırlı bilgiyle yaşıyoruz. Doktora dönemimde yaptığım araştırmalardan biri, Stanford Çocuk Hastanesi’yle birlikte yürüttüğümüz bir projeydi. Kronik hastalığı olan çocuklara daha iyi hizmet vermek için çalışıyorduk. Fark ettik ki bu çocukların çevresinde onlara destek veren çok büyük bir ağ var; doktorlar, hemşireler, araştırmacılar, terapistler, öğretmenler… Ama bu insanlar arasında iletişim kopukluğu olabiliyor. Bir doktorun verdiği ilaç, başka bir uzmanın tedavisiyle çakışabiliyor ve çocuk acile gidebiliyor. Çünkü bu bilgileri birbirine bağlayacak sistemlerimiz yoktu. Biz o zaman “Bu koordinasyonu sağlayacak sistemleri nasıl tasarlarız” diye sormaya başladık. 20 yıl önce hayalini kurduğumuz sistem bugün artık mümkün. Microsoft CEO’su Satya Nadella kısa süre önce benzer bir sistemi dünyaya tanıttı. O an, yıllardır neden bu alanda olduğumu hatırladım. Çünkü teknoloji doğru kullanıldığında hayatları iyileştirebilir.
Bilmediğimiz için korkuyoruz
Yapay zekanın geldiği noktayı nasıl tanımlarsınız? Gerçekten bir “devrim” mi bu? Hatta Sanayi Devrimi’nden sonraki en büyük değişim, dönüşüm diyenler var, siz ne dersiniz?
Bence insanlığın yaşadığı en büyük dönüşümlerden birinin eşiğindeyiz, en büyük transformasyonlarından birini yaşayacağımız bir döneme giriyoruz. Yapay zeka modelleri şu anda neredeyse elektrik kadar temel bir teknoloji olarak karşımıza çıkıyor. Üretebileceğimiz sistemlerin sınırı yok. Sağlıktan enerjiye, eğitimden iletişime, hatta hayvan eğitimine kadar hayatın her alanını dönüştürebilecek güçte. Bugün GPT-4, GPT-5 ya da Gemini gibi modeller, belirli bir amaca hizmet etmekle kalmıyor, hayatın tamamını etkileyebilecek kapasiteye sahipler. Artık bir arama motorundan çok öteye geçen bir döneme girdik. Yapay zeka, internetin ya da elektriğin yaptığı gibi toplumu baştan şekillendirecek.
Bu alanda çalışırken sormaktan vazgeçmediğiniz temel soru ne?
İnsan hayatını daha iyi hale getirme arzusu, hep bunu sorguladım.
Şimdilerde yapay zeka ile ilgili korkularımız da var. Nereye varacağını kestiremiyoruz biz normal insanlar. Sizce insanlar neden yapay zekadan korkuyor? Korkmalı mıyız?
Bilmediğimiz şeylerden korkmamız çok doğal. Bir de elinizde bu kadar güçlü bir araç olduğunda, onun nasıl kullanılacağına dair endişeler kaçınılmaz. Ben 15 yıldır “sorumlu yapay zeka” alanında çalışıyorum. Sistemler daha basitken bile kötüye kullanım risklerini araştırıyorduk. Önyargı ve hatalarla ilgili büyük bir literatür var.
Azınlıklar, kadınlar, çocuklarla ilgili tehditler… Kadınları, azınlıkları ya da belirli grupları dışlayan örnekler yaşandı.
Biz bu önyargıları azaltmak için yıllardır teknikler geliştiriyoruz. Ama asıl mesele şu: Yapay zekayı geliştirmek kadar, onu nasıl ve kim için geliştirdiğimiz de önemli. Bu yüzden teknoloji kadar, etik ve yönetişim alanında da yenilik gerekiyor. Artık yalnızca bir yazılım geliştirmiyoruz; toplumsal bir etki inşa ediyoruz.
YZ'de halüsinasyon problemi var...
Geldiğimiz noktada yapay zeka insan yaratıcılığının önüne mi geçiyor? Yapay Zeka bizlerin verileriyle, veri zenginliğiyle ilerlerken artık farklı bir boyuta mı geldi? Kapalı kutu gibi biraz da…
Haklısınız. Eskiden bir sistemi adım adım biz tarif ederdik: “Şunu yap, bunu yap.” Şimdi ise sistemlere milyonlarca veri veriyoruz ve “Bunlardan öğren” diyoruz. Sonra ne öğrendiğini dışarıdan gözlemliyoruz. Bu sistemlerin nasıl düşündüğünü tam olarak anlamıyoruz.
İşte bu yüzden insanlar bazen “kontrol elimizden gidiyor” duygusuna kapılıyor. Bir diğer mesele de hız. 2010’ların ortasından itibaren derin öğrenme (deep learning) ile hız kazanan yapay zeka, özellikle GPT-4 sonrası muazzam bir ivme yakaladı. Ben 20 yıldır bu alandayım ama bu sistemlerin 2–3 yıl sonra nerede olacağını tam olarak kimse bilmiyor. İşte bu belirsizlik de doğal bir tedirginlik yaratıyor.
Microsoft’ta yapay zekanın etik tarafında çalışıyorsunuz. Bu kadar hızlı ilerleyen bir teknolojide etik sınırlar nasıl korunacak?
Bu alanda en önemli şey farkındalık ve sorumluluk. Geliştirdiğimiz sistemlerin mükemmel olmadığını biliyoruz ama eksiklerini anlamak için elimizde birçok araç var. Yapay zeka ürünleri dünyaya çıkmadan önce her yönden test ediliyor; neyi iyi yapıyor, nerede zayıf, hangi önyargılara açık? Bu zayıflıkları anladıktan sonra teknik çözümlerle sistemleri iyileştiriyoruz. Örneğin yapay zekalarda “halüsinasyon” dediğimiz bir problem var. Sistem bazen hayal gücünü kullanıp yanlış bilgi üretebiliyor.
Yapay zeka terapist değil
Yani net yanlış yapıyor, yaptırıyor!
Biz buna “halüsinasyon” diyoruz çünkü sistem gerçeği çarpıtmadan, kendi tahminini “doğruymuş” gibi söylüyor. Bu nedenle, bu sistemleri “gerçek bilgi isteyen” ve “hayal gücü isteyen” alanlar için ayrı ayrı eğitiyoruz.
Bazı insanlar derdini anlatmak için yapay zekaya başvuruyor. Bir duygusal zeka, bir empati kapasitesi gelişiyor mu bu sistemlerde?
Empati göstermekle empatik davranışı taklit etmek arasında fark var. Ben, yapay zekanın insan duygularını anladığını düşünmüyorum. Ama insan verisinden öğrendiği için empatik davranışı çok iyi taklit ediyor. İnsanın duygusal reflekslerinden öğreniyor çünkü.
Bu konuda Microsoft’ta neler yapılıyor?
Microsoft Research’ta 2 binden fazla araştırmacı var; bir kısmı bu konular üzerinde çalışıyor. Yapay zekanın ruhsal sağlıkta ne kadar faydalı olabileceği ve nerelerde risk yaratabileceği üzerine araştırmalar yürütülüyor. Bazı insanlar bir sistemle konuşmayı, bir insanla konuşmaktan daha kolay bulabiliyor. Ama biz araştırmacılar, her zaman “Bu nerede sorun yaratabilir” diye sormak zorundayız. Yapay zeka bir terapist değil. Bu farkın net çizilmesi çok önemli.
Yapay zekanın tıp, hukuk, eğitim gibi alanlarda etkili olacağını görüyoruz. Birkaç örnekle anlatır mısınız, hayatımız nasıl dönüşecek?
3–5 yıl içinde her şey çok farklı olacak. Eğitimden sağlığa, alışverişten iş hayatına kadar her alan değişecek. Yapay zekanın en güçlü yönü kişiselleştirme. Şu anda herkes aynı hizmeti alıyor, neredeyse dünyanın her yerinde böyle. Aynı okul, aynı ders, aynı reklam, aynı içerikle yetişiyoruz, yaşıyoruz. Ama birbirimizden çok farklıyız. Benim oğlum mesela klasik tahtada anlatılan derslerle ilgilenmiyor. Ama yapay zekayla onun ilgisini çekecek bir öğrenme deneyimi yaratabiliyorum. Bugün bazı sistemler, bir çocuğun adına özel hikaye kitapları yazabiliyor. Hikayedeki karakterler çocuğa, öğretmenine, hatta arkadaşlarına benziyor. Ve çocuk o kitabı her gece okumak istiyor çünkü kendini o hikayede görüyor. Bu, kişiselleştirmenin ilk adımı. Aynı şey sağlıkta, seyahatte, perakendede de olacak. Bir yapay zeka asistanı; sizin beğenilerinizi, programınızı, tercihlerinizi öğrenecek. Size özel öneriler yapacak. Bir etkinlik davetiniz varsa, ajandanızdaki tarihi bilecek, size uygun kıyafeti önerecek, hatta rezervasyonu sizin adınıza yapacak. Bugün henüz bu sistemler arasında tam bağlantı yok ama çok yakınız.
(Fotoğraf: Abdullah Tepeli)
Proaktif yapay zeka ajanları
Bu sistemler gelecekte bizden habersiz karar mı verecek? Doğru anlıyorum değil mi?
Henüz değil ama o yöne gidiyoruz. Bugünkü sistemler hâlâ komut bekliyor. Biz “Git bana şu kitabı bul” diyoruz, o da yapıyor. Ama bir sonraki aşamada, “proaktif” dediğimiz sistemler ortaya çıkacak. Yani daha biz ihtiyacımızı fark etmeden, bize yardım edebilecekler. Bu sistemlerin aynı anda birbirleriyle konuşabildiği bir dönem başlıyor. Mesela sizin kişisel asistanınız, e-ticaret ajanıyla konuşup sizin için uygun ürünü bulacak. Ya da ajandanızdaki görüşme için gerekli bilgileri otomatik olarak hazırlayacak. Bu tarz sistemler de şu anki ekonomiyi baştan yaratan sistemler olacak. Evet, çok yıkıcı aslında bir taraftan da. Yani şu anda gördüğünüz araçlar teknoloji şirketleri, aplikasyonlar… Bunların hiçbirisi bundan sonra kullanılmayacak.
E-ticaret uygulamaları değişecek o zaman ya da olmayacak! Biraz daha açar mısınız bu noktayı? Dubai’de GITEX’den yeni geldim. Her alanda yapay zeka vardı. Anlattıklarınızdan şunu anlıyorum, kısa süre sonra yapay zekanın her alandaki gelişimi birbiriyle etkileşerek hayatı hızla dönüştürecek…
Oraya doğru gidiyoruz ama oraya gitmek için daha çözmemiz gereken problemler var. Şimdi şu andaki sistemde bu ajanların hepsi birbirinden habersiz farklı yerlerde duruyor. Bir bağlantı içinde değiller. Belki sizin co-pilotunuz ya da ChatGPT’niz toplantınız hakkında bir fikir sahibi ama gidip bir e-ticaret plan ajanına bağlanıp, “Elif Hanım’ın böyle bir ihtiyacı var, hadi beraber çalışıp bu problemi çözelim” diyen bir noktada değil. Şimdi teknoloji bu noktaya gidiyor. Bu teknoloji buraya giderken bunun hayatımız için çok güzel sonuçlar mı çıkaracak yoksa tehlikeler mi barındıracak zaten o bizim görevimiz. Yani o yolu çizecek olanlar biziz. Bu, dikkatle yönetilmesi gereken bir dönüşüm.Teknolojinin nasıl ilerleyeceğini değil, onu nasıl yöneteceğimizi biz belirleyeceğiz.
Bu kadar güçlü bir teknolojide, “kontrol” kimde olacak? Microsoft bu konuda nasıl bir yaklaşım izliyor?
Microsoft’ta yapay zekayı yalnızca geliştirmiyoruz, aynı zamanda nasıl geliştirdiğimizi de sürekli sorguluyoruz. İfade ettiğim gibi “Responsible AI – Sorumlu Yapay Zeka” alanında çalışıyorum. Amacımız; bu teknolojilerin güvenli, adil, kapsayıcı ve hesap verebilir şekilde inşa edilmesi. Şirketin içinde “Responsible AI Office-Sorumlu Yapay Zeka Ofisi” adında özel bir yapı var. Bu ofis, araştırma, politika ve mühendislik ekiplerini bir araya getiriyor. Her ürün, insan unsurunu süreçte tutacak şekilde değerlendiriliyor. Riskleri belirliyor, azaltıyor ve topluma verebileceği zararları önceden test ediyoruz. Microsoft’un bu alanda altı temel değeri var: Adalet, güvenilirlik ve güvenlik, gizlilik, kapsayıcılık, şeffaflık ve hesap verebilirlik. Bu değerlere uymayan hiçbir ürün dünyaya sunulmuyor.
Önümüzdeki birkaç yılda, yapay zekanın hangi alanlarda büyük sıçrama yaratacağını öngörüyorsunuz?
Şu anda gördüğümüz en büyük etki, teknolojinin geliştirilme hızında. Programcılar “co-pilot” araçlarını kullanarak aynı işi iki kat hızla yapabiliyor. Bu verimlilik, yalnızca teknoloji üretiminde değil, bilimde de devrim yaratacak. Yeni moleküller, proteinler, ilaçlar ve malzemeler artık yapay zeka destekli sistemlerle keşfediliyor. Eskiden yüzde 10 başarıyla bulunan yeni ilaçlar artık yüzde 80 başarı oranına yaklaşmış durumda. Ayrıca “kişiselleştirilebilen” ilaçlar, her bireyin genetik yapısına özel terapiler geliştiriliyor. Yani hem sağlık hem de bilim alanında yapay zeka devrimini yaşıyoruz. Ama bir şeyi unutmamalıyız. Yapay zeka büyük bir yardımcı olabilir ama insanın sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.
Türkiye'de bilimin 'saygı gören bir alan' olması gerekiyor
Bu yarışta ülkeler nerede duruyor? ABD ve Çin’in önde olduğunu görüyoruz. Avrupa ya da Türkiye bu rekabette nerede?
Bugün yapay zeka yarışında önde olan ülkelerin ortak bir özelliği var. Onlarca yıldır bilime yatırım yapıyorlar. Sadece sermaye değil, insan kaynağı yatırımı. Çünkü bu alanda başarı sadece parayla değil, beyin gücüyle mümkün. ABD ve Çin çok büyük yatırımlar yaptı, Avrupa da yeniden konumlanıyor. Fransa’nın “Mistral” modeli, Avrupa’nın bu alanda yeniden sahneye çıkma çabası. Biz iki kutuplu bir dünya istemiyoruz. Yapay zeka farklı kültürlerin, dillerin ve değerlerin ortak ürünü olmalı.
O yüzden teknoloji şirketlerinde farklı cinsiyetlerden, milletlerden, geçmişlerden insanların bulunması çok değerli. Yapay zeka yalnızca teknik değil, kültürel bir proje. Kimin değer yargılarının sisteme yüklendiği, kimin sesinin temsil edildiği çok önemli.
Sizce Türkiye’nin bu dönüşümde şansı var mı? Eğitim sistemimizdeki eşitsizlikler, yetersizlikler malum…
Yapay zekanın en büyük gücü eşitleyici olması. Eskiden bin kişinin yapabileceği bir işi, bugün bir lise öğrencisi yapabiliyor. Artık İngilizce bilmeden bile dünyadaki gelişmeleri takip edebiliyorsunuz. Bir ortaokul öğrencisi bile doğru araçlarla dünyadaki son araştırmaları anlayabilir. Bu, Türkiye gibi ülkeler için çok büyük bir fırsat. Ama bu potansiyeli gerçekleştirmek için strateji ve koordinasyon şart. Yapay zeka sadece “konuşulan” değil, uygulanan bir alan olmalı. Türkiye’de inovasyonun gelişmesi, bilimin saygı gören bir alan olması gerekiyor. Yapay zeka dönüşümünü kendi dinamikleriyle hayata geçirecek bir plan şart. Evet, Türkiye’nin dijital yol haritası yeni açıklandı, siber güvenlik merkezi kuruldu. Ama yetenek havuzuna yatırım yapılmadan bu yarışta kalıcı olmak zor. Türkiye’de çok yetenekli insanlar var. Bilkent, ODTÜ, Boğaziçi, Sabancı, Koç gibi üniversitelerden çıkan araştırmacılar dünya çapında işlere imza atıyor. Bu başarı hikayeleri çoğalırsa, gençler için de güçlü rol modeller ortaya çıkacak.
İş arkadaşlarımızın bazıları yapay zeka ajanı olacak
Siz çok önemli bir konumdasınız. Kendiniz de ifade ettiniz, dünyada bu yeni yolu çizecek insanlardansınız. Nasıl bir sorumluluk duyuyorsunuz?
Dünyayı değiştirecek teknolojiler yarattığınızda, bunların sorumlu şekilde kullanılmasını da sağlamalısınız. Microsoft, kamu ve özel sektörle iş birliği yaparak kapsayıcı, erişilebilir ve sürdürülebilir teknolojiler geliştirip, dünyanın her yerine dağıtıyor. Sorumlu yapay zeka üzerine çalışan 400’den fazla kişi var, bunların yarısı işe tam zamanlı odaklanıyor. Bu bizim ana işimiz.
Microsoft yapay zeka için ne kadar yatırım yapıyor?
Bu yıl Microsoft’un sadece yapay zeka data center’larına yatırdığı para 80 milyar dolar civarı. Şu anki bütün sistemler değişecek. Bizim ürün satın alma süreçlerimiz değişecek, servis almamız değişecek, iş yapmamız değişecek. İleride iş arkadaşlarımızın bazıları insan, bazıları ajan olacak. O yüzden de yeni yatırımlar yapılıyor.
Aslında iyi ve kötünün göreceli olduğunu, hiç kimsenin
dünyaya kötü kalpli geldiği için kötülük yapmadığını, her kötülüğün bir gerekçesi, bir
açıklaması olduğunu epey küçük yaşta fark etmiştim. O zamanlarda anneme 'Bence kötü
insan diye bir şey yok' dediğimi hatırlıyorum. O da bana gerçekten kötü bir
insanla henüz karşılaşmadığım için şanslı olduğumu söylemişti Zaman çoğunlukla
yaptığı gibi tecrübeyi haklı çıkardı. Daha çocukken bile çocuksu bulduğum iyilik-kötülük ikiliğinin yarım yüzyılı devirdiğim
şu zamanlarda en çok kafamı kurcalayan meselelerden biri olacağını tahmin
edemezdim Bunları bana yeniden düşündüren, geçen
haftalarda izlediğim bir film 1970 tarihli Costa- Gavras filmi L’Aveü (İtiraf).
Bu filmi sinema tarihinin sıkı
bir takipçisi olarak nasıl gözden kaçırdığıma şaşırdım.
Costa-Gavras'ın bir önceki sene yaptığı ve turn zamanların en iyi sıyası
filmlerinden biri olarak bilinen Z’ye benzer şekilde bir
siyasi dava hikâyesi, pek çok açıdan daha üstün bir film olmasına rağmen çok
daha az bilmiyor. Kahramanımız (yine) Yves Montand’in canlandırdığı gerçekten
de bir kahraman; 2.Dünya Savaşı'nda Nazilere karşı direnişi örgütlemiş bir
savaş kahramanı. Savaştan sonra ülkesi Çekoslovakya'nın yem sosyalist
hükümetinde görev almış
ama bir gün durup dururken gizli
polisler tarafından götürülüyor.
Aylar suren ve filmde
ince ince anlatılan psikolojik işkenceyle ‘düşman ajanı" olduğu itiraf
ettirmeye çalışıyor. Düşman kim? Rejimin emrinde olmayan herkes Sadece Naziler ya da kapitalist
Batı değil. Stalin’e biat etmeyen Troçki ve Tito da aynı derecede
düşman. Direnmek imkânsız ve bir yerden sonra anlamsız.
Sadece birkaç saat uyuyabilmek için bile itiraf belgeleri imzalanıyor. Sonunda
radyodan naklen yayınlanan bir düzmece mahkemede sanıklar faşist,
burjuva işbirlikçisi, Amerikan ajanı, Troçkist, Tıtıst (itiraf ediyorum, bu
sözcüğü bağlamdan bağımsız görseydim anlamını çok başka
tahmin edebilirdim) falan olduklarını kabul ediyorlar çünkü kabullenmenin
hayatta kalmak için tek şansları olduğuna inanmışlar. En çarpıcı sahnelerden
birinde, sanıklardan
birinin pantolonu düşüyor ve bütün mahkeme, en çok da sanıklar
kahkahalara boğuluyorlar. Sadece oradaki olaya değil, bütün bu sergilenen
komediye güldüklerini anlıyorsunuz Savcılar itiraf etmelerinin onlar için daha
iyi olacağını söylüyor İtiraf ediyorlar, mahkûm oluyorlar. Temyiz hakları da
var. Her birine atanmış ayrı ayrı avukatları, karara itiraz etmemelerinin
kendileri için daha hayırlı olacağına onları ikna ediyor Sonuçta çoğu oldurulup
yakılıyor. Kahramanlarımız bir
şekilde serbest kalmayı başarıyor Yıllar sonra bütün bunları yaşadığı hâlde
nasıl hâlâ sosyalist olduğunu soranlara, zaten sosyalist olduğu için bunları
yaşadığını söylüyor. Yeni rejim Önce Nazilere karşı zaferin
gerçek mimarlarını hedef alıyor çünkü, malumunuz, Nazilere direnen onlara da
direnebilir.İdeolojin falan anlamsızdır artık, tek önemli olan iktidarın ne
pahasına olursa olsun
elde tutulmasıdır İktidarı bir noktada toplamaya razı olduğunuz anda iktidarın parazitleşmesini
durdurma şansını
kaybettiniz. Daha once yine buradaki bir yazıda ettiğim bir cümleye
döneceğim Kimin iyi kimin kötü olduğu konusunda hemfikir olsaydık
yasalara ihtiyacımız
olmazdı Ama bu yeterli değil Yasaların olması uygulanacakları anlamına gelmiyor
Binlerine o görevi veriyorsunuz ve görevlerini doğru yapmaları için yeterince
"iyi" olmalarını bekliyorsunuz
Onlara güvenmiyorsanız, daha‘iyi‘birileri onları yönetmeli.Onada güvenmiyorsanız,
daha da "iyi" birileri onları denetlemeli. Sonuçta birileri, doğru olanı yapmalı,
sırf Amerikalıların dediği git» "right thing to do"olduğu için yasaların yazıldığı gibi uygulanmasını sağlamalı.
Işın doğrusu bu: İyilik olmadan yaşayamıyorsunuz.
Anayasada ‘vicdan* sözcüğü iki yerde geçiyor, bin dm ve
vicdan hürriyetinde, diğeri yargı bağımsızlığını tanımlarken İkiyüz maddelik anayasa
yazarsınız ama uygulanabilmesi için gelip binlerinin vicdanına bel bağlarsınız
Nihai olarak iyilik olmadan İşleyemeyecek kurum yargıdır. Çünkü zurnanın si
bemol dediği yer orasıdır Parazit tabiatı açısından baktığınızda, bütün
organizmayı ele geçirmeye çalışmak gereksiz Yargıyı ele geçirseniz yeterli,
çünkü son karar oradan çıkar Yargı emrinize amade olduğunda yasaların bir önemi
kalmaz Dolayısıyla onu yapan meclisin de onu seçen halkın da bir hükmü kalmaz
Parazit en zayıf noktaya saldırır Orayı ele geçirdiği anda organizma çürümeye
mahkûmdur
İktidar doğrudan vicdanı hedef
aldığında, kötülük makbul değer hâline geliyor. İktidar çarklarının orta kademe
hizmetkârları haksızlıkları mertebesinde rağbet görüyor. Organize kötülük
dediğimiz şey böyle ortaya çıkıyor. Işın doğrusu, günümüzün dünyasına ve
yaşadığımız ülkenin hâline bakınca, olan biteni fantazyada gördüğümde burun
kıvırdığım ‘karanlık taraftan ayırt etmek pek kolay değil. Bazıları karanlık
tarafa davet ediliyor ve vicdanları el verse geçiyorlar. Geçmezlerse cezasını
görüyorlar Gerçekten de kötülere, kötülüğe karşı savaşıyoruz. Ve maalesef
kötülüğe karşı çok zayıfız. Çünkü iyilik yaşayabilmek için iyilikle beslenmeye
muhtaç. Kötülüğün ise kendisinden başka hiçbir şeye ihtiyacı yok. Tek
güvencemiz insanın içinde, özünde iyilik olması.
Eğer böyle bir şey yoksa hiçbir umut yok demektir.
Gallup, uzunca bir zamandır ruh sağlığını dünya çapında ölçüyor. Bu raporların sonuncusu 13 Ekim’de açıklandı. Ortalama olarak tüm dünyada katılımcıların yüzde 39’u endişeli, yüzde 37’si stresli, yüzde 26’sı üzgün, yüzde 22’si öfkeli, yüzde 32’si fiziksel acı çektiğini söylüyor. Türkiye’de ise insanların yüzde 42’si endişeli, yüzde 57’si stresli, yüzde 31’i üzgün, yüzde 30’u öfkeli. Ama asıl dibi bulduğumuz alanlar bunlar değil. Dünyada en az gülen insanların yaşadığı ülkeyiz. Bir gün önce yeni bir şey öğrendiğini söyleyenlerin oranı ise sadece yüzde 17!
Her yaz sonunda Türkiye’den ayrılırken Instagram üzerinden memleketin ruh hâline dair bir değerlendirme paylaşıyorum. “Abi Türk insanı şöyledir” saçmalığına kapılmamak için de yıl boyunca o değerlendirmeyi bilimsel verilerle test ediyorum. Bu yüzden dün açıklanan Gallup’un Dünya Duygusal Sağlık Raporu tam zamanında imdadıma yetişti.
Üç aylık Türkiye ziyaretim bitti. Her yaz sonu olduğu gibi uçakta dönerken izlenimlerimi sizinle paylaşmak istedim. Bu yaz bir kısmı okur buluşması, bir kısmı dost akraba ziyareti için Van, Ağrı, Iğdır, Kars, Ardahan, Artvin, İzmir, Karşıyaka, Urla, Çeşme, Manisa, Kula, Kuşadası, Selçuk ve Bodrum dâhil pek çok yere gittim. Benim gördüğüm tablo şu: Türkiye, tarihindeki en derin ekonomik ve politik krizi yaşıyor! Ve hem ana akım hem de sosyal medya bu krizi ıslık çalarak atlatmaya çalışıyor!
Yaşadığımız krizin insani boyutu gören gözler için her yerde. İnsanlar mutsuz. Bunu sokakta yürürken bile görebiliyoruz. İnsanlar gergin. Bunu trafikte, alışverişte, derste ya da işyerlerinde görebiliyoruz. İnsanlar endişeli. Bunu iflasın eşiğinde olan şirketlerde, umudunu yitirip eve kapanan gençlerde, ilkokul çağında yurt dışı hayali kuran çocuklarda görebiliyoruz. Turizm her yaz ekonomiye az da olsa can suyu katıyordu. Bu yıl o da can çekişiyor. Yunan adalarında lokanta açıp bizim ürünleri bize satan Türk esnaf hem yemeği daha ucuza satıyor hem de bizdeki esnaftan çok daha kaliteli bir yaşam sürüyor. Bu haksızlığı gidermenin tek yolu ülkedeki krizi çözmek. Aksi her geçen gün hayatı hepimiz için daha da yaşanmaz kılacak.
Dünyanın duygusal nabzı
Gallup, uzunca bir zamandır ruh sağlığını dünya çapında ölçüyor. Bu raporların sonuncusu 13 Ekim’de açıklandı. Rapor 2024 yılı boyunca 144 ülkede 145 bin kişiden toplanan verilerle insanların günlük duygularını ölçüyor. Geçen sene de bu köşede açıkladığım gibi Gallup duyguları hem pozitif hem de negatif olarak iki farklı şekilde ölçüyor. Ortalama olarak tüm dünyada katılımcıların yüzde 39’u endişeli, yüzde 37’si stresli, yüzde 26’sı üzgün, yüzde 22’si öfkeli, yüzde 32’si fiziksel acı çektiğini söylüyor. Bu oranların tamamı on yıl öncesine göre belirgin biçimde artmış durumda. Rapora göre bu duygusal yük, sadece bireylerin değil, toplumların da sağlığını ve barışını etkiliyor. Barış ve huzurun zayıf olduğu ülkelerde üzüntü, öfke ve kaygı daha yüksek çıkıyor; barış ve huzurun güçlü olduğu yerlerde ise yaşam süresi, sağlık ve dayanıklılık artıyor. Gallup’un yöneticilerinden Ilana Ron Levey’nin ifadesiyle: “Duygusal sağlık sadece kişisel bir deneyim değil, toplumların dayanıklılığını belirleyen bir altyapıdır.”
Her şeye rağmen insanlar umudu diri tutuyor
Dediğim gibi ruh sağlığı sadece olumsuz duygularla tarif edilmiyor. Pozitif duygulara da bakılıyor ki bu da benim için bu raporu diğer benzer çalışmalardan ayırıyor. Nedir pozitif duygular? Tıpkı negatif duygularda olduğu gibi burada da beş farklı soru sorulmuş. Rapordan aktarıyorum: “Dün, günün büyük bölümünde gülümsediniz veya güldünüz mü? Saygı gördünüz mü? Yeni bir şey öğrendiniz mi ya da ilginç bir şey yaptınız mı? Keyif aldınız mı? Dinlenmeye fırsat bulabildiniz mi?” Bu beş soruya verilen yanıtlar, dünyanın duygusal dengesine dair umut verici bir tablo çiziyor. 2025 dünya ortalamalarına göre insanların yüzde 88’i saygı gördüğünü, yüzde 73’ü güldüğünü veya gülümsediğini, yüzde 73’ü keyif aldığını, yüzde 72’si iyi dinlendiğini, yüzde 52’si de yeni bir şey öğrendiğini ya da ilginç bir şey yaptığını söylüyor. Bu oranlar son on yılda neredeyse hiç değişmemiş. Bu veriler bütün olumsuzluklara, pandemi dönemi artan mutsuzluk ve strese rağmen insanlığın genel olarak dayanıklı olduğunu gösteriyor. Yani bölgesel savaşlar, ekonomik krizler, global ve teknolojik belirsizlikler sürerken bile insanlık gülmeyi, paylaşmayı ve saygı görmeyi tamamen kaybetmemiş durumda.
Türkiye’nin 2025 duygusal sağlık karnesi
Önce yine negatif duygulara bakalım. Türkiye’de insanların yüzde 42’si endişeli, yüzde 57’si stresli, yüzde 31’i üzgün, yüzde 30’u öfkeli. Bu oranların her birinde dünya ortalamasının üstündeyiz. Stres seviyesinde dünya rekoruna sahip olan Ruanda’da bile insanların stres seviyesi yüzde 64’te kalıyor! Ama tıpkı geçen yılki raporda olduğu gibi bu sene de beni en çok endişelendiren veriler, bizim pozitif duygulara dair olanlar.
Pozitif duygularda sınıfta kalıyoruz
Asıl çuvalladığımız yer geçen yıl olduğu gibi bu sene de pozitif duygular. Türkiye’de insanların yüzde 85’i saygı gördüğünü, yüzde 36’sı güldüğünü veya gülümsediğini, yüzde 40’ı keyif aldığını, yüzde 69’u iyi dinlendiğini, yüzde 17’si de bir gün önce yeni bir şey öğrendiğini ya da ilginç bir şey yaptığını söylüyor. Bu saydığım beş pozitif deneyimin her birinde dünya ortalamasının altında yer alıyoruz. Ama tam olarak ülkede insanların ne derece bunaldığını anlamak için gelin bir de dünyadaki sıralamada nerede olduğumuza bakalım.
Dünya ortalaması yüzde 52 bizde yüzde 23
Dünyada yaşadığı hayattan keyif alanların oranının en düşük olduğu üç ülke arasında Türkiye var. Ama asıl dibi bulduğumuz ve 144 ülke arasında en sonda yer aldığımız alan bu değil. Türkiye dünyada en az gülen insanların yaşadığı ülke. Dünya ortalamasının yüzde 73 olduğu bu göstergede Türkiye yüzde 36 ortalama ile en son sırada yer alıyor. Geçen sene iç savaş ve felaketin eşiğinde olan Lübnan’da bile bizden çok gülüyor insanlar. Endonezya, Senegal gibi ülkelerde bu oran yüzde 90’ı geçiyor.
Bir eğitimci olarak bu raporda dünyadaki sıralamamız bakımından beni en çok üzen veriyi en sona bıraktım. Dünyada ortalama olarak her iki kişiden biri (yüzde 52), bir önceki gün yeni bir şey öğrendiğini ya da yeni bir tecrübe edindiğini söylüyor. Pek çok ülkede bu oran yüzde 70’in üzerinde. Bizde ise geçen sene yüzde 23 olan bu oran bu sene yüzde 17 ile dünyada en son sıraya düşmüş durumda. Dünyada bizden daha az yeni bir şey öğrenen, bizden daha az yeni bir heyecan yaşayan ülke yok! Hani hep ağzımızın tadı kaçtı diyoruz ya, işte bu veri onu maalesef doğruluyor.
Gördüğünüz gibi bu veriler benim ve pek çoğumuzun gözlemlerini doğruluyor. O nedenle müsaadenizle bu tatsız konuyu yukarıda paylaştığım 29 Ağustos tarihli Instagram postunun son paragrafıyla tamamlayacağım. Zira insan umutsuzluktan umut devşirendir:
Tüm bu saydığım zorluklara rağmen “yarın bugünden daha iyi olsun” diye hayata sımsıkı sarılan milyonlar da gördüm memleketin her yerinde. İşine tutkuyla bağlı öğretmenler, hayallerinin peşinde koşan gençler ve küçükken okuduğu kitabın yazarıyla ilk tanıştığında böyle içten sarılan çocuklar gördüm. Ben gücümü ve ümidimi onlardan alıyorum. Aklım da yüreğim de onlarda…