14 Şubat 2019 Perşembe

SAHTEBİLİM





Tarihte ve günümüzde sahtebilimler

Alâeddin Şenel-1 Mart 2017
Tarih boyunca, bilimlerin yanında birçok sahtebilim boy gösterdi. Astronominin yanında astroloji, kimyaya karşı simya… Musevilikte “Kabala”, Hıristiyanlıkta “Nümeroloji”, İslamlıkta “Hurufilik” adları altında boy gösteren “sayı falı”. Palmoloji (el falı), phrenoloji (yüz falı) vb. Bunlar tarihin sahteleri. Yakın dönemin ve günümüzün sahtebilimleri de var: Sosyal Darvincilik, antropometri, phrenoloji, etholoji, sosyobiyoloji vb. Bilgisayar teknolojisi de yeni sahtebilim anlayışlarına gebe gibi gözüküyor. Bütün bu örneklere göz atarak, bilim ile sahtebilimin farkını ortaya çıkarmaya çalışalım.
Yıllar önce, “Sosyobiyoloji: Yeni Bir Bilim mi?” başlığını taşıyan bir yazı yazmıştım. (1) Yazımın sonunda sosyobiyolojinin bir “sahtebilim” olduğu sonucuna varmıştım. Kanımca sosyobiyoloji, tarih boyunca bilimlerin yanı sıra görülen sahtebilimlerin sonuncusuydu. Bugün değil. Sahte olmasına gene sahte; ama artık son sahtebilim olma ününü “gençlere” kaptırdı. Sahtebilim oluşunu ise zaman, onun saman alevi gibi parlayıp sönüşü ile onayladı. Geçen on yıl içinde nice “genç” bilimler pazarlandı onun yerine; çoğu sahte.
Bilgisayar teknolojisi de, yeni bir sahtebilime gebe gibi geliyor bana. Hiç değilse, bir sahtebilim anlayışına gebe; nice sahtebilimler doğurabilecek bir anlayışa. Adı bile konmadı bu “bilimin”, bu anlayışın. Ama konacak yakında. Ben “korelasyon bilimi” diyorum şimdilik ona. Çift tırnaklar içine alıp, sonuna da bir ünlem imi (nida işareti) kondurarak. Evet, evet, bu teknoloji bir değil, irili ufaklı birçok sahtebilim doğuracak. Gerçek bilim anlayışını kemirerek beslenecek bir sürü bilim canavarı. Benden uyarması.
TARİHİN SAHTELERİ
Tarih boyunca, bilimlerin yanında birçok sahtebilimin boy gösterdiğini söyledim. Öyle değil mi? İşte astronominin yanında astroloji. Daha sonra, Musevilikte “Kabala”, Hıristiyanlıkta “Nümeroloji”, İslamlıkta “Hurufilik” adları altında boy gösteren “sayı falı”. Palmoloji (el falı), phrenoloji (yüz falı) vb. Hepsi de bilim gibi gelecek hakkında kestirmede (tahminde) bulunma amacında. Adlarındaki “loji” sözcüğüne bakılırsa, hepsi de bilim olma savında. Birkaçının yapısına bakmak, “korelasyon bilimi”nin bilim dışı yapısını kavramamızda yararlı olacak.
[Burada bir ayraç açmalıyım. Loji takısının “bilim” değil bilgi olarak çevrilmesinin gerektiğini, bu yazımdan on yıl kadar sonra, bugünden (2017) on yıl kadar önce Yaman Örs’ten öğrendim. Böylece çevirilerimde “teoloji”yi doğru yerine oturttum: “dinbilgisi”! Tarihte “loji”ler konumuza dönelim.]




Astrolojide, yakın nedenlerin uzak sistemler arasında aranması, onu sahtebilim kılan özelliklerden biridir.

Astronomiye karşı astroloji
Astronomi ile astroloji, adları bile karıştırılabilen, iki bilgi dalı. Biri bilim, ötekisi sahtebilim: Hangisi gözlemden çıkarılmış doğru bilgilerin, hangisi kafadan bacaklı eğri bilgilerin etiketi? Bunu karıştırmadan söylemekte, etimolojilerini bilmek bile yardımcı olmuyor. Hatta etimolojileri yanıltıcı. Bu nedenle, etimolojilerine girmeden, kestirmeden, astronomi, “yıldızbilim”; astroloji, “yıldız falı” olarak çevrilebilir. Ne var ki yüzyıllarca yıldız falı, yıldız bilimi (ilm-i nücum) olarak yutturulmuştur. Yıldız falına (astroloji diye) bilim adı takılınca, gerçek yıldız bilimi doğduğunda, sorun çıkmıştır. Ona, ötekiyle karışmasın diye olmalı, “astronomi” adı verilmiştir. Görüldüğü gibi ikisi de kötü adlandırılmış (misnomer). Karıştırılmaları bu yüzden. Astrolojiye astronomi, astronomiye astroloji denmeliydi. Ama artık çifte galat. Dönüş çok zor. Neredeyse olanaksız.
Peki, nedir astronomiyi “bilimsel”, astrolojiyi “sahtebilimsel” kılan özellikler? Birinde olayların nedensellik ilişkileri, içinde bulunduğu “sistem” (kozmoz) içinde aranır. Kendi (astrofizik) “düzey”inde araştırılır. Buna karşılık, ötekisinde, nedensellik ilişkileri, birbirleriyle ilişkisiz sistemler (makrokozmoz ile midikozmoz) arasında kurulmaya çalışılmaktadır. Bu iki sistem arasında, kuşkusuz makro düzeyde bir ilişki vardır. Örneğin insan da genel çekim yasasına bağlıdır. Ama mikro düzeyde, yakın, belirleyici ilişkiler kurmak doğru olmayacaktır. Örneğin bir kimsenin sinirliliğinin nedenini, ilişkilerinde, midesinin boşluğunda, yakınlardaki bir gürültü ya da titreşim kaynağında veya hormon dengesinde, genetik yapısında aramak varken, Şillak takımının Wega yıldızından gelen ışında aramak niye?




Helenistik dönem Mısır astrolojisinde takımyıldızları gösteren bir kabartma.

Kısacası, astrolojide, yakın nedenlerin uzak sistemler arasında aranması, onu sahtebilim kılan özelliklerden biridir. Ötekisi, aynı varlık düzeyi içinde aranması gereken nedensellik ilişkilerinin (jeosfer, biyosfer, noosfer olarak) farklı karmaşıklıkta varlık düzeylerinde aranmasıdır. Örneğin bir delikanlının bir genç kıza karşı bilinçli, erekli ilgisi, ereksellikle açıklanmak yerine, burcunun etkisiyle (nedensellikle) açıklanmaya çalışılmaktadır. (2)
Böylece kurulmak istenen nedensellik bağlantıları, nesnel nedensellikleri yakalamaktan çok, ister istemez, öznel (keyfi) yaratılmış (uydurulmuş) ilişkiler olmaktadır. Yapılanlar, “balık burcunda doğanlar alık olur” türünden açıklamalardır. Açsınlar ansiklopedileri, aynı burçta doğan bin bir farklı karaktere sahip ünlüyle karşılaşacaklardır. İçlerinde “cin gibi” olanlar da bulunacaktır.
Bu tür açıklamalar, yalnızca sahtebilimsel nitelik taşımaz. Aynı zamanda, felsefi açıdan, etik açıdan “yazgıcı” açıklamalardır. Geleceği yıldızlardan okuma, daha önce yazılmış bir geleceğe (yazgıya) inanmaya dayanır.




Babil Güneş tanrısı Şamaş’ı gösteren bir tablet.

Yazgı değişmeyeceğine göre, olacağa, geleceğe katlanmaktan, boyun eğmekten başka seçenek bulunmayacaktır elde. Geleceğe ilişkin bilimsel, nedensellikçi açıklamalar, tersine, insana bir eylem olanağı, iradesinin ağırlığını koyma olasılığı, bir özgürlük alanı tanır. Nedenler arasına (rastlantıyla) yeni bir neden girebilir. Neden-sonuç zincirinin dizilişini, yönünü kavramışsanız, iradenizle ve eyleminizle bir neden de siz olarak katılıp, nedenleri etkileyip yönlendirerek sonucu etkileyebilirsiniz. Astroloji, bizi kara sevdaya ya da hülyaya götürebilir. Ama aya götüren astronomi bilimidir. (3)
Matematiğe karşı matefizik (4) matemetafizik
Matematik özel (dar) anlamıyla bir “bilim” değildir. Nesnelerin, canlıların, insanların, toplumların devinimleri, davranışları arasındaki nedensellik ilişkilerini araştırmaz. Ama (metafizik değildir) “pozitif’ bir (bilim değil) bilgi dalıdır. Varlıkların özelliklerinden biri olan birimleriyle, sayılarla (nicelikleriyle) ilgilenir. Nicelikler bilgisidir matematik. Giderek soyutlaşmış, niceliklerin (sayıların, sayısal kavramların) aralarındaki kafalarda kurulan göreli, öznel bağlantıları araştırır olmuştur. İki, bire göre ne durumdadır; birin kaç katıdır; bir ikinin kaçta biridir gibi. Bu iki, iki fasulye tanesini temsil edebilir de (çoğu işlemde) etmeyebilir de. Demek ki, matematik terimlerinin kendi (doğal) içerikleri yoktur. İçine ne doldurursanız onu sayısal alanda temsil ederler; “iki sigara” gibi. Ama çoğu kez, nesnelerden bağımsız işlem görürler: “İki kere iki dört eder” gibi. Sayılar zarftır; içlerini sayılan nesneler doldurur. Bu yüzden matematiği, mantık ile birlikte, “formel bilim” sayanlar (5) vardır. İçeriklerle değil biçimlerle ilgili olduğundan. Aslında “bilim” değildir, soyut bir tekniktir. Ama kendi başına hiçbir zaman “sahtebilim” de değildir. Ne var ki, pozitif matematik bilgisi yanında, hem de bilim olduğunu öne süren sahtelerinin pazarlandığını görürüz.
Matematik olasılıkla ilkin Sümer din adamlarınca sistemli bir bilgi dalı (disiplin) durumuna yükseltilmiştir. Ne zaman yıldızlar sayılıp, aralarındaki uzaklıklar hesaplanırken; tapınak temelleri atılıp, duvarları çıkılırken; tapınağın tarlaları ekilip biçilip, ürünleri tayınlanırken. Matematik, din adamlarınca geliştirildiği için; dinsel kurumlardan, dinsel sorunlardan özerk geliştirilmediği için, hurafe, doğuşuyla birlikte bulaşmıştır matematiğe. Örneğin Sümer din adamları, matematik bilgisini, sanırım halkın günlük sayı bilgisinin dayandığı onlu sayı tabanına dayandırmaktan kaçınmışlardır. “Halktan kişiler, yapılan işlemleri, el parmaklarının yardımıyla yapıp anlayamasınlar” diye. Bu yüzden olmalı, altı sayısına ötekilerden farklı bir güç, bir gizem yüklemişlerdir. Altının onlu katları olan, altmışlı, altı yüzlü basamakları bulunan (seksagasimal, altmış tabanlı) bir sayı sistemini benimsemişlerdir. Feleği (çarkıfeleği, horoskopu) altmışın beşte biri olarak on iki burca bölmek de bu anlayışın ürünüdür.
Bu anlayış matematiğin gelişmesini engellediği, sıfır sayısının bulunuşunu geciktirdiği gibi, gözlemlerin gizemli sayılara tutturulması çabası ve buna bağlı “astrolojik” yorumlar nedeniyle, astronomiye (bilime) zarar vermiştir. Astronomi yanı sıra, tarihe de zarar vermiştir. Örneğin (MÖ 2125 dolaylarından kalma, Erek’ten gelme) “Sümer Kral Listesi” adlı tarih tabletinde, Sümer kentleri krallarının krallık süreleri, 28.800, 1200, 960 gibi (6), altmışın katları tutturulacak biçimde abartmalı ve kabartmalı rakamlarla verilmiştir.




Pythagorascılar, sayıların “gerçek varlıklar’’ olduğunu düşünüyorlardı.

Matematiğin daha çok Eski Yunan’da (soyut bir bilgi dalı olarak) yaratılıp geliştirildiğini biliyoruz. Bu alanda Pythagoras’ın ve Pythagorascıların katkılarını yadsıyabilir miyiz? Ama onların bu bilgi dalına ve bu bilgi dalını kullanan “bilimlere” verdikleri zararları görmezlikten gelemeyiz. Gerçekten Pythagorascılar, matematik yanı sıra, “matefizik” ve “matemetafizik” olarak adlandırmayı denediğim sahtebilimler geliştirmişlerdir. Yıldızlar arasındaki uzaklıkların telli çalgıların perdeleri arasındaki farklar gibi oranlı olduğunu “hesaplamışlardır” [?]. Buradan giderek, tanrının evrende sıradan kimselerin duyamayacağı bir ahenge dayalı kozmik bir müzik çaldığı sonucuna varmışlardır. (7) Böyle bir bilgi birikimine “mateastrofizik” ya da kısaca “matefizik” diyebiliriz. Aynı düşünceyi müzik araçları tellerinin titreşimi olayında kullandıkları için.
Matemetafiziğe gelince, Pythagorascılar, bilindiği gibi, sayıların “gerçek varlıklar’’ olduğunu düşünüyorlardı. Niteliklerle nicelikleri, varlıklarla simgelerini karıştırıyorlardı demek ki. “Bir” sayısı örneğin, “tanrı” idi. (8) Bir sayının kendiyle çarpılması sonucu ulaşılan “kare sayı” ise “adalet” idi. Çünkü kare şeklinin dört kıyısı ve dört açısı birbirine eşitti. Adalete de eşitlikle ulaşılmıyor muydu? Buna bakarak Pythagorascıların toplumsal eşitlikten yana olduğunu sanmayın. Onlara göre eşitlik, herkesin “yaradılışına eşit” yerde bulunup, onu değiştirmeye kalkmamasıydı.
Bertrand Russell ne güzel anlatır Batı Felsefesi Tarihi’nde Pythagorascıları sayı mistisizmine götüren tarihsel, toplumsal koşulları: Yönetimlerin aristokratlardan demokratlara geçmeye başladığı bir dönemde yaşamışlardır. İşleri kölelere bırakıp, kendilerini bilgiyle, sanatla, müzikle, politikayla uğraşmaya adayabilen aristokrat çocuklarıdır. Matematikle uğraşırken, sayılar arasındaki ilişkilerin kesinliğine, değişmezliğine vurulmuşladır. Gittikçe bozulduğunu düşündükleri zamanlarında insan ilişkileri hiç de böyle değildir. Ortada bir yanlışlık vardır kafalarına göre: Gerçek, doğru “değişmez” olduğuna göre, yanlışlık değişendedir. Değişen toplumsal ilişkiler, hatta doğa olayları, gerçek değildir; yanılgıdır, düştür, yanlıştır. Asıl var olan, sonsuz olan, gerçek olan sayılar ve sayılar arası kesin, değişmez ilişkilerdir. Bence, tipik bir tutucu, hatta gerici ideolojik tutum: Kafadaki “gerçek” ile dışarıdaki gerçeklik çatışınca, kafadaki, gerçekliğe uymayan düşünceleri düzeltip değiştirmek yerine gerçekliği yadsıma. Gerçeklikler dünyasından kaçıp, kavramlar dünyasına uçma.
Pythagorascılık, Platonculuk, özellikle Yeni Platonculuk, Yunan sonrası sahtebilimsel düşünüşleri besledi. Çünkü bu iki düşünce akımı da, Pythagorascılık gibi, nesnelerin, ilişkilerin simgelerini (ideaları) gerçek; nesneleri, somut ilişkileri ise, onların kopyaları, sahteleri saydılar. Bu akımların üzerine, Mısır kaynaklı Hermetika (9) akımının etkisi bindi.




Corpus hermeticum’un 15. yüzyıldan kalma bir kopyası.

Sahtebilimlerin şahı: hermetika
Hermes, Yunan’ın haberci, tacir, hırsız(larının) tanrısının adıydı. Helenistik [Afşar Timuçin’den öğrendiğim doğru çevirisiyle “Helencilik”] dönemde (MÖ 338 – MÖ 31 arasında) Mısır kültürü daha yakından tanınınca, Mısır mitolojisinin başkahramanlarından Tanrı Tot’a da “Hermes” denmeye başlandı. Tot, bir yandan Horus’un babası Osiris ile uğraşan karanlık, kötülük tanrısı idi; öte yandan Mısır’a yazıyı, sanatları, bilgiyi, uygarlığı getiren tanrı sayılıyordu. Corpus hermeticum onun düşünceleri doğrultusunda geliştirilmiş bilgilerin derlemesi (külliyatı) idi. Bu bilgi birikimine, Müslüman Araplar da katkıda bulunduktan sonra onu ortaçağda Hıristiyan Avrupa’ya aktarmışlardır. Hermes’e yüklenen bu metinler arasına, daha sonra tıp, simya, büyücülük yazıları da karışır. Bunların üçünü de ortaçağın sahtebilimleri arasında görürüz.
İşin ilginç yönü, Hermetika’nın postmodern bunalımdan geçen günümüzün düşünsel koşullarına benzeyen koşullarda doğup gelişmiş olmasıdır. Onun, Eski Yunan’ın akılcılığına duyulan güvenin azaldığı, din ile bilim arasındaki ayrımın silikleştiği bir dönemin ürünü olarak yaygınlaşmasıdır. (10)
Hermetik inançların ve bilgilerin temelinde evrenin bir birlik ve bütünlük olduğu düşüncesi yatar. Aman ne denli bilimsel! Dolayısıyla parçaları bütünle bağlantılıdır. Neredeyse “diyalektik materyalist” bir anlayış! Ama durun, söz konusu birlik, parçalar arasındaki nedensellik ilişkileri biçiminde değildir. Duygu birliği (duygudaşlık, sempati, sevgi) ya da karşıtlık (düşmanlık, nefret) ile kurulmuş bir birliktir. İşte bu noktada, cansız, duygusuz, akılsız nesnelere ve varlıklara da duygu, sevgi, nefret yüklenerek, bilim dışına düşülmektedir. Sanki bunun ayırtında olunmuşçasına, parçalar arası söz konusu ilişkilerin ve birliğin gözlemle, deneyle değil “vahiy” ile anlaşılabileceği ileri sürülmektedir.
Teoloji bilim mi?
Ortaçağ boyunca teoloji (ilahiyat, tanrıbilim, dinbilim) en önemli, başat, baskın bilgi dalı sayıldığı gibi, birçok sahtebilim doğurmuştur. Hem Musevi, Hıristiyan Batı’da, hem İslam Doğu’da (Kuran’da yüzlerce) sözü geçen “ilim”, bilim değildir. Sahtebilimdir. Muhammed’in hadislerinde, kadının erkeğe doymayışı gibi, bilgin kişinin de doymayacağını söylediği bilgi, bilimsel bilgi değildir. Çin’de bile olsa gidip alın dediği, en genel anlamıyla bilgidir. (11) Bunlar, çağdaş bilimden çok, inanç, felsefe, ahlak, hukuk, tarih vb. “bilgilerdir.”
Teoloji kuşkusuz, dinsel kurumların ve inançların doğuşlarının ve yapılarının incelendiği (sosyolojik yaklaşımlı) bir bilim dalı olarak işlenebilir. Ancak günümüze dek işlenişi, din kurumunu, dinsel ideolojiyi, saptama değil, savunma, hatta propaganda (yayma) biçiminde olmuştur. Dolayısıyla, tarihte üniversiteler ve fakülteler dinsel kurumlar içinde doğmuş olsalar da, zamanımızda, geleneksel anlayışla yürütülen ilahiyat (teoloji) fakültelerinin bilimsel kurumlar olan üniversitelerin (fakülteleri olarak) içine alınmaması, alınanların çıkarılması gerekir. Alınmaları, egemen ideolojinin gücünün ve demokrasideki halk yaltakçılığının ürünüdür. [Yirmi yıl öncesinde aklımdan bile geçmeyen olasılık, bugün gerçekleşip, camiden gelenler, liselerden, akademilerden gelenleri kampuslardan kovmaya başlamışlardır!]
Teolojinin onu bilim olarak kabul etmemizi olanaksızlaştıran birinci özelliği, içinde (belli bir tür bilginin değil) her türlü bilginin bulunabilmesidir. Onu sahtebilimciler içinde sınıflandırmamızı gerektiren ikinci özelliği, pratikten, gözlemden, deneyden, eylemden değil, imandan, inançtan çıkarılan bilgileri içermesidir. Ve bu bilgilerin doğruluklarının yanlışlıklarının pratikte sınanmasının akıl edilmemesidir. (12) Hatta doğruluklarından kuşkulanmanın bile yasaklanmış olmasıdır.
Teolojiyi bilimler arasına almamıza olanak bırakmayan üçüncü özelliği, olgular, olaylar arasında, “nedensellik” ilişkilerinin değil, “ereksellik” ilişkilerinin araştırılmasıdır. Varlıkların, olayların, yetkin tanrının, onları yaratan yazgılarını yazan, çizgilerini yöneten yaratıcısının hangi amacına hizmet ettiğini bulmak için kafa yorulmasıdır. Bildik deyişle, olayların nedenlerinin değil niçinlerinin araştırılmasıdır. Böyle bir yaklaşımla “her şeyde bir hayır”ın bulunabilmesidir. O zaman olayların nedenlerini kavrayarak, onları yasaları yönünde etkileyip yararımıza yönlendirmek gibi bilimsel bir tutum güme gitmektedir. Bunun en güzel örneği, doğal yıkımlar (afetler) özellikle yer sarsıntısıdır: “Tanrı yeri, kullarını (çoluk çocuk, zengin yoksul, suçlu suçsuz ayırt etmeksizin) cezalandırmak için sarsıyorsa, sen ne kadar sağlam yapılar kursan, yapıları sarsıntı yerlerinden ne kadar uzakta toplasan, tanrının iradesinden kaçamazsın” sözüne kim karşı çıkabilir. Hiçbir kutsal kitapta bulunmayan “külli irade-cüz-i irade”, “kader-kaza”, “tedbir- takdir” payandaları da bizi bu sonuca varmaktan alıkoyamaz.
Teoloji örneği bizi, ayrıca, sonuna her “loji” takılan bilgi dalının bilim olmadığı gibi bilimin tam zıddı bir düşünce biçiminin adı olabileceği yolunda uyarmaktadır.




Pieter Bruegel (Baba)’in “The Alchemist / Simyacı” adlı tablosu.

Kimyaya karşı simya
Simya, kimyadan önce gelişmiştir; tamam. Gelişmesi kimyanın doğmasına yol açmıştır; kabul. Ama bu onun bir sahtebilim olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Simyanın bilgiye, bilime tutkun (bunun yanı sıra üne, altına kavuşma tutkusuyla dolu) kafaların çıkmaz sokaklara sapmalarından sorumlu oluşunu bağışlatmaz. (13) Simya bir bakıma Hermetika’nın uzantısı sayılır.
Simya sözcüğü, Eski Yunancada kara büyü demek olan “khemia”dan gelmektedir. Metallerin birbirine, özellikle altına dönüştürülebileceği inancına ve umuduna dayanır. Bu umutla milyonlarca (başarısız) deneye girilmiştir. Sayısız düşünce üretilmiştir. Zamanımıza yüz binden fazla kitap kalmıştır. Ortaçağ simyacıları simyayı, bütün bilimlerin ilkelerini içinde barındıran temel bilim sayıyorlardı. (14)
Simyacılar, yüzyıllarca prima maria (ilk madde) denen, öteki maddelere dönüşebildiğine inanılan şeyi aradılar. Temel metalleri altına dönüştürebileceğine inandıkları, “simyacı taşı” denen maddeyi bulmaya çalıştılar. Ve ölümsüzlük verebileceğine bile inandıkları “iksir”in ardına düştüler. Sonunda alkol gibi bazı maddeleri, damıtma gibi bazı kimyasal yöntemleri buldular. (15) Araştırmalarında, “iksir” öğesini oluşturan bazı kimyasal maddeler yanı sıra, gizil güçler taşıdığını düşündükleri bazı harfleri ve sayıları kullandılar. Burada onun, bilim olmasını engelleyen, sahtebilim düzeyinde kalmasına yol açan özelliğini yakalayabiliriz. Gözlemler ve deneyler dizisinden genellemelere, kurama gitmek yerine, ters bir gidişle, kuramdan (soy olmayan metallerin soy metallere dönüştürülebileceği inancından) deneye yönelmişlerdir. Bu nedenle, araştırmaları deneysel olmakla birlikte, bilimsel olamamıştır. Burada gizil güçler taşıdığına inanılan harflere, sayılara, sözlere dayanan kuramlarının, deneye dayanan eylemleriyle aynı düzeyde bulunmadığını da gözden kaçırmayalım. Kabaca, eylemleri materyalist, kuramları idealistti diyebiliriz.
ÇAĞDAŞ SAHTE BİLİMLER
Ortaçağdan yeniçağa geçişte, ortaçağın din inanç anlayışıyla yeniçağın bilim anlayışının karışmasının ürünü olarak birçok sahtebilimin doğduğunu görürüz. Bilimler yanı sıra sahtebilimler de yerden mantar gibi bitmiştir. Yalnızca birkaç örnekle yetineceğim.




Herbert Spencer (1820-1903)

Darvinciliğe karşı Sosyal Darvincilik
Darvincilik bilimsel bir “kuramdır.” [O dün (1995’te yazının ilk kaleme alındığı tarihte) öyleydi; bugün (2017’de) artık “olgu” sayılmaktadır.] Canlılar dünyasında değişmenin, gelişmenin, farklılaşmanın nedenleriyle ilgili kuramlar geliştirilmiştir: çevreye uyum, yaşam savaşı, doğal ayıklanma vb. Sosyal Darvinciler bu kuramları olduğu gibi insan dünyasına taşımışlardır. Örneğin H. Spencer (1820-1903), biyolojik evrim gibi toplumsal evrimin de “doğal ayıklanma” yasasıyla işlediğini öne sürmüştü. Ayıklanmayı sağlayan, ilkel dönemlerde “aşağı ırkları” eleyen savaş idi. Zamanımızda toplumsal evrimin aracı “endüstri savaşı” olmuştu, Alman tarihçisi H. Treitschke’ye (1834-1896) göre, toplumsal evrimi sağlayan, uygarlığın barbarlığa üstün gelmesine olanak hazırlayan savaş, özellikle “ırklar savaşı” idi. O. Spengler (1880-1936) ise, bu yolda, ayıklanmayı engellediği için tıptaki gelişmelerden yakınacak denli ileri gitmişti. (16)




Herbert Spencer, biyolojik evrim gibi toplumsal evrimin de “doğal ayıklanma” yasasıyla işlediğini öne sürmüştü.

Nedir Sosyal Darvincilikte bilimsel olmayan, onu bilimsel görünümlü bir sahtebilimsel yaklaşım durumuna sokan? Akıl, irade, kültür, ahlak sahibi olmayan bitkiler ve hayvanlar dünyası ile ilgili varsayımları (özellikle yaşam savaşı ve ayıklanma kavramlarını) bunlara sahip insanlar dünyasına genellemeleridir. Biyosferin gerçeğini noosfere sokmalarıdır. Oysa insanlar, hayvanlardan farklı olarak, doğanın kıt kaynakları başında savaş vermek yerine, “üretim” ile onları çoğaltabilirler. Ayrıca üretim kolektif bir etkinlik olduğundan, öteki insanlar, hatta öteki halklar, yok edici bir yarışmanın rakipleri olmaktan çok, işbirliği yapılacak kimselerdir. [İnsan insanın, aslında, kurdu değil koludur] Ahlak sahibi bir varlık olarak insan, öteki insanları kıymak yerine onlara yardımcı olabilir. Ve akıl sahibi bir varlık olarak ilerde onların yardımını görebileceği düşüncesiyle, onlarla dayanışmaya girişebilir. Son olarak, bir savaşta canını, malını, sağlığını riske atmaktansa ödün verme, bölüşme yoluna gidebilecek bir varlıktır insan. (17)
Bilimsel sosyalizme karşı kaba materyalizm
Marx ve Engels, “ütopyacı” buldukları bazı sosyalist yazarlara karşı, “bilimsel” dedikleri sosyalizmi formülleştirmişlerdir. Bilimsel Sosyalizm, “tarihsel, diyalektik materyalizm” denilen bir yönteme dayanır. Gerçekten, sosyalizmin her türü bilimsel olmadığı gibi, materyalizmin her türü de bilimsel değildir. Fourier’nin, Owen’ın, Proudhon’un sosyalist düşünceleri, Feuerbach’ın kaba materyalizmi, “sahtebilimsel” sistemler sayılabilir.
Ütopyacılar, işverenlerin yaptıklarının yanlışlığı anlatılınca, çalışma koşullarını düzelteceklerini ummakla, bilimsel çözümlemeden uzaklaşmışlardır. Kapitalist ekonominin, kapitalistlerin değerlerinden ve düşüncelerinden bağımsız iç yasalarının (nedenselliklerinin) bulunduğunu kavrayamamışlardır. “İnsan yediklerinin ortalamasıdır” sözüyle tanınan Feuerbach’ın (1804-1872) düşüncesi de, materyalist olmasına karşın, bilimsel sayılmayabilir. “1848 işçi devrimleri başarılı olamadı. Yediklerine bakalım: patates. Fasulye yeselerdi başarılı olabilirlerdi” gibi düşünceler geliştirdiği söylenen Feuerbach da, devrimci koşulların nedenlerini daha çok beslenme düzeyinde (maddi, biyolojik düzeyde) araştırıp, düşünsel düzeydeki (bilinçlenmedeki) duruma da bakmadığı için, sahtebilimseldi diyebiliriz.
Antropolojiye karşı antropometri ve phrenoloji
Antropoloji, 18. yüzyılda doğmuş bir bilimdir. İnsan topluluklarının biyolojik ve kültürel evrimlerini inceler. Antropolojinin bir dalı olarak gelişip insanları (özellikle kafatası) ölçülerine göre sınıflandırmaya çalışan antropometri, “sayısal” olmasına karşın, gerçek değil, sahte bir bilim yöntemiydi. Çünkü toplum içindeki insanların davranışlarının nedenleri, biyolojik olmaktan çok kültüreldir. Davranışlarını belirleyen beyinleri (biyolojik düzey) olmaktan çok, beyinlerine kodlanan bilgilerdir (kültürel düzeydir). Doğadaki nedensellik bağlantıları bu düzeyde aranmalıdır. [Sonra pratiğin (deneyimin, deneyin, eylemin) sınavından geçirilmelidir.]




1921’deki bir öjenik konferansından, antropometri gösterimi.

Davranışların nedenlerini fizyolojide arama, kraniyolojide (kafatasbilimde) ve phrenolojide (karakterbilimde) saçmalık düzeyine vardı. Uluslar ve karakterler, kafatası özelliklerine göre nitelenip, sınıflandırılıp değerlendirilmeye başlandı. Gene kültürel düzeyin bir olgusunun (karakterin) nedenleri fizyolojik düzeyde aranmaktaydı. Örneğin Cesare Lombroso (1835-1909) adında bir İtalyan kriminolojisti, Suç İşlemenin Biyolojik ve Sosyal Sebepleri adlı (1962’de Türkçeye de çevrilen) yapıtında, fiziksel özelliklerine bakarak “doğuştan suçlu” tiplerin ortaya çıkarılabileceğini ileri sürmekteydi. (18)
Genetik bilimine karşı etholoji ve sosyobiyoloji
20. yüzyılda, genetik biliminde gerçekleştirilen gelişmeler, ister doğa, ister insan, ister toplum bilimleri alanında çalışıyor olsun, çoğu bilimadamının ilgisini kalıtıma çekti. Bireysel ve toplumsal davranışların nedenleri, nedenleri değilse bile temelleri, biyolojide, genlerde aranmaya başlandı. Bir tür indirgemecilik, “biyolojizm” yaşandı bilim dünyasında. [Bilgi birikimimin “sahtebilim” olup olmadığına karar verebilecek derecede bulunmadığı (2000’li yılların) yeni yetme disiplini “Epigenetik” de yeni bir biyolojik indirgemecilik sayfası açmış olabilir?!]
Bir memeli ve yüksek primat olan insan, Darwinciliğin gösterdiği gibi, her şeyden önce hayvanlar dünyasının varlığıydı. Kültür, uygarlık, eğitim masallarıyla bu (hayvan) doğası görmezlikten gelinip, yadsınmamalıydı. Sonra, bu yönde çalışmalar başladı. Doğal yaşam ortamında incelenen hayvan davranışlarını araştıran etholoji (karakterbilim) adını taşıyan (etnoloji ile karıştırılmaması gereken) bir bilim gelişti. Vargıları insanlara genellenmeye kalkıldı. Hayvanlarda, özellikle yüksek primat takımlarında, saldırganlık, hiyerarşi, erkek egemenliği, önderlik, toprağı sahiplenme eğilimi (territority) ve harem vardı. Bunlar, biyolojik varlığıyla hayvanlar dünyasının bir üyesi olan insan için de geçerli “doğal” davranışlardı. Biyolojik düzeyde belirlenmişlerdi. Eğitimle kültürle yok edilemezlerdi.




Cesare Lombroso (1835-1909) adında bir İtalyan kriminolojisti, fiziksel özelliklerine bakarak “doğuştan suçlu” tiplerin ortaya çıkarılabileceğini ileri sürmekteydi.

Etholoji alanında Konrad Lorenz, Desmond Morris, Edgar Morin gibi ünlü yazarlar yetişti. Hayvan davranışlarının doğal yaşam ortamlarında incelenmesi, kuşkusuz bilimsel bir yöntem idi. Bu davranışların biyolojik nedenlere bağlanması, biyoloji-kültür (nature-nurture) bileşkesinde, kültür katsayısı çok düşük olan hayvan takımları ve sürüleri için, bilim dışı bir tutum sayılmazdı. Ancak, hayvanlarda bile, sürü içinde büyüme ve taklit olgusu nedeniyle, bazı davranışlar, kalıtsal ve içgüdüsel değil, “öğrenilmiş” olabilir. (19) Bulgularını, vargılarını insan hayvanına genellemeye kalkınca etholoji, bilim dışına düşüp, karşımıza bir “sahtebilim” olarak çıktı. Dolayısıyla, Sosyal Darvinciliğe yöneltilen tüm eleştiriler, etholojinin bu türüne de (bu kullanımına da) yöneltilebilir.




Etholoji (karakterbilim) ile hayvan davranışları insanlara genellenmeye kalkıldı.

Sosyobiyolojiye gelince; sosyobiyoloji bu tür bir etholoji anlayışının uzantısı olarak doğdu (kurucusu bir entomologdur, yani böcek bilginidir). Biyolojik belirleniciliği, bir yandan genlere dayandırarak özgülleştirdi. Öte yandan onu, yalnız bireysel davranışları değil, toplumsal davranışları, hatta ahlakı içine alacak biçimde genişletti.
Gerçekten; kurucusu Edward O. Wilson, Sociobiology: A New Synthesis (l975) adlı yapıtında, yapıtının adının da gösterdiği gibi, sosyolojiyi biyolojiye dayandırmak istemişti. Böylece onu daha bilimsel temellere oturtmak savındaydı. Oysa yaptığı aslında sahtebilimcilik idi. Çünkü o tarihlerde (ve bu tarihlerde) hiçbir genin ya da genler takımının, örneğin saldırganlık gibi karmaşık (ve çok nedenli) bir insan davranışını belirlediği gösterilebilmiş değildir. Dolayısıyla, sosyobiyolojik önermeler, varsayımlar olmaktan öteye gidememiştir. Genlerle toplumsal davranışlar arasında, doğrudan nedensellik ilişkileri ortaya konamamıştır. Ayrıca sosyobiyolojinin, toplumsal (kültürel) evrimin ürünü olan ve kültürleşme ile aktarılan toplumsal kurumları ve davranışları genlere bağlaması; tümüyle bilim dışıdır. Hatta kurulu düzeni “doğal” gösterme yolunda çağdaş bir ideolojik eğilimin ürünü olarak görünmektedir. Çünkü genlerde kodlanan bilgi “biyolojik” bilgidir; fizyolojiyi belirler, denetler. Simgelerle kodlanıp bellekte (nöronlarda) korunan tek bir bilgi birimi (bit) bile [örneğin tek bir sözcük bile] genlerle geçirilemez. Beyin, bilindiği gibi, doğduğumuzda tabula rasa (boş levha) durumundadır.




Edward O. Wilson, Sociobiology: A New Synthesis (l975) adlı yapıtında, sosyolojiyi biyolojiye dayandırmak istemişti.

Bütün bunlara karşın O. Wilson, ahlakın bile, genlerde belirlenmiş olan doğamıza göre yeniden kurulmasını savunmaktadır. Genlerde, her bir genin kendini, kopyasını çıkararak, bir sonraki kuşağa aktarması eğilimi vardır. Bir de, popülasyonun gelecek kuşaklarına olabildiğince çok kopya bırakma eğilimi bulunmaktadır Wilson’a göre. Bu “gerçeğe” dayanarak Wilson, mecazi anlamda da olsa “gen ahlakı” dediği bir şeyden söz edebilmektedir. Burada da, genlerde kodlanan “genetik bilgi” türü ile nöronlarda kodlanan “simgesel bilgi” karıştırılıyor gibidir. Bu nedenlerle de sahtebilimdir sosyobiyoloji. (20)
Bilgisayar teknolojisi ve korelasyon bilimi
20. yüzyılın ikinci yarısı, bilgisayar teknolojisi (solid state electronics) ve biyoteknoloji olmak üzere, iki “yüksek teknoloji” devrimine tanık oldu. Birinci endüstri devrimiyle kol emeğinin yükü (bir ölçüde) hafifletilmişti. İkinci endüstri devrimi denen devrimle ise, kafa emeğinin yükünün, bilgisayarlara yüklenilerek hafifletileceği düşünüldü. Bilgisayarlara “elektronik beyin” ya da “yapay zekâ” gibi adlar takıldı.
Bilgisayarlara bırakılan düşünsel işlemlerden biri de, iki bilgi kümesi arasında korelasyon (bağıntı) kurmaktı. İnsan aklı, ilk insanlardan beri, bilgilere dönüştürülmüş iki olgu arasında (benzetme ve çağrışım işlemleriyle) bağıntı kurmayı biliyordu. Bu bağıntı, söz konusu iki olay arasındaki nedensellik bağlantısının beyindeki yansımasının ürünü olabiliyordu. (21) Olaylar arasında hiçbir nedensellik bağlantısı bulunmasa da, insan beyni onları birbirleriyle bağıntılı olarak düşünebiliyordu. Bunu; aralarında benzerlikler kurarak kodlayıp belleme, aynı ya da art arda zamanda, aynı uzamda gördüğü olayları, aynı zaman ve uzam bağlamlarında belleğe işlemesi gibi nedenlerin ürünü olarak yapıyordu. Hatta bu bağıntının bir nedensellik ilişkisi olduğunu düşünebiliyordu. Zihnin bu işlemine aydınlatıcı bir örnek olarak “cadı davası” meseli verilebilir: Köyde, gençler arasında olduğu kadar evliler arasında da sürtüşme yaratan, yalnız yaşayan, kimsesiz bir dul kadın vardır. Gün gelir bir salgın hastalık koyunların bir bir ölmesine yol açar. O sıralarda dul kadın da, öksürürken kan kusmaktadır. Köyün bilgiçleri, hastalıktan ölen koyunların solgunluğu ile kadının kustuğu kan arasında bağıntı kurarlar. Demek ki kadın cadıdır. Koyunların kanını gizlice emmektedir. Yargı: yakılmalıdır. (22) Bugün benzeri işlemler büyük sayılar çapında bilgisayarlara yaptırılmaktadır.
Bilgisayarlara, kişiler, nesneler ve olaylar hakkında büyük sayılarda bilgiler yüklenmektedir. Sonra bu bilgiler, çeşitli amaçlarla kümelendirilebilmekte, sınıflandırılabilmektedir. İki bilgi kümesi arasında, o ya da bu yönde doğru ya da ters orantı gösteren bir bağıntının bulunup bulunmadığı, bilgisayardan istenebilmektedir. Örneğin bebekliğinde anne sütüyle beslenmiş bin kişilik bir örnekleme grubu ile (aralarında benim de bulunduğum) inek sütüyle beslenmiş bin kişilik bir denek grubu oluşturulabilmektedir. Sonra bu gruplarda meme sevgisinin, süt sevgisinin ya da anne sevgisinin oranlarıyla ilgili veriler istenebilmektedir. Anne sütüyle beslenenlerin yüzde onunun, inek sütüyle beslenenlerin yüzde yirmisinin annelerini sevmedikleri gibi bir korelasyon yakalanınca, hemen sonuca atlanabilmektedir: anne sevgisinin nedeni anne sütü (!) Böylece medyanın çok hoşuna giden türden bir “bilimsel bilgi” üretilebilmektedir. Hele bir de bu bilimsel haberin yanına, çocuğunu emziren iri memeli bir kadın resmi (görüntüsü) iliştirilivermişse.




Bilgisayar teknolojisi, korelasyonun yanlış kullanılması ile yeni bir sahtebilime gebe olabilir.

İşte buna ben “korelasyon bilimi” (!) adını veriyorum. Bunu, bilgisayarların bilinçsiz kullanılmasının ürünü “sahtebilimsel” bilgi üretimi olarak görüyorum. Bilimsel düşünüşü zedeleyecek tehlikeli bir eğilim olarak buluyorum. Böyle bir yöntemle, boş inançlar, önyargılar, ideolojik tutumlar ve düşünceler, (sözde) “ampirik” (gözde) “bilimsel” temellere dayandırılabilir: Beethoven’dan hoşlanan sağmal inekler; marş dinletilince hızla büyüyen çiçekler (!) Korelasyonun bu tür yanlış kullanılması, zaman zaman görsel medyadan, magazin basınından taşıp, popüler bilim dergilerine de yansıyabilmektedir.
Korelasyonun bilimsel değeri nedir? Korelasyon, bilimsel araştırmada, iki olgu kümesi arasında, belli bir konuda nedensellik ilişkisinin bulunup bulunmadığını araştırmanın (son değil) ilk adımıdır. Öyle ki, bazı durumlarda söz konusu kümeler arasında nedensellik ilişkisinin bulunmasına karşın (çoklu, birbirine zıt sonuçlar doğuran nedenlerin birbirlerinin etkisini nötrleyebilmeleri vb. nedenlerle) verilerde yeterli korelasyon görünmeyebilir. Yeterli bir korelasyonun bulunması ise, aralarında her zaman nedensellik ilişkisinin bulunduğu anlamına gelmez. Söz konusu sonuç bir başka girdinin ürünü olabilir. Neden sanılan şey sonuçla birlikte ve onunla orantılı görülen bir epifenomen (gölge olay) olabilir. Yeterli bir korelasyondan ancak, nedensellik ilişkisinin bulunabileceği yolunda bir “varsayım” türetilebilir. Sonra söz konusu bağıntının bir nedensellik bağlantısı olup olmadığının bilimsel yöntemlerle araştırılması gerekir. Bu araştırma, artık bilgisayarda değil, konunun gereğine göre, davranışsal, fizyolojik, genetik, hatta moleküler düzeyde yapılacaktır. Bunlar yapılmadan ya da tamamlanmadan, açıkça ya da üstü örtülü biçimde, aralarında nedensellik ilişkisinin bulunduğunu duyurmak “bilimsel cinayet”tir.
Bu tutumun saçmalığını şu örnekle gösterebilirim: Bir ülkenin insanlarını temsil eden binlik bir örneklemede, uzun saç ile ince ses arasında bir korelasyonun bulunup bulunmadığı araştırılabilir. Sonuçta yüzde doksan dokuzluk bir bağıntı yakalanabilir. Buradan, uzun saçlıların ince sesli oldukları sonucuna mı varacağız? Yoksa ince sesin uzun saça yol açtığını mı söyleyeceğiz? Aralarındaki nedensellik ilişkisi ne yönde? Hangisi neden, hangisi sonuç? Aman dikkat! Akıl bizi korelasyon “biliminden” korusun!
Sonuç: bilim çağına karşı bilgi malı
İncelediğimiz bu özel olgunun (korelasyon “biliminin”) temelinde şu genel olgu yatıyor. Kapitalist düzende, bilgi üretim aracı olarak (insandan çok) zibil bilgisayar kullanılmakta. Bunlarla ve korelasyon anlayışıyla, tüketime, maddi mallar kadar bol bilgi (simgesel mal) sunulmakta. Çoğu işe yaramayan, yalnızca satıcısına kazandıran türden. Çağımıza (bilim çağı değil) “bilgi çağı” denmesinin nedeni de bu olmalı. İşte bilgi çağı ile bilgi malı arasında bir bağıntı da ben kurdum gitti!
Dipnotlar
*Bu makale Bilim ve Ütopya dergisinin Nisan 1995 tarihli 10. sayısında yayımlanmıştı. Alâeddin Şenel, dosyamıza katkı yapacağını düşündüğümüz bu makalesini yeniden gözden geçirdi ve eklemeler yaptı. Köşeli ayraç içindekiler yazarın yazısına 2017’de gözden geçirirken yaptığı eklemelerdir.
1) Bak. İktisat Dergisi, sayı: 251, İstanbul, 1985.
2) Jeosfer düzeyinde “nedensellik’’ ilişkilerinin, biyosfer düzeyinde “işlevsellik” ilişkilerinin, noosfer (akıl sahibi canlı varlıklar evreni) düzeyinde “ereksellik” ilişkilerinin egemen ilişkileri oluşturduğu hakkında bak. Adam Şenel, “Noosfer Kavramı ve Ereksellik”, Bilim ve Ütopya, sayı: 3, İstanbul, 1994. O bulunamazsa, Alâeddin Şenel (der.), 50 Soruda Bilim ve Bilimsel Yöntem, İstanbul, 2012, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, s.40 ve sonrası.
3) Bunu Machiavelli ne güzel ortaya koymaktadır: Tamam der, yazgıdan kaçınılamaz (doğadaki nedenselliklerden, determinizmden kaçınılamaz demek ister). Yazgıda sel varsa gelecektir. Ama seli getiren nedenleri öğrenen insan bir dahaki yıla, kanallar açıp, bentler kurarak önlem alıp, kendisini selin etkisinden (yazgı bilinen şeyden) kurtarabilir. Bak. Prens (Hükümdar) XXV. bölüm.
4) In situ; yanlış dizilmiş değil; dizildiği gibi; “metafizik” değil “matefizik”.
5) “Formel bilim nitelemesi, bilimleri, daha doğrusu pozitif bilimleri “doğa bilimleri”, “toplum bilimleri”, “formel bilimler” biçimindeki üçlü sınıflandırmanın ürünüdür. Matematiğin form ile, biçimlerle ilişkisi, geometri dalında daha açık ortaya çıkmaktadır. “Pozitif” nitelenmesi matematiğin pozitif bilimlerin kesinleşmesine (sayısallaşmasına) katkısından dolayıdır.
6) Bak. Noah Kramer, The Sumerians, 1963’ten Alâeddin Şenel, “Eski ve Yeni Tarihlendirme Yöntemlerinden Örnekler”, Ayko Eğitim Bilim, Derleme 1/1. İstanbul, 1982. s.24: “Krallık gökten indikten sonra Eridu (kenti) krallığa yükseldi. Eridu’da Alulim kral olarak 28.800 yıl yönetti… Eridu bırakıldı, krallık tanrılarca Battibira’ya verildi. Battibira’da Enlemnuanna 43.200 yıl yönetti… Çoban Dumuzi 36.000 yıl… Tufandan sonra krallık gökten (yeniden) indi. Kiş kenti krallık oldu. Kiş’te Gaur kral olarak 1200 yıl yönetti. Gulla-nibada-annapad 960 yıl…”
7) Newton’un da bu tanrısal müziği işitmeye çalışan sıra dışı bir insan olarak gösterdiği çabalarının, “genel çekim yasası”nı ortaya çıkarmasıyla sonuçlanması neyin cilvesi?
8) Bak. W. Kranz, Antik Felsefe, çev. S. Baydur, İstanbul, 1976, Ed. Fak. Yay., V. ve X. bölümler. Benzeri bir sayı mistisizmiyle, St. Augustinus, tanrının yaradılışı 6 günde tamamladığı inancını şöyle kanıtlar: Altı, sayılar arasında tüm çarpanlarının toplamı kendisine eşit olan tek sayıdır: (lx2x3=6=1+2+3). Bu nedenle altı “yetkin sayı”dır. Yetkin (mükemmel) olan tanrı da evreni yetkin bir zaman süresi içinde yaratmıştır.
9) Hermetizm olarak da adlandırılan bu akım 20. yüzyılın başında, İtalya’da doğan, geleneksel şiir kurallarına, mantıksal sıraya uymayan şiirlerin üretilmesine yol açan “hermetik şiir” ekolüyle karıştırılmamalı.
10) Bak. “Hermetika”, Ana Britannica, 1986 baskısı.
11) “İlim”in anlamı hakkında bak. İslam Ansiklopedisi, cilt 5, s.973 “ilim” maddesi ve Abdülbaki Gölpınarlı, Hazreti Muhammed ve Hadisleri, İstanbul, 1971, “Bilgi, Bilgin Üzerine Hadisleri” bölümü.
12) Burada, “içkili namaz kılan çarpılır” sözünün doğruluk derecesini sınamak için, içki içip ezan okuyan İşçi Partili bir imam arkadaşımın davranışını saygıyla anımsamaktayım.
13) Simyanın kötüye kullanılmaya uygun yapısı, “maymun davası” olarak adlandırılabilecek şu meselle olanca açıklığıyla ortaya konmaktadır: Kasabaya bir simyacı gelir. Bakırı altına dönüştürdüğünü söylemektedir. Birkaç altın karşılığında bunun sırrını isteyene satabileceğini belirtir. Bir saf, istediği altınları verir. Adam, bakır bir tabaka üzerine bir sıvı (asit) dökerek, ona geçici bir süre kalacak olan altın rengi ve parlaklığı verir. Adama ne yapması gerektiğini öğretir. Önce iki rekat namaz kılacak, sonra ezberlettiği duayı ve sihirli sözleri söyleyerek, okunmuş suyu bakırın üzerine dökecektir. Bir koşulla: namaz kılarken maymunu aklına getirmeyecektir. Getirirse sihrin bozulduğunu söyler. Zavallı adam, “maymunu aklıma getirmeyeceğim” diye namaza dururken, her keresinde şeytan maymunu aklına getirmektedir. Ve elbette daha sonra bakıra döktüğü okunmuş su, onu altına çevirememektedir. Niçin mi? Maymunu aklına getirip sihrin bozulmasına yol açtığı için. Bir gün maymunu düşünmeden namazını tamamlayabileceği umuduyla; her fırsatta başarısızlıkla sonuçlanan girişimlerini sürdürerek uğraşır durur yıllarca.
14) Bak. Atilla Tokatlı, Gizli Örgütler, İstanbul t.y., Gezegen Yayınevi.
15) Simya ile ilgili olarak bak. Arthur Edward Waite, Alchemists Through the Ages, New York, 1970, Rudolf Steiner Pub. Hermetika ve büyücülükle bağlantısı için bak. Pennethome Hughes, Witchcraft, Middlesex 1973, Penguin, s.49. Büyücülük de “afsun” ve “iksir” öğelerinden oluşan bir sahte (ve gizli) bilim sayılabilir. Sonucu (sarhoşluk, felç, öldürme) iksir sağlamaktadır; ama dikkat afsuna çekilmektedir.
16) Sosyal Darvincilik hakkında daha fazla bilgi için bak. Alaeddin Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi, Ankara, 1993, Bilim ve Sanat Yayınları, s.59 vd.     .
17) Darwin’in Sosyal Darvinciliğe yol açan düşüncelerinin eleştirisi için bak. Benjamin Farrington, Darwin Gerçeği, çev. Bozkurt Güvenç – Yalçın İzbul, İstanbul, 1982, Çağdaş Yayınları. [Farrington özetle, “Darwin iyi bir bilimci ama kötü bir felsefeciydi; zihin ile beyini ayırt edemedi” demektedir ki bu “biyolojik evrim ile kültürel evrimi karıştırdı” demektir.]
18) Bundan sonra çağdaş sahtebilimlerden biri olarak gördüğüm Freudcu psikolojiyi ve psikanalizi ele almalıydım. Ele almayışım, çok sayıda savunucularını doyuracak çap ve sığada eleştiriler yapmama yeterli yerin bulunmadığını düşünmem yüzünden. Yoksa Freudcuları karşıma almaktan korktuğum için değil. Bir yazı başlı başına bu konuya ayrılabilir diye düşünüyorum.
19) Bu konuda Japon adalarında, uzaktan gözlem altındaki Japon maymunlarında görülen bir davranış değişikliği örnek verilebilir. Son yıllara dek yabanıl patatesleri çıkarıp topraklarını temizlemeden yemekteydiler. Genç bir dişi patatesini denize düşürdü kazayla. Alıp yediğinde topraksız ve tuzlu tadı hoşuna gidince patatesleri yıkayarak yemeye başladı. Ve bu davranış, kısa sürede taklitle tüm sürüye yayıldı.
20) Sosyobiyoloji hakkında ayrıntılı bilgi ve eleştirisi için bak. A. Şenel, Sosyobiyoloji: Yeni Bir Bilim mi?”, İktisat Dergisi, sayı: 25, İstanbul, 1985 ve Tuncer Bulutay, “Genetik Belirleyicilik ve Sosyobiyoloji Üzerine”, Mülkiyeliler Birliği Dergisi, sayı: 78, Ankara, 1985.
21) Beynin bu işlemi küçümsenmemeli. Bilgi bu işlemle üretilmekte, bilimsel bilgi bu işlemle olanak içine girebilmektedir: Bilimsel bilgiye varmayan vahiy dışında, bilginin ilk kaynağı gözlem ve deneyimlerimizden duyu organlarımız yoluyla edindiğimiz algılar, izlenimlerdir. Bunlar belleğe ediniş sırasına göre geçirilir. Daha sonraki bir izlenimde bilinç, bellekteki benzeri izlenimleri çağrıştırır. Böylece aralarında bağıntı kurmuş olur? Çağrışımlar zinciri sürerek, aynı uzamda (mekânda) olanlar ya da geçmişte ondan bir sonraki zaman diliminde olanlar çağrıştırılır ve az sonra (gelecekte) gene aynı şeyin olabileceği düşüncesine varılır. Olursa söz konusu (çağrışımları) iki olay arasında nedensellik bağlantısı kurulur. Bu yolla edinilmiş bilgimizi pratik eylemlerimizde kullandığımızda, beklediğimiz sonucu alırsak gerçekliğin bilgisidir edindiğimiz; alamazsak değildir.
22) Okuyucu bağışlasın. Bu örneğin verildiği açıklamanın kaynağını anımsayamadım; aradım, bulamadım. Childe’ın ya da Huberman’ın yapıtlarından biri olabilir (olmayabilir).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder