25 Temmuz 2025 Cuma

Robotlar 7/24 ışıksız ve mola vermeden çalışıyor.

 

Fabrikalar kararıyor: Robotlar 7/24 ışıksız ve mola vermeden çalışıyor.



Sanayi Devrimi insan kasını makineye teslim etti. Dijital devrim ise beyin gücünü algoritmalara… Şimdi sırada, üretim sürecinden “insanı tamamen çıkarmak” var. Adına “karanlık fabrika” diyorlar. Çünkü gerçekten ışığa bile ihtiyaç yok. İçeride ne yemek arası var, ne mola. Robotlar gün ışığını dahi umursamadan, 7/24, milim şaşmadan üretim yapıyor. Çin, bu devrimin lideri konumunda. Ve bu dönüşüm sadece üretimi değil; istihdamı, rekabeti, hatta küresel güç dengelerini de kökten değiştirmeye aday

Sabah uyanıp işe giderken, dünyanın bir başka ucunda otomobil fabrikalarında ışıkların artık hiç açılmadığını düşündünüz mü? Bu bir bilim kurgu senaryosu değil, Çin’de halihazırda yaşanan bir gerçeklik. ‘Karanlık fabrikalar’ yükseliyor ve otomotiv üretiminin çehresini sonsuza dek değiştirmeye hazırlanıyor. Küresel otomotiv endüstrisi, IBM’in 2024 tarihli bir raporuna göre endüstriyel robotların bir numaralı uygulayıcısı olarak bu yeni çağa öncülük ediyor. Çin, robotların insan ihtiyaçlarından bağımsız, hiper-verimli üretim modelleriyle küresel rekabetin kurallarını yeniden yazarken, bu durum yalnızca üretimin geleceğini değil, aynı zamanda iş gücü piyasasının ve endüstriyel rekabetin çehresini de temelden dönüştürüyor.

Karanlık fabrika ne demek?

Karanlık fabrikalar, bir başka deyişle ışığa ihtiyaç duymayan fabrikalar, tamamen otomatik sistemlerle donatılmış ve bünyesinde insanın varlığına neredeyse hiç ihtiyaç duymayan yapılardır. Teknoloji şirketi Siemens, bu fabrikaları “işlev görmek için neredeyse hiç insan etkileşimi veya girdisine ihtiyaç duymayan” yapılar olarak tanımlıyor. Geleneksel fabrikalarda parçaları kaldırmak, operasyonu sürdürmek gibi süreçlerde tipik insan gücü zorunluyken, karanlık üretimde hammaddenin fabrikaya girişinden ürünün çıkışına kadar olan sürede yok denecek kadar az insan müdahalesine ihtiyaç duyulur.

Bu sistemin en çarpıcı yönleri ise şunlar:

Işık yok: Robotlar ışığa ihtiyaç duymaz.
Öğle yemeği yok: Molalar, dinlenme süreleri ortadan kalkar.
Tazminat yok: İş gücü maliyetleri büyük ölçüde azalır.
Mazeret izinleri yok: Üretim kesintisiz devam eder.
İş güvenliği problemleri yok: Yüksek sıcaklık, zehirli gazlar, ağır kaldırma gibi tehlikeli ve zorlu koşullarda dahi robotlar kesintisiz çalışır, insan kaynaklı riskler ortadan kalkar.


Peki neden şimdi?

Aslında karanlık fabrikalar, üretim sektörü için yeni bir konsept değil. Bu yöntem, 1980’lerden beri gerçekleştirilmeye çalışılan bir uygulama. Örneğin, General Motors (GM) firmasının tamamen otomatik bir fabrikada üretim denemeleri geçmişte başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Çünkü o zamanlar sensörler yeterince hassas değildi, yapay zekâ henüz emekleme aşamasındaydı, robotlar da pahalıydı. Şimdi ise bu bileşenlerin tamamı ucuzladı, hızlandı ve “birlikte çalışabilir” hale geldi. Günümüzde otomasyon sistemlerinin teknolojik açıdan çok daha gelişmiş bir hal almasıyla, “karanlık fabrikaları” gerçekleştirmek gün geçtikçe daha gerçekçi bir hal aldı.

Çin’in ‘karanlık’ planı

Bu yeni çağın en çarpıcı örneklerinden biri Çinli elektrikli araç (EV) markası Zeekr. The New York Times’a göre üretim tesisinde 820 robot bulunduran ve daha fazlasını planlayan Zeekr, günde 800’den fazla lüks otomobili, tamamen otomatikleşmiş, hiper-verimli ve karanlık bir fabrikada üretiyor. Zeekr, Tesla’nın 10 yılda ulaştığı üretim kapasitesine sadece 3 yılda erişerek, bu modelin getirdiği verimlilik ve hız avantajını net bir şekilde ortaya koyuyor. Çin’in ‘Made in 2025’ hedefinin bir ürünü olan bu fabrikalar, küresel elektrikli araç pazarında baskın bir rol oynamayı amaçlıyor. Bu ülkenin otomasyona yaptığı devasa yatırım da verilerle sabit: Çin, şu anda işçi başına düşen üretim robotu sayısında ABD’den daha fazla robota sahip. 2023 yılında dünya genelinde kurulan her iki endüstriyel robottan birinin Çin’de olması, ülkenin bu alandaki liderliğini açıkça gözler önüne seriyor. Bu durum, global otomotiv endüstrisindeki güç dengelerini temelden sarsma potansiyeli taşıyor. 

Karanlık fabrikalar ne gibi faydalar sağlıyor?

Karanlık fabrikalarda gerçekleştirilen üretim birçok farklı şartlar altında bile 24 saat performans göstererek üretim sürecinde artan bir verimlilik eğrisi sağlar. Bu sistemin sunduğu temel faydalar şöyle sıralanıyor:

Artan verimlilik: Robotik sistemler, çalışma saatlerinde artış ve kusurlu parça oranında azalma sağlayarak fabrika verimliliğini maksimize eder.

İş gücü maliyetinde azalma: İnsanların yaptığı birçok işin tek bir makineye bağlanmasıyla, sadece yakıt ve bakım/onarım maliyetleri ile fabrikayı işletme olanağı sağlanır, bu da iş gücü maliyetini büyük ölçüde düşürür.

Ekipman işletiminde kesintisizlik: İnsan temelli çalışmaya kıyasla, ekipman kullanımında ortaya çıkan ölü zamanlar ortadan kalkar.

Yüksek vasıflı çalışana odaklanmak: Rutin ve tekrarlayan işlerden arındırılan yüksek vasıflı çalışanlar, bilgi birikimlerini sistem yönetimi, Ar-Ge ve stratejik planlama gibi daha verimli alanlarda kullanabilir.

Enerjide verimlilik: Verimlilik arttığı için ürün çıktısı ve kullanılan enerji oranlandığında, ürün başına düşen imalat enerjisi azalır.

Rekabet avantajı: Yüksek üretim hızı ve kapasitesi, karanlık üretimin yapıldığı fabrikaları sektördeki rakiplerine karşı bir adım öne çıkarır.

Mavi yakalılar sistem dışı mı?

Karanlık fabrikalar işveren için bir rüya olabilir: İş bırakma yok, toplu sözleşme yok, yıllık izin, doğum izni, tazminat yok. Arıza hariç hiçbir şey üretimi durduramıyor. Ama çalışanlar için? İşte orası gri alan. Üretim hatlarında çalışan binlerce insanın yerini robotlar aldığında ne olacak? Mavi yakalılar bir anda sistemin dışına mı atılacak? Cevap hem evet hem hayır. Çünkü her dönüşüm kendi içinde yeni ihtiyaçlar ve iş alanları da doğurur. Bu sistemlerin tasarımı, yazılımı, bakımı, kontrolü hâlâ insana ihtiyaç duyuyor. Ama artık kas gücüne değil, kod bilgisine, sistem mühendisliğine ve veri analitiğine ihtiyaç var. Yani mesele, “işsiz kalmak” değil; “hangi işe hazır olup olmadığınız.” Karanlık üretim, görünürde tamamen insansız bir yöntem olsa da, sistemin kurulması ve sürdürülebilirliği için yüksek nitelikli insan emeği vazgeçilmez. Kısacası, sistemin işleyişi insansız olsa da çalışabilirliği ve devamlılığı tamamen insan çalışmasına bağlıdır. Bu sistem, emek yoğun ve tehlikeli işleri yüksek teknolojiyle dönüştürerek insan emeğini daha katma değerli alanlara yönlendirir.

Küresel etkisi ne olur?

Çin’in bu denli hızlı otomasyon hamlesi, özellikle ABD gibi köklü otomotiv endüstrisine sahip ülkelerde ciddi endişelere yol açıyor. Forbes’un 2024 tarihli bir yazısına göre, geçen yıl ABD’de araç imalatı sektöründe 308 bin kişi istihdam edildi ve bu rakam 2009’dan beri (COVID-19 dönemindeki kısa kesinti hariç) istikrarlı bir büyüme eğilimindeydi. Tamamen otomatikleşmiş otomobil fabrikaları, bu tutarlı büyümeyi engelleyebilir ve Amerikan otomobil işçileri için “korkunç” sonuçlar doğurabilir. Henüz ABD’de tam otomatik bir üretim tesisi yatırımı olmasa da, Tesla’nın ‘Optimus Bot’ gibi robotik geliştirmeleri ve Gigafactories’deki otomasyon kullanımı ile Hyundai’nin Georgia’daki Metaplant America’sında bulunan 850’den fazla robot ve 300’e yakın otomatik güdümlü araç gibi örnekler, Amerikalı otomobil üreticilerinin de otomasyona yöneldiğini gösteriyor. ABD otomotiv endüstrisi her zaman küresel üretim trendlerini birebir takip etmese de (tıpkı elektrikli araçlara adaptasyonda Çin’den daha yavaş kalması gibi), Çin’in bu otomasyon stratejisi, daha fazla şirketin yapay zeka ve robotları üretim süreçlerine dahil etmesiyle korkutucu bir olasılık olarak kapıda duruyor. Tabii bu risk Avrupa ve Türkiye için de apaçık ortada.

Yeni bir dönemin eşiğindeyiz

Robotların mola vermediği, ışığa ihtiyaç duymadığı ve kesintisiz çalıştığı “karanlık fabrikalar” çağı, otomotiv üretiminde yepyeni bir verimlilik ve maliyet avantajı standardı belirliyor. Çin’in bu alandaki liderliği, sadece kendi endüstriyel geleceğini değil, tüm dünyanın üretim süreçlerini ve küresel rekabet dinamiklerini derinden etkileyecek bir dönüşümün habercisi. Bu değişim, geleneksel üretim modellerini zorlarken, iş gücü piyasasında köklü değişiklikleri ve yeni istihdam tanımlarını beraberinde getirecek gibi görünüyor. Gelişen otomasyon sistemleri ile birlikte, karanlık fabrikalar gelecekte üretim sektöründe tercih edilen yöntemler arasında zirvedeki yerini alacak ve küresel endüstriyel manzarayı yeniden şekillendirecek.

Emre Özpeynirci-Oksijen 25/07/2025

10 Temmuz 2025 Perşembe

Felsefe Profesörü Judith Butler: Sorguluyorum o halde varım

 

Sorguluyorum o halde varım

California Üniversitesi Berkeley’de felsefe profesörü Judith Butler, Fransız düşünür René Descartes’ın tarihi önermesini güncellerken kendi çocukluğundan ilham alıyor
Fotoğraf: Eleni Kalorkoti
Fotoğraf: Eleni Kalorkoti

Judith Butler / The New York Times

Kim olduğunu sanıyorsun?” Bu soru bana ilk kez suçlama biçiminde yöneltilmişti. Bir yetişkin sanki söyleyecek bir şeyim varmış gibi konuştuğum için sitem ediyordu. Kim olduğum ya da kim olduğumu sandığım sorusunu bana ilk kez soran kişi, her kim olduğumu düşünüyorsam muhakkak yanıldığımı gösterme peşindeydi.

Genellikle karşılık verdiğim için azarlanıyordum. Bir gencin otoritelerin söylediklerini, bunu söyleme özgürlüğüne neden sahip olduklarını, bazı beyanların neden sadece kendi üstünlük duygularından taşıp geldiğini sorgulamasına “karşılık vermek” deniyordu.

Judith Butler
Fotoğraf: Stefan Gutermuth

 

Uzun zaman “Ben kimim?” sorusunu her sorduğumda kendi sesimin yankısı olan o şüpheci ve cezalandırıcı öteki ses sözümü kesiyordu. Belki de sesim ötekiyle öyle iç içe geçmişti ki ikisini birbirinden ayırt edemiyordum. Ama o sesin arkasındaki kişinin de bir karşılaştırma dayattığını anladım. Kendisinin cezasız kalmayı hak eden biri olduğunu, benimse öyle olmadığımı iddia ediyordu. Çocuklar bir bakıma sosyal kuramcılardır. Karşılaştırma yapıldığını fark eder etmez ben de bir teori geliştirdim. İki insan sınıfı vardı. İlki kendisinin bir şey olduğunu düşünme yetkisine sahipti. Diğer grup ise onlarla eşitlik varsayımında bulunmakla yanılıyordu. Bu soruyu soran yetişkin aslında soru sormuyor, benim konuşma ve sorgulama hakkına sahip bir kişi olma duygumun içini boşaltıyordu. Sorunun içinde cevap beklentisi yoktu. Benim çenemi kapatmanın bir yoluydu.

Beşeri bilimler üzerine çalıştıkça bu sorunun açık bir sorgulama örneği olmadığını ve soruların yeni soruları susturmaktan başka amaçlara da hizmet edebileceğini anladım. Ancak ne kadar bilgili birine dönüşürsem dönüşeyim aynı soru olduğu yerde duruyordu: Kim olduğumu sanıyordum? Muhtemelen benim dışımdaki sebepler yüzünden hiçbir zaman bunu yanıtlayacak bir konuma gelememiştim.

Bu soru ilk kez benliğe karşı bir iddianame veya bir sansür biçimi olarak sorulunca kişinin kendisine sorduğu başka soruları da bulandırıyor: Kim konuşuyor? Bu soruyu kim soruyor? Kim olduğunu biliyor muyuz? Bilebilir miyiz? Tuhaf bir şekilde, sorularım kim olduğumu düşündüğüme dair bir iddia olarak görüldüğü için soru biçiminin içinde benden bir şeyler olduğu açıkça ayırt edilebiliyordu. Belki de ben soru biçiminde vardım! Ama soru mantıksız kabul edilse bile bu benim hakkımda ne söylüyordu? Sanki sorduğum sorularda beliren bendim: Descartes’ın ünlü sözünü biraz değiştirmek gerekirse, “Sorguluyorum, o halde varım” diyordum.

Annemle babam, öğretmenlerim veya bir haham belki de bu çıkışlarımla onların konuşma hakkına itiraz ettiğimi düşünüyordu. Bu yüzden benim hakkımı yok ettiler. Ama bence onları beni susturmaya iten, eşitliğe karşı direnmeleriydi. Ya da belki de yıkıcı eleştiriden duydukları derin korkuydu.

Kimin kime ihtiyacı var?

Geriye dönüp bakınca hâlâ bilmiyorum: Var olma hakkına sahip olmadığımı, bu hakkı soru biçiminde ifade etmemem gerektiğini düşünen ben miydim yoksa ötekiler miydi? Kim olursam olayım asla onlarla eşit olamayacağımı bilmem için bana ihtiyaç duyan ben miydim yoksa onlar mıydı? Ortada duran bu soru, toplumsallığın temel anlamının tehlikelerini ve vaatlerini bize gösteriyor.

Bugünün sınıflarında karşılık vermek norm haline geldi. Kimse otoriteye itiraz etmezse ders başarısız sayılıyor. Soruları açık uçlu bırakmak önemli. Eğer onları çok çabuk susturursak bu da başka bir başarısızlık olur. Ne de olsa soru sormak gençler için hâlâ eşit ve özgür var olma mücadelesinin yollarından biri.

Bugünün insanı Spinoza’yı anlamalı

 

Çetin Balanuye: Bugünün insanı Spinoza’yı anlamalı, çünkü basitçe anlamak zorunda

Prof. Dr. Çetin Balanuye'nin Naturans III: Yeni Gündelik Yaşam adlı yeni kitabı, okuru teorilerle boğmadan gündelik yaşamın özünde nasıl daha etkin, özgün ve özgür yaşanabileceğine dair çarpıcı bir bakış sunuyor.
Çetin Balanuye: Bugünün insanı Spinoza’yı anlamalı, çünkü basitçe anlamak zorunda
A+ Yazı Boyutunu BüyütA- Yazı Boyutunu Küçült

Ebru D. Dedeoğlu

Felsefe ile gündelik hayat, çoğu zaman birbirine uzak görülen iki alan. Oysa filozoflar, yüzyıllardır yaşamı anlamaya çalışırken, en temel sorulara yanıt aradılar: Biz kimiz? Gerçekten neye ihtiyacımız var? Neden bu dünyadayız? Bugün, bireylerin bu soruları anlamlandırma ihtiyacı belki de hiç olmadığı kadar derin. Prof. Dr. Çetin Balanuye'nin Ayrıntı Yayınları’ndan yayımlanan Naturans III: Yeni Gündelik Yaşam adlı yeni kitabı, tam da bu soruları ele alarak, insanlara gündelik yaşamın özünde nasıl daha etkin, özgün ve özgür yaşanabileceğine dair çarpıcı bir bakış sunuyor. Naturans III, okuru felsefi teorilerle baş başa bırakmıyor; tersine, onları herkesin kendini görebileceği bir aynaya dönüştürüyor. Balanuye, Spinoza’nın içkinlik kavramından yola çıkarak, bireyin “güç” kavramını nasıl yeniden keşfedebileceğini ve edilgenlikten sıyrılarak daha etkin bir yaşama nasıl adım atabileceğini sorguluyor. Ancak burada bahsedilen güç, sıradan bir otorite ya da üstünlük değil. Güç, insanın kendi varlığını daha derin bir şekilde tanıması ve bu varlıkla daha uyumlu bir yaşam sürmesi anlamında şekilleniyor.

Balanuye ile Spinoza’nın “sevinç” kavramının “mutluluk”tan neden farklı olduğunu, Walter Mitty Sendromu’nun bireyleri edilgen bir hayata sürükleyen gizli bir tuzak olduğunu, ifade özgürlüğü ile etkin bir hayat arasındaki bağı, modern insanın tüketim ve koşturmaca döngüsünde nasıl kendine yabancılaştığını konuştuk.

Spinoza’nın felsefesi modern insanın günlük hayatına nasıl yansıyor? Bugünün insanı, Spinoza’yı neden anlamalı?

Bu soruya -izninizle- şöyle bir açılış yanıtıyla başlayayım: Bugünün insanı Spinoza’yı anlamalı, çünkü basitçe anlamak zorunda! Genel olarak felsefe denince akla ilk gelenin zor meşguliyet, derin düşünme ya da içe kapanma oluşu, modern hayatın işlevsiz bir telaş, tüketim ve koşturmacayı dayatan yapısıyla da birleşince insan bir anlamda zombileşti. Deviniyor ama bu devinimin kısmen bile olsa kaptanı değil. Modern insan için devinmek tastamam bir savrulmaya dönüşmüştür. Neoliberal kapitalizm bu tabloyu olanaklı tek gerçeklik, başka türlüsü düşünülemez bir zorunluluk olarak benimsetmeyi büyük ölçüde başardı. İnsan gibi, etkide bulunma ve etkiye uğrama kapasitesi son derece çeşitli olan bu varlık, artık yalnızca kendisine tanınan çok sınırlı bir alanda ve kendisine dayatılan biçimlerde etkileşiyor. Bu “çok sınırlı, sınırlandırılmış ve dayatılmış alan” ifadesinin diğer adı da “gündelik yaşam”dır. Gündelik yaşam dediğimiz sessiz döngü, insanı en temel devinim tetikleyicisi olan “arzu”dan yakalıyor. Arzularımız gündelik yaşam içinde ve/fakat kendi var kalma çabamızın ifadeleri olan güç ifade etme, etkide bulunma ve etkiye uğrama arayışlarından kaynaklanmıyor. İşin ilginç yanı, arzuların belirlendiği bir gündelik yaşam döngüsü var ve bu döngüyü yöneten mutlak bir patron da yok! Neoliberal kapitalizm önümüze arzu nesneleri yığdığı için kötü değil, arzu kavramının var olma, var kalma, yaratma, etkin olma, iyi olma, gerçekliğe daha iyi eşlik etme, kendimizle ve dünyayla başka nelerin olanaklı olduğuna ilişkin yaratıcı bir arayış iştahı duymakla bağını kestiği için kötü. Modern insan Spinoza’yı anlamalı, çünkü Spinoza bu fenalığı ortadan kaldırmak istiyor. Aslında Spinoza’nın düşüncesi doğrudan gündelik hayata müdahale ediyor. Son derece geniş ve soyut bir metafizik geri plana yaslanıyor görünen Spinoza felsefesi, en temelde, gerçekliğin (bunun adına ister doğa ister tanrı ya da kozmos, isterseniz töz deyin) tüm var olanlar için “bir”, “tek”, “aynı” olduğunu, bu gerçekliğin bir ötesi, dışarısı, onu aşan bir karar vericisi de olmadığını anlatıyor. Bu tek gerçeklik düzleminin bizatihi kendisinin güç ifade etmekle aynı anlama gelen bir içkin arzulayış olduğunu, tüm varlıkların bu arzudan olma ve bu arzudan doğma olduğunu, tüm varlıkların ancak ifade ettikleri güç (gerçekliğe iyi eşlik etme gücü) ölçüsünde var olabileceğini, var ve gerçek kalabileceğini söylüyor.

“Sistem insanlardan ne çalışkanlık ne yaratıcılık istiyor”

Günümüz insanının hayal dünyasındaki güçlü ve özgür karakterlerle gerçek yaşamlarındaki edilgenlik arasındaki bu boşluk hakkında ne düşünüyorsunuz?

Walter Mitty sendromu olarak anılmayı hak eden bu tablo bana göre hazin bir yardım çığlığıdır. Mitty hiç değilse düşlerinde “başka türlüsünü” imgeleme fırsatı bulur; modern insanın durumu daha da kötüdür: Çokluk epeyce uzun bir süredir bu olanağı da yitirmiş görünüyor. Her gün içine uyandığımız gündelik yaşam bizi bütünüyle ve yalnızca edilgin arzularımızla yetinmeye zorluyor. Bugün sistem insanlardan ne çalışkanlık ne verimlilik ne de yaratıcılık istiyor. Bize yalnızca şunu söylüyor: “Öznel edilgin arzularınız yanınızda olsun yeter. Sadece tüketmenizi istiyoruz ve bunun için size gereken yalnızca öznel edilgin arzularınız”. Sistemin bize koyduğu tek yasak var: Asla etkin olma! Çünkü etkinlik, insanın gerçekliğe daha iyi eşlik etme yollarını keşfetmesiyle sonuçlanabilir ve bu bağışlanabilir bir suç değildir.

Daha net anlamak için sormak istiyorum: Spinoza’nın “sevinç” kavramını “mutluluk”tan ayırıyorsunuz. Spinoza’ya göre mutluluk edilgen bir tatminken, sevinç aktif bir yaşamı destekliyor. Bu felsefi “sevinç” kavramı bizlere ne tür bir yaşam tarzını öğütlüyor?

Etkin olmayı öğütlüyor. Gerçekliği her türden hurafeden, korku ve kibirden uzak biçimde olumla ve onu olabildiğince önyargısızca anlamaya, tanımaya, kavramaya çalış. Bu “bir” ve “biricik” gerçekliğin var ve gerçek olan her şeyin bir aradalığından, birbirleriyle karşılaşma ve etkileşimlerinden ibaret olduğunu kavradığın ölçüde karşılaşmaların çeşitlenecek ve bu karşılaşmalardan devşireceğin etkin etkileşim olanakların artacaktır. Spinoza’nın sevinç kavramından anladığı şeyin, evrende yalnızca insana özgü bir olanakmış gibi inandırılageldiğimiz mutlak bir özgür irade fikriyle ilgisi yoktur. Varlıklar asla kendi özgür seçimlerinin eseri değillerdir. Şeyleri olmakta oldukları şey kılan her zaman büyük ölçüde karşılaşmaların etkileridir. Spinoza bu açıdan insanın da bir istisna olmadığını anımsatır. Dolayısıyla belli türden bir yaşama ustalığının aranacağı yer de asla insana özgü sarsılmaz bir irade falan değildir. Ne var ki, karşılaşmalardan türeyen etkilenişlerin, neden oldukları gibi olduğunu kavradığımız ölçüde (bu, gerçekliği olabildiğince az yanılgılı kavrama çabasıyla ilgilidir) aynı etkiler insanın eyleme gücünü artırır. Başka bir deyişle, gerçeklik hakkındaki her upuygun kavrayış (bilgi, beceri, deneyim vb.) ancak ve öncelikle devinim, karşılaşmalar ve bu karşılaşmalardan türeyen etkilerden başlar; ama hemen ardından aynı etkiler bu kez insanın eyleme gücünde bir artışa, etkinliğe, gerçekliği dönüştürme gücünde bir çoğalışa yol açar. Spinoza düşüncesindeki büyük harfli “sevinç” bu eş zamanlı sarmal süreci sezmekle ilgilidir.

Peki, Spinoza’ya göre gerçek ifade özgürlüğü nedir? Sizce bugün “kanaat belirtme özgürlüğü”, toplumların özgürlüğü kısıtlayan bir araç haline mi geldi?

Elimizdeki en güvenilir veriler insan öznenin hiç de söylendiği gibi özerk, özgür, kendi bilincinin patronu falan olmadığını gösteriyor. Evrim biliminden sinirbilime, Marksist çözümlemelerden psikanalitik gözlemlere varıncaya kadar insan öznenin uzun süredir varsaydığımız gibi bir şey olmadığını kuşkuya yer bırakmayacak bir açıklıkla anladık. Spinoza, Hume, Darwin, Nietzsche, Marx ya da Freud gibi düşünürler hiç var olmamış gibi yaşamayı sürdüremeyiz. Bizim “insan özne” dediğimiz şey karşılaşmaların feci halde muhatabı, bu karşılaşmalarla dönüşen ve ifade ettiği güç ölçüsünde de dönüştüren bir güç birimi.  Oysa bugün etik ve politik bizden hâlâ “deviniminin, etkilerinin, arzu ve çıkarlarının mutlak faili bir özne”ye inanmamızı bekliyor. Yürürlükteki politik temsil sistemlerinin sırtını yasladığı son derece kullanışlı ama aynı ölçüde yanıltıcı bir “insan özne” ısrarı var. “Kanaat özgürlüğü” ifadesi de bu illüzyonu saklayan bir perdeye dönüştü. İnsanın etkide bulunma ve etkiye uğrama güçlerini budayarak onun ifade edebileceği muazzam gücü basitçe kanaat beyanına indirgiyor. Dahası kanaat beyanlarını serbest bırakmayı toplumsal özgürlük için yeterli sayıyor. Bireyi tek yolcu taşıyan bir Airbus uçağına dönüştürüyor. Kanaatlerini ister sosyal medyada istersen sandıkta açıkla, daha ne özgürlüğü istiyorsun? Bugün sorulacak soru şudur: Politik sistemimiz insanların etkide bulunma ve etkiye uğrama çeşitliliğini artırmaya ne ölçüde olanak veriyor? Sistem, bu çeşitliliği artırmakta daha başarılı insanların birleşmesiyle ortaya çıkan yoğunlukların kendisini dönüştürmesine ne kadar açık?

“Kolektivite gerçekliği dönüştürme gücünü er geç artıracaktır”

Naturans III’te, gündelik yaşamın dönüşümünün bireysel değil, kolektif bir çabayla mümkün olduğunu vurguluyorsunuz. Günümüzün bireyci dünyasında kolektif bir gündelik yaşam pratiğini oluşturmak için ne yapmak gerekir? 

Sözünü ettiğim kolektivite aslında sessiz bir sözleşme olarak işliyor. Kitapta ayrıntılı olarak çözümlemeye çalıştığım “etkin etkinlikler” perspektifi, bu etkinliklere katkıda bulunan herkesi kolektivitenin doğal üyesi olarak görüyor. Önemli olan bunu biraz daha dile ve bilince çıkarmak. Çok kaba bir özetle yetinirsek, etkin bir etkinlik, güç ontolojisinin temel kabulleriyle barışık bir etkinlik anlamına geliyor. Bu etkinlik bireysel ya da kolektif olabilir. Sözü edilen etkinlik o kişinin karşılaşmalarını çoğaltmalı (karşılaşmalar parametresi). Kişi bu etkinliğiyle gerçekliğin içkin-nedensel etkileşimlerinin “neliği”ne yönelik kendisinde ve toplumda bir kavrayış genişlemesine katkıda bulunmalı (upuygun fikirler parametresi). Son olarak, kişi o etkinlik türüyle meşgul olmuş-olmakta-olacak diğer kişilerle birlikte yaratacağı kolektivitenin gerçekliğe iyi eşlik etme çabasının bir ifadesi olduğunu, dolayısıyla gerçekliği dönüştürme gücünü artırmayı hak eden bir kolektivite olduğunu savunabilmeli. Bu tür bir kolektivite gerçekliği dönüştürme gücünü er geç artıracaktır. Başka bir deyişle, bu türden etkin etkinliklerle meşgul olanların yaratacağı kolektivitenin ifade ettiği güç ölçüsünde dünyayı dönüştürmesi gerekir ve hayırlara vesile olan da bu dönüşüme olanak verecek bir toplumsal iklimin kurulmasıdır.

Agonistik demokraside çatışma sağlıklı toplumsal yapının önemli bir parçası. Biraz detaylandırır mısınız? Bu çatışmalı birlikteliği, günümüz toplumunda “demokratik değerlerle” nasıl bağdaştırabiliriz?

Peki, bu tür bir kolektivite gerçekliği dönüştürme gücünü er geç artıracaksa neden bir türlü yeterince artıramıyor? Etkin etkinlikler tanım gereği etkin insanları birleştiriyorsa bu birleşimin beşerî hayattaki etik ve politik belirleyiciliği neden sınırlı kalıyor? (Bir öğrencimin haklı olarak sorduğu gibi: Astroloji neden Astrofizikten daha popüler?) Güç Ontolojisi’nin neoliberal kapitalist hegemonyası ve bu hegemonyaya çanak tutan partizan devlet sistemiyle kavgası da burada başlıyor. Çünkü neoliberal kapitalizm çoktandır güç öbekleşmeleri arasında sıradan bir güç öbeğinin adı değil. Gerçekliğe iyi eşlik ettiği için de hegemonik değil, tam tersine hegemonik olduğu için gerçekliğe daha iyi eşlik etme arayışlarını bloke ediyor. Gerçekliği kendi yarattığı tek ve büyük bir girdabın çevresinde dolandırarak en azından yerküre ölçeğinde insan ve onun doğal çevresini kararlı bir yok oluş yolculuğuna mecbur bırakıyor. Bu hegemonik tortu sözde ulusal devlet yapılarıyla her zaman kirli bir iş birliği içinde. Partizan devlet yapıları, gerçekliği ifade ettikleri güç ölçüsünde belirleme çabası sergileyen birbirinden farklı güç öbeklerine adil bir agonizm zemini sunmuyor; güç öbekleri arasından biri ya da birkaçı bu hegemonik yapı tarafından kayrılıyor. Böylece gerçekliğe daha iyi eşlik etme performansı gösteren güç öbeklerinin gerçekliği belirleme kapasiteleri iğdiş edilirken, gerçekliğe eşlik etmede apaçık zayıf performans gösteren güç öbekleri neoliberal kapitalist hegemonyayla uyumlu oldukları ölçüde palazlandırılıyor. (Türkiye’de sağcılık bunun tipik örneğidir.) Benim Agonistik Sosyalist Demokrasi diye adlandırdığım iklim aslında birbirinden farklı kolektivitelerin sözü edilen türde adil bir agonizm zemininde gerçekliği dönüştürmek üzere ellerinden gelenin en iyisini yapabilecekleri, çabalarının başarısı ölçüsünde de gerçekliği dönüştürebileceklerinden emin olacakları bir iklimdir. Neoliberal kapitalist hegemonyayı parçalayacak olan da bu parçalanmayla eş zamanlı olarak heterojen güç öbeklerinin agonistik seçilimiyle serpilip ferahlayacak olan da aynı iklimdir.  Bu gerekçeler ışığında, etkin arzuların devindirdiği gündelik yaşam pratiklerinin doğal olarak Agonistik Sosyalist Demokrasi kolektivitesine katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Bu türden gündelik yaşamların etkin etkinliklerle daha fazla meşguliyeti uyarınca sözü edilen yok oluş girdabından çıkılabileceğini ileri sürüyorum.

“Güç kavramıyla barışmalıyız”

Güç kavramını günlük yaşamda nasıl somut hale getirebiliriz? Güç, insanlara yalnızca sosyal ya da politik anlamda değil, gündelik yaşamda nasıl bir “dönüşüm” sağlama potansiyeli sunar?

Öncelikle güç kavramıyla barışmalıyız. Güç Ontolojisi’nin sözünü ettiği gücün zorbalıkla, bencillikle, kibirle, gücü yeten yeteneyle, büyük balık-küçük balık analojisiyle hiçbir ilgisi yok. Bu ontolojide “güç”, gerçekliğe bilgece eşlik etmek suretiyle onu etkileme ve ondan etkilenme kapasitesi anlamına geliyor. Sözgelimi, denizlerdeki balık popülasyonunu kalıcı olarak ortadan kaldıracak ölçüde bir balık avı teknolojisi geliştirmiş olmak bir güç ifadesi olmak şöyle dursun tam olarak insanın gerçekliğe eşlik etmekteki yetersizliğinin bir kanıtıdır. Zayıftır. Benzer biçimde, Spinoza’nın Etika’nın görkemli üçüncü bölümünde listelediği edilgin duyguların tamamı (hırs, nefret, haset vb.), sözünü ettiğimiz türde olumlu bir güç kavramıyla uzlaşmaları olanaksız oldukları için/ölçüde zayıftır, zayıflatıcıdır ve güçten düşürücüdür. Aynı nedenle, öznel edilgin arzulardan ibaret bir gündelik yaşam da en temelde güçten düşürücüdür; üstelik güçten düşürücü bir gündelik yaşam döngüsünü yeniden üretmekte herhangi bir sakınca görmeyen ekonomik-politik sistemlerin ekmeğine yağ sürer. Öte yandan, “etkin olmak” ifadesi Güç Ontolojisi kapsamında mutlak anlamına kavuşur: Gerçekliğe bilgece eşlik etmek suretiyle onu etkileme ve ondan etkilenme kapasitesini olabildiğince geliştir. İfade ettiğin gücü çoğalt. Etkin arzulardan kaynaklanan pratiklerin gerçekliği dönüştürme gücünü neden ve nasıl artıracağını kavra. Bu kavrayışı etkin bir duyguya dönüştürdüğün ölçüde devinim, karşılaşma ve etkileşimin artacaktır. Dahası, ancak benzer etkin gündelik yaşam pratiklerinin ortaklaştıracağı bir kolektivitenin parçası olduğunu anımsa. Yeni gündelik yaşamda dostluğun anlamı budur.

Naturans III / Çetin Balanuye / Ayrıntı Yayınları / Felsefe / 144 Sayfa


“Hocaların Hocası”, filozof Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi

 

İnsan hakkı başka, çıkar başka… İkisini birbirine karıştırıyoruz

Türkiye’de felsefi düşüncenin yaygınlaşmasına sonsuz katkılarda bulunmuş, “Hocaların Hocası”, filozof Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi’ye göre özgürlüğü yanlış anlayıp değer farkını göz ardı ediyoruz: “Çıkarlarımızı hak diye görüyoruz. Problemlerin temelinde bu var”

Bu yıl 28’inci kez verilen Aydın Doğan Ödülü’nün sahibi Türkiye Felsefe Kurumu’nun başkanı, filozof Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi oldu. Onun bu ödüle değer bulunmasının pek çok geçerli sebebi var: Bu alanda birçok akademisyen yetiştirmesi… Ülkemizde felsefi düşüncenin yaygınlaşmasına yaptığı önemli katkılar… Sayısız bilimsel makale, bildiri, rapor ve kitap çalışmalarıyla uzun yıllar boyunca ulusal ve uluslararası düzeyde Türkiye’yi başarıyla temsil etmesi… İnsan hakları kavramının anlaşılması ve savunulmasında da önemli bir misyon üstlenmesi… Felsefe ve insan hakları konusunda UNESCO kürsüsü sahibi olmak gibi çok önemli bir değere ulaşmış olması… Başarılarıyla uluslararası kültür ve felsefe ortamında Türkiye adının gündemde tutulmasına katkı sunması…

1936 İstanbul doğumlu Kucuradi’ye ödülü, 2 Aralık akşamı Hilton İstanbul Bosphorus’ta düzenlenecek bir törenle verilecek.
Fotoğraf: ©Oksijen

 

Halen Maltepe Üniversitesi’nde İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü ve İnsan Hakları Ana Bilim Dalı Başkanı olarak görev yapan Kuçuradi, çalışmalarını özellikle insan hakları, felsefe ve etik konularında yapıyor.

Kuçuradi’yle kampüsteki odasında gündelik hayattaki değerlerden eğitime, felsefenin hayatımızdaki yerine kadar farklı konularda görüştük.

“Babam eczacı olmamı istiyordu”

Aydın Doğan Vakfı tarafından verilen ödülün 28’incisi sizin oldu. Ödüller sizi motive ediyor mu?

Hepsi için söyleyemeyeceğim ama ödül “Biz senin yaptığını görüyoruz” demektir. Ödüller beni motive etmiyor. Yani olmasa da yaptığımı yaparım. Kant’ın yaptığı bir ayrım var, o müthiş önemli bir şey. Bir şeyi ödevden dolayı, bir de ödeve uygun yapmak. Ödevden dolayı sırf o doğrudur diye yapıyorsun. Mesela bir bakkal insanları kandırmak doğru olmadığı için ne tartmada ne parada kandırıyor. Ama öbürü eğer bilinirse müşterisini kaybedecek diye insanları kandırmıyor. Birincisinin değeri vardır, öbürünün yoktur bana sorarsanız. Davranış aynı davranış. Kant burada çok önemli bir fark ortaya koyuyor.

Baktığımızı görmüyoruz. İyi bir hoca, öğrencisine ne göreceğini söylemeden bir yere işaret eder. ‘Oraya bak’ der. Görmeye yardım eder. Kişi görürse o zaman kendisinin olur. Yoksa ezberdir. Kendi yaşamıyla bağlantı kurmak çok önemli bir şey. Orada daha iyi kavrıyor

Felsefeye nasıl merak duydunuz, nasıl yöneldiniz?

Beni çok rahatsız eden bir olgu var. Aynı insanın bir eylemi, farklı kişiler tarafından farklı değerlendiriliyor. Birisi iyi diyor, birisi kötü diyor. Bu mideme oturuyordu. Olmaz böyle bir şey. Ve bunun teorisini yaptım. Babam eczacıydı, eczacı olmamı istiyordu. Kardeşlerim yok, üzüldü tabii, felsefe para getirmez ya. Ben asistan olduktan sonra bir gün hocam eve yemeğe geldi. “Memnun musunuz?” dedi babama. O da “İyi ama aç kalacak” dedi. Hoca da cevap verdi: “Biz aç kalmadık!”

Pozitif ve umut dolu bir insansınız. Hep böyle miydiniz?

İnatla! 2016’da Tüyap Fuarı’nın onur konuğuydum. Faruk Bey (Şüyün) o zaman bir kitap hazırlamıştı, İnatla Umutla İnsan ve Değerleri Peşinde diye yazdı.

Sizden öğreneceğimiz çok şey var bu kaotik dünyada…

Her akşam haberlerde korkunç şeyler görüyoruz. İnsanlar nasıl yapabiliyor, biraz düşündürmeye çalışıyorum. Bu insanları hapishaneye atıyoruz ama üzerinde araştırma yapmak gerekir. Bir insan tanımadığı bir insanı nasıl öldürebilir? Nasıl o hale gelebiliyor? En temeldeki sorun kendini tutma, kendine hakim olma meselesi. Özgürlük adına insanların olan ve yaratılan ihtiyaçları meselesi. İhtiyaç yaratıyor insanlar. Bunun tipik örneği reklamlardır. İnsanların zorla ihtiyaç duymasını sağlıyorlar.

Peki gündelik hayatımızda felsefeye neden ihtiyaç var?

Felsefe ne yapıyor, ne iş görüyor? Oradan bakarsak orada neye ihtiyaç olduğunu da görebiliriz. Bir kere ihtiyacımız olan şeylerden biri açık kavramlardır. Yoksa karıştırıyoruz. Öğrencilere hep sorarım, “açık ve seçik” var ya Descartes’ın dediği… Açıklık ne demek? Bir kavram için seçiklik ne demek? Onu bilirsek o zaman daha iyi teşhislerde bulunuruz. Karıştırmayız, olan bitende karıştırmayı epey azaltabiliriz. Yok etmek mümkün değil herhalde. Ama doğru değerlendirme yapamadığımız zaman da farkına varıyoruz. O da bizi daha dikkatli yaşamaya götürüyor. Açık kavram olmayınca, hele seçik kavram olmayınca -ikisi birbiriyle ilgili tabii- karmakarışık oluyor kafalar. O zaman kaş yapayım derken göz çıkarmak mümkün. İyi niyetle bir şey istemek yetmiyor, bilgi de gerekli. İşte felsefe bilgisinin yarattığı şeylerden bir tanesi bu. Yani isabetli teşhis yapabilmek. Bir durumun doğru adını koymak. Nedir bu durum? Yaşadığımız durumlar nedir? Sınırımızın etrafında ne var?

“Türkçe felsefe yapmanın bir avantajı var”

Kelime dağarcığımız da sanki daraldı ve o kavramların üzerinde duramıyoruz, fazla konuşamıyoruz. Bu sizin de hassas olduğunuz bir konu…

Kelimeleri içeriksiz düşünüyoruz. Sadece ses olarak çağrışımlı düşünüyoruz. Bir şeyi kavrayabilmek için çağrışımlı düşünmek olmaz. Çağrışım olabilir, işe de yarayabilir ama açık düşünmeye bazen engel de olabiliyor.

Felsefenin dili olur mu? Özellikle felsefe eğitiminde mesela Yunancaya hakim olmak onu daha iyi kavramamızı sağlar mı?

Türkçede de ben çok rahat felsefe yapıyorum.

Ama Yunanca da biliyorsunuz.

Biliyorum ama Türkçenin de bir avantajı var. Kelimeler henüz terimleştirilmediği için sen terimleştiriyorsun. Günlük dilde bir kelimeyi terimleştiriyorsun. Batı dillerindeki gibi, İngilizcedeki, Almancadaki gibi yükü yok.

İnsan haklarını edilgen olarak ele alıyoruz. ‘Kimse işkence görmeyecektir’ diyoruz. Oysa şu gözden kaçıyor: Kimsenin işkence görmemesi için kimse işkence yapmayacaktır. İnsan hakları yalnız muamele görme ilkeleri değil, en başta muamele etme ilkeleridir

Hak ihlallerinin çok yoğun olduğu, buna karşılık insanların kendi haklarından bile bihaber oldukları bir dönemden geçiyoruz. Bunu nasıl aşarız?

En mühim problemli noktalardan biri şu: İnsan haklarını edilgen olarak ele alıyoruz. “Hiç kimse işkence görmeyecektir” diyoruz, değil mi? Bu ne demek? Hiç kimsenin işkence görmemesi için hiç kimse işkence yapmayacaktır. O tarafını vurgulamıyoruz. İnsan hakları yalnız muamele görme ilkeleri değil. En başta muamele etme ilkeleridir. Bu, gözden kaçıyor. Nitekim var ama kimse dikkat etmiyor. Çünkü dile getirilmiş belgelerde pasif oluyor. Aktif olmalı yani “Ben işkence yapmayacağım ki kimse işkence görmesin! Kimse yapmayacak” denmeli.

Peki kendimizi nasıl değerli hissedeceğiz? Yine eğitime mi geliyoruz?

Tabii, değer bilgisi. Bizim yapabileceğimiz şey değer bilgisini örneklerle göstermek. Ondan sonra herkes tek başınadır. Zorla olmaz ki… Ama özendirmek var. Eğitim çok önemli burada. İlk eğitim de anamızdan babamızdan gördüğümüz oluyor.

Bir röportajınızda bakmak ve görmenin farkından söz ediyorsunuz.

Evet, baktığımızı görmüyoruz. Onun için şunu söylüyorum: İyi bir hoca ne göreceğini söylemeden bir yere işaret eder. “Oraya bak” der. Görmeye yardım eder. Kişi görürse o zaman kendisinin olur, yoksa ezber. Benim dediğimi, senin dediğini tekrar eder. Bir de kendi yaşamıyla bağlantı kurmak çok önemli bir şey. Orada daha iyi kavrıyor. Örnekler bir giriş yolu olarak var. Sadece örneği öğrenirsek genellemeyi yapamayız. Başka bir vakaya uygulayamayız. Ama ilk yol belirli durumlardaki örnekler. Baktığınızı görmeyi öğrenmek bu.

Hep aynı şeyleri konuşmaktan sıkılıyor musunuz?

Yo, sıkılmıyorum bazen olumlu örnekleri görünce. Çünkü çocuklar 50 yıl sonra beni arıyor, anlatıyor. Geçen gün Maltepe Belediyesi’nde bir kitap fuarında bir konuşma yaptım. Orada yaşlı başlı -benim kadar değilse de beyaz saçlı- bir bey geldi. Dedi ki “Ben senin Erzurum’dan öğrencinim hocam.” Tanıyamadım. Ama cebinden çıkardı fotoğraf gösterdi, o zaman tanıdım. Yaptığının boşa gitmediğini görmek hoş bir şey.

Bilgisel yetenek olmadan etik yetenek gelişmez

Son dönemde gençlerdeki beyin göçünü konuşuyoruz. Hatta çoğu ne yapacağını bile fazla düşünmeden kapağı dışarı atmaya çalışıyor.

Öyle bir akım var. Bana çok sorulur “Sen niye gitmedin?” diye. Senin memleketin olduğu kadar benim de memleketim burası, niye gideyim? Çocukların bilgisel yeteneklerini geliştiriyoruz sadece. Etik yeteneklerini geliştirmeye hiç yardım etmiyoruz. Annesinde babasında da görmediyse işi rastlantıya kalıyor. Bilgisel yetenekler olmadan etik yetenekler de gelişmez. Aynı şekilde geliştirmesine yardımcı olmak gerekiyor. Bu da ne demek? Bazı değer sorunlarını görebilmesine yardımcı olmak demek. Sen hocayla görmesini sağlayacaksın. Ondan sonra bakalım, kendisi ne görüyor.

Felsefenin yararı: Teşhiste isabet

Tahammülsüz, birbiri üzerinde tahakküm kurmak isteyen acımasız bir toplum olduk. Bu noktaya nasıl geldik?

Yanlış özgürlük anlayışı diyorum. Özgürlük çok önemli ama doğru anlamak şartıyla. Etik özgürlükten bahsediyorum. Özgürlüğü yanlış anlıyoruz ve bu hale geliyoruz: “Anything goes” (Her şey serbest, kural yok). Değer farkı yok demek istiyor bununla. Oysa var. Etik değer farkı var yaptıklarımızda. Hakla çıkar karıştırılıyor. Uluslararası Felsefe Kuruluşları Başkanı olduğumdan beri her yıl Dünya Felsefe Günü’nde bir mesaj yayınlıyorum. Bu sefer de çıkarla hak arasındaki farkı yazdım. Bir sürü problemin temelinde bu var: Çıkarlarımızı hak diye görüyoruz. Hak ne, çıkar ne? Hak ve çıkarlarımızı koruyoruz. Kişisel ilişkilerde de böyle, devletler arası ilişkilerde de. Bir şey haksa çıkar değildir. Çıkarsa hak değildir. Felsefenin kavram analizi yapmasını beklediğimiz böyle şeylerdir. O zaman açık düşünebilirsin, teşhisleri daha isabetli yapabilirsin.

“Yapmamam gerektiği halde yaptığım tek şey sigara içmekti”

Bir gününüz nasıl geçiyor?

Sormayın, ben de bilmiyorum.

Belli bir yaşın üzerindesiniz, uzun bir ömür yaşamak nasıl bir şey? “Nasıl geçti bunca zaman anlamadım” diyor musunuz?

Ben onu demiyorum. “Bu hafta nasıl geçti anlamıyorum” diyorum. Ne fark var ikisi arasında? Birisi kendiyle bir hesaplaşma sorusudur. Sen bu hayatı nasıl geçirdin? Kendinle aran nasıl? Öbürü farklı. Bu hafta nasıl geçti?

O zaman soruyu düzelteyim. Kendinizle hesaplaştığınız anlar oluyor mu? Keşke yapmasaydım ya da iyi ki yapmışım dediğiniz anlar oluyor mu?

Hayır yok, hiç yok. Hayatımda, yapmamam gereken ve bile bile yaptığım tek şey sigara içmekti!

Hâlâ içiyor musunuz?

İçmiyorum ama 40 yıl içtim. Şimdi fena şeyler oluyor tabii. Onun için kimseye “Sigara içme” demeye yüzüm yok.




Farklı türde 60 kitap seçeneği

 

Farklı zevklere hitap eden 60 kitap 

Farklı zevklere hitap eden 75 kitap seçeneği

Ailesi için anlamlı bir hediye arayanlara

1. Aile dedikodularını sevenlere 

Akşamın Sesleri, Natalia Ginzburg, Çeviren: Şemsa Gezgin (Can Yayınları)

2. Kardeşiyle sorun yaşayanlara

Intermezzo, Sally Rooney, Çeviren: Begüm Kovulmaz (Can Yayınları)

3. Külyutmazlara

Kardeşimin Sakladığı Kelimeler, Halldor Armand, Çeviren: Seda Sevinç Kesim (Hep Kitap)

4. Baba-oğul sohbetlerine kulak kabartanlara

Sabahın Üçü, Gianrico Carofiglio, Çeviren: Eren Cendey (İş Bankası Kültür Yayınları)

5. Kalbi kırıklara

Hiçbir Yere Çağrılmayan İbrahim, Ali Yılmaz (KDY- Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık)

6. Babasını özleyenlere

Çıplak Babalar, Margit Schreiner, Çeviren: Serap Gülerçin Karluk (Yapı Kredi Yayınları)

Ödüllü yazarlar beni yanıltmaz diyenlere

7. İlk romanla başlamayı sevenlere

Sancı…Sancı…, Necati Tosuner (Everest Yayınları)

8. Booker okurlarına

Peygamberin Şarkısı, Paul Lynch, Çeviren: Mert Doğruer (DeliDolu)

9. Yunus Nadi Ödülleri bizim Nobel’imiz diyenlere

51. Bölge, Elçin Sevgi Suçin (Everest Yayınları)

10. Bizim öykücülerimiz bir başka diyenlere

Belki Yaz Erken Gelir, Yekta Kopan (Can Yayınları)

11. Ödüllü çeviri arayanlara

Tek Bir Gül, Muriel Barbery, Çeviren: Ekin Özlü Akseki (Kırmızı Kedi Yayınları)

12. Benim yazarlarım Nobel’siz diyen kalbi kırıklara

Veda Etmiyorum, Han Kang, Çeviren: Göksel Türközü (April Yayıncılık)

13. Edebi tartışmalarla coşanlara

İnsanların En Gizli Hatırası, Mohammed Mbougar, Çeviren: Şirin Erkan Leitao (Everest Yayınları)

Enflasyon canavarıyla savaşmak isteyen şövalye ruhlu tanıdıklara

14. Biraz borsa tüyosu arayanlara

Borsada Adım Adım-Stratejiler ve Kazanmanın Psikolojisi, Serdar Cihat Alan (Scala Yayıncılık)

15. Ticarete atılmayı düşünenlere

Türkiye’yi ‘Satan’ Adam, Şerif Egeli (Remzi Kitabevi)

16 .“Finans nedir, biri tatlı tatlı açıklasa” diyenlere

Milyar Dolarlık Hikayeler-İlginç Finansal Olaylar & Temel Yatırım Kavramları, S. Cem Çiloğlu (Kronik Kitap)

Masallardan vazgeçmeyen büyükanne ve büyükbabalara

17. Homeros’la büyüyenlere

Daima İthaka, Luigi Malerba, Çeviren: Eren Yücesan Cendey (İthaki Yayınları)

18. Dinler tarihi kurgularında kendini kaybedenlere

Yakup’un Kitapları, Olga Tokarczuk, Çeviren: Neşe Taluy Yüce (Everest Yayınları)

19. Masal kahramanını günümüzde görmek isteyenlere

Gecegezen Kızlar, Tomris Uyar (Can Yayınları)

20. Görünmez kentlerin sakinlerine

İtalyan Masalları, Italo Calvino, Çeviren: Eren Yücesan Cendey (Everest)

Kitaplarla dünyayı gezenlere

21. Felsefe yapmak isteyenlere

Seyahat Sanatı, Alain de Botton, Çeviren: Ahu Sıla Bayer (Everest Yayınları)

22. Doğu Ekspresi turuna bilet bulamamış olanlara

Malma İstasyonu, Alex Schulman, Çeviren: Nuray Zeynep Tamer (Timaş Yayınları)

23. Tokyo gecelerine rehber arayanlara

Miso Çorbasında, Ryu Murakami, Çeviren: Hüseyin Can Erkin (İthaki Yayınları)

24. Otellerin rahatını başka bir yerde bulamayanlara

Otelde Bulunmuş Kitap- Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle, Kolektif (Metis Yayınları)

25. Berlin Duvarı’nı görmek isteyenlere

Kairos, Jenny Erpenbeck, Çeviren: Regaip Minareci (Can Yayınları)

Sinemasız hayattan hiç bir tat almayanlara

26. Film gibi kitap olsun diyenlere

Cerrah, Tayfun Pirselimoğlu (İletişim Yayınları)

27. Senaryo okurlarına

Bir Evlilikten Sahneler, Ingmar Bergman, Çeviren: Öncel Naldemirci (Yapı Kredi Yayınları)

28. Filmine söylenip kitabı sevenlere

Zavallılar, Alasdair Gray, Çeviren: Süha Sertabiboğlu (İthaki Yayınları)

29. Sıradışı bir olay arayanlara

Dünya’nın Alacakaranlığı, Werner Herzog, Çeviren: Pınar Akkoç (Can Yayınları)

30. “Resimlere bakıyorum” diyenlere

Quentin by Tarantino, Amazing Amaziane, Çeviren: Andry Ferdi Çobanoğlu (Karakarga)

31. Dizi başından ayrılmayanlara

Becerikli Bay Ripley, Patricia Highsmith, Çeviren: Armağan İlkin (İletişim) Gençlere, hep genç kalanlara

32. İlham dolu bir hayat hikayesi okumak isteyenlere

Rüzgarlar Hep Gençtir, Zülfü Livaneli (İnkılâp)

33. Grafik roman sevenlere

Herkes Her Yerde, Kristin Roskifte, Çeviren: Ümit Mutlu (Desen Yayınları)

34. Futbol tutkunlarına

Soyunma Odası, Ümit Metin Yıldız (İletişim Yayınları)

Tarih seven akrabalara

35. Antik Çağ edebiyatının en değerli eserini okumak isteyenlere

Ilyada, Homeros, Çeviren: Erman Gören, Everest Yayınları

36. Farklı yaklaşımlar arayanlara

Her Şeyin Şafağı-İnsanlığın Yeni Tarihi, David Graeber - David Wengrow, Çeviren: Kerim Kartal (Epsilon Yayınları)

37. Batı’nın tarihini didiklemek isteyenlere

Labirent-Batı ve Hasımları, Amin Maalouf, Çeviren: Ali Berktay (Yapı Kredi Yayınları)

38. “Şöyle yüzyıllık tarihimizi anlatan bir roman olsa” diyenlere

Memoria, Şebnem İşigüzel (Everest Yayınları)

39. Cumhuriyet’in yüz yılına bakmak isteyenlere

100. Yıl Cumhuriyet Alfabesi, Haydar Ergülen (Kırmızı Kedi)

Dehşetengiz atmosferde rahatlayanlara

40. Heyecan arayanlara

Yatakta Sigara İçmenin Zararları, Mairana Enriquez, Çeviren: Züleyha Yılmaz (İthaki Yayınları)

41. İskandinav polisiyelerinin gerilimini bir başka bulanlara

Karanlık, Ragnar Jonasson, Çeviren: Solina Silahlı (Doğan Kitap)

42. Usher Evi’nde yaşayanlara

Ölüyü Kıpırtadan Şey, T. Kingfisher, Çeviren: Şafak Tahmaz (Eksik Parça Yayınları)

43. Başkomser Nevzat’ı aileden biri gibi görenlere

Yırtıcı Kuşlar Zamanı, Ahmet Ümit (YKY)

44. “King olmadan asla” diyenlere

Holly, Stephen King, Gökçe Yavaş (Altın Kitaplar) Siyasetten yılmayanlara

45. Günceli yakalamak isteyenlere

Zamane Diktatörleri, Hasan Cemal (SRC Kitap)

46. “Her kriz ekonomiktir” diyenlere

Krizin Gölgesinde En Uzun Beş Yıl (2018-2023)-Türkiye’de Kriz, Siyaset ve Sermaye, Ümit Akçay (Doğan Kitap)

47. Ülkenin gidişatına kafa yoranlara

Bize Bir Söz Lazım, Bekir Ağırdır, Mundi

48. Vurucu bir kurgu arayanlara

Nisyan, Hector Abad Faciolince, Çeviren: Banu Karakaş (Livera Yayınları)

49. Göçmenliği hikayeler üzerinden irdeleyenlere

Sınırsız Ülke, Patricia Engel, Çeviren: Elif Nihan Akbaş (Holden Kitap)

50. Eskimeyen dostlara

Sazın Teli Koptu, Zülfü Livaneli- Erdal Öz (Can Yayınları)

51. Farklı birçok hayatı okumak isteyenlere

O Çılgın İnsanlar, Zeynep Oral (İnkılâp)

52. Mitoloji tutkunlarına

Küçük Dev Kadın Azra, Liz Behmoaras (Kırmızı Kedi Yayınevi)

53. Sanatçılara yargı dağıtanlara

Canavar: Hayranların İkilemi, Claire Dederer, Çeviren: Berrak Göçer (Medusa Yayınları)

54. İçinde Ankara da olsun diyenlere

Bir Dem Ankara, Zeynep Altıok Akatlı, Eren Aysan (Oğlak Yayınları)

55. Şiirle direnenlere

Gülten, Asuman Susam (Livera Yayınevi)

Sağlıklı yaşamın sırrını keşfetmek isteyenlere

56. Gençleşmek isteyenlere

Longevity Planı, Ayşegül Çoruhlu (Kronik Kitap)

57. Huzura ermek isteyenlere

Stres ve Başaçıkma Yolları, Zuhal Baltaş - Acar Baltaş (Doğan Kitap)

58. Sağlık mideden başlar diyenlere

Neyi, Nasıl Pişirelim?, Tuğba Parıltı (Mundi)

59. “İnsan” denen varlığı tanımak isteyenlere

Bakışınızı Değiştirecek 10 Deney: İnsan, Selçuk Şirin, Mundi

60. Başarılı insanların sırlarını merak edenlere

Üçüncü Kapı, Alex Banayan, Çeviren: Utku Özer (Boyner Yayınları)




Nilgün Yıldız Coşkun-07.12.2024'den düzenlenmiştir.