Çocuklar boşlukta çetelere savruluyor

Son zamanlarda Türkiye’de çocuklar tarafından işlenen suçların kamusal görünürlüğü artıyor. Özellikle 24 Ocak’taki Mattia Ahmet Minguzzi cinayetinden sonra başlayan “16 yaş üstüne ceza indirimi yapılmaması” yönündeki talepler, 8 Eylül’deki İzmir Balçova’daki karakol saldırısının ardından yeniden kuvvetlendi. İki olayda da hem olayların içerdiği şiddet hem de çocuk faillerin suça “aşina” olduklarını hissettiren görüntüler hassasiyeti artırdı. Suç örgütlerinin pek çok saldırı ve cinayette 18 yaş altı kişileri kullandığı da çok sık dillendirildi. Oksijen’in 12 Eylül tarihli sayısında Zülfü Livaneli’nin kaleme aldığı “Çocuk mu suçlu mu?” başlıklı yazısı da bu hararetli tartışmanın çeşitli can alıcı unsurlarına işaret ediyor ve çözüm için atılması gereken bazı adımlara dikkat çekiyordu.
Böyle bir ortamda Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, çocuk faillerin artış gösterdiği cinayet vakalarında cezaların artırılacağına dair açıklamalar yaptı. Bu yönde bazı yasal değişikliklerin yapılacağına dair tahminler var. Ancak uzmanlar, asıl sorunun çocukları suça sürükleyen koşullar olduğu, bu koşullar düzeltilmedikçe cezaların ise çözüm olmayacağı görüşünde.
İki çocuk: Balçova Karakolu saldırganının 'profesyonel' hali (solda) ve Mattia Ahmet Minguzzi'nin katilinin gülerken ki görüntüleri çok konuşuldu.
Eğitime inanç kalmadı, kriminal grupların vaadi ‘güç ve aidiyet’
Prof. Dr. Biray Kolluoğlu / Sosyolog
Son dönemde çocuklar arasında artan şiddet olayları ve suç oranlarının altında iki temel faktör yatıyor: Türkiye’nin gelir dağılımındaki büyük bozulma ve eğitime inançtaki yıpranma. Suç sosyolojisi çalışmıyorum ama şunu çok rahat söyleyebiliriz: Bu ülke, eğitime hep inanan bir ülkeydi. Bu orta sınıf, işçi sınıfı da dahil olmak üzere herkes için geçerliydi. Her aile çocuğuna biraz yatırım yaparsa kendisinden daha iyi olacağına inanıyordu. Fakat bu inanç son dönemde yıprandı. Çünkü ailelerin çocuğunu gönderebileceği iyi eğitim kurumu kalmadı. Bu inançsızlık da gençleri eğitim kurumlarından kopardı.
Aileler eğitime inanıyor olsalar bile çocuğu okula göndermek ekonomik açıdan zorlaştı. Tabii, bunda sosyoekonomik açıdan zayıf ailelerin, çocukların eve getireceği katkıya duydukları ihtiyacın artması da etkili. Ancak devlet okulları bile kayıt için para isterken, çok sayıda ailenin çocuğunu okutacak gücünün olmadığı söylenebilir.
Ailenin bir şey yapamadığı çocuk için öğretmenler de bir şey yapamaz hale geliyor. İşte bu noktada kimi kriminal örgütler bu çocuklara umut veriyor, aidiyet duygusu veriyor. Bu polarize olmuş toplumda nerede duracağını bilemeyen gençlik de oraya gidiyor. Çünkü bu örgütler en azından bugüne dair bir kurtuluş sunuyor o çocuğa. Bu umutsuzluğun içinde, maço bir ‘Güçlüyüz’ söylemi o gence, bir grupla birlikte var olabildiğini düşündürüyor.
Bu gruplar, ergenler için çok önemli olan “var olabilmek”, “bir gruba aidiyet” gibi manevi çıkarların yanında maddi çıkarlar da sunuyor. Öyle büyük bir şey olmasına da gerek yok. Çünkü bir ergen için bir ayakkabı, bir tişört, bir saç kesimi o kadar önemli şeyler ki… Bunların hepsi kimlik inşa sürecinin bir parçası. Dolayısıyla zaten ön lobları gelişkin olmayan yani rasyonel değerlendirme yapabilme kapasitesi az olan ergenlerin, iyice boşluğa itildikleri böylesi bir dönemde suça yöneldiğini görüyoruz.
“Ailenin cezai sorumluluğunun artırılmasını tartışmalıyız”
İnci Vural / Pedagog
Klinik gözlemlerimizde suç yaşı düştü. Bağ kurma, aidiyet duygusu geliştirme ihtiyacında olan çocuk ve gençlerin bunu sağlıklı kanallar ve yollarla yapamaması ve öfke gibi doğal bir duygunun doğru yollarla ifade edilmesinin örneklerine şahit olamamaları çocukları suça sürüklüyor.
Sosyal medyada, dizilerde, internet üzerinden oynanan oyunlarda şiddetin bir racon gibi, kalite gibi, delikanlılık gibi gösterilmesi tabii ki çocukları ve gençleri etkiliyor. Çünkü bu yaşlarda herkes kendine bir model arıyor ve bu model böyle şekerlemenin altına saklanmış suç ise çocukların kolayca özdeşleşebilecekleri birer nesne oluyor.
Riskli ailelerin, riskli çocukların tespit edilip psikolojik ve sosyolojik destek sağlanması çok önemli. Çalışan anne - babalara yönelik sosyal politikalar geliştirilmeli. Ailelerin desteklenmesi kadar toplumsal düzenin, ve adalet duygusunun da şekillenmesi çok mühim.
Çocuklarını fazla kayıran, onların kusurlarını görmeyen aile tipi de yaygınlaştı. Bu ailelerin çocuklarına vereceği eğitim cezai önlemler kadar önem taşıyor. Çok tartışılan ceza konusunda bir şey söylemek gerekiyorsa ailelerin cezai yükümlülüklerinin artırılmasının da üstünde önemle durulması gerek.
“Haksızlığa uğrayanın suça yönelik davranış riski artar”
Prof. Dr. Özgür Öner / Çocuk ve ergen psikiyatrı
Suça yönelik davranışlarla ilgili geçerli bazı teorilere göre, bu davranışların ana nedeni ‘gerginlik’ ve ‘zorlanma’ olarak tanımlanabilir. Gerginlik üç nedenle ortaya çıkar: Kişinin amaçlarıyla bu amaçlara ulaşabilme kaynakları arasındaki uyumsuzluk; iş, okul, ilişkiler gibi olumlu uyaranların kaybı; ailede uzun süreli çatışmalar ve akran zorbalığı gibi olumsuz uyaranların varlığı. Bu durumlarda ortaya çıkan olumsuz duygularla, özellikle de öfkeyle başa çıkmak için çocuk suça yönelik davranışlar geliştirir.
Bu her bireyde aynı etkiye yol açmaz, kişinin algı ve yorumu belirleyici. Çocukların yoğun olarak hissettikleri, kontrollerini kaybettikleri, haksızlığa uğradıklarını düşündükleri veya davranışlarını haklı gördükleri durumlarda -ki buna da ‘zorlanma’ diyoruz- suça yönelik davranış riski artar. Zorlanmalara eşlik eden kaygı ve depresyon gibi durumlar davranış kontrolünü daha da zorlaştırır.
Sosyal kontrolün azalması, arkadaş grupları ve sosyal medya gibi çeşitli uyaranlar da suça yönelik davranışların artmasında bir risk faktörü. Sosyal kontrol ne kadar azsa suça yönelik davranışlar da o kadar artar. Aile tarafından yeterli kontrolün olmaması, toplumsal bağlardaki zayıflık, akademik veya mesleki bir bağ olmaması gibi durumlar riski artırır. Çeşitli arkadaş grupları, yaşanılan çevre, genel toplumsal sorunlar ve şiddet davranışlarına yaklaşım, sosyal medya ise özendirici olabilir.
Ülkemizin genel sosyal durumu, içinde bulunulan gergin ve ‘adaletsiz’ ortam; amaçlara, uygun yollarla, örneğin çalışarak ulaşılamayacağı inancı; yoksulluk ve yoksunluk; suçun ve şiddetin özendirilmesi ve belli durumlarda meşru gösterilmesi; olumlu deneyimlere ulaşmada zorluk; madde kullanımında artış; sosyal medyanın etkisi gibi risk etmenlerinin ülkemizde belirgin olarak yükseldiğini görüyoruz. Bu da çocukların suça yönelmesine neden oluyor.
Cezaların artırılması kesinlikle çözüm değil. Özellikle de cezaların adil olmadığı, güçlü olanların ‘yakayı sıyırdığının’ düşünüldüğü bir ortamda bu, daha fazla öfkeye yol açacaktır. Gençlere amaçlarına uygun bir şekilde ulaşma imkanlarının sağlanmadığı ve becerilerin kazandırılmadığı bir uygulamanın uzun süreli bir olumlu etkisi olamaz. Tam tersine uzun süren cezalar ve iyileştirmenin olmaması daha sonraki hayatlarındaki yetkinliklerini ve toplumda olumlu bir yer ve çevre edinme olasılıklarını da azaltır.
Bireylerin meşru amaçlarına (iyi ve kaliteli eğitim öğretim, eşitlik, adalet, özgürlük, uygun gelir getiren iş, barınma, kendini ifade etme, hobiler, spor gibi olumlu deneyimlere ulaşabilme) uygun yöntemlerle ulaşabilme olanağı devlet ve yetkililer tarafından sağlanmalı. Toplumdaki genel adaletsizlik, ümitsizlik, çaresizlik hislerini azaltacak adımlar atılmalı. Sosyal medya ve basında özellikle dezavantajlı gruplara karşı şiddeti özendiren ve meşrulaştıran paylaşımlara dikkat edilmeli. Aileler ve okullar çocuklara yeterli rehberliği sağlamalı ve onlara duygu kontrolü, sorun çözme gibi beceriler kazandırmalı.
“Hapis son çare olmalı, ceza arttıkça huzur da artmıyor”
Suç sosyolojisi üzerine çalışan, Koç Üniversitesi’nde öğretim görevlisi Nilay Kavur ise hapsetme oranının yüksek olduğu ABD üzerinden bir kıyaslama yaparak Türkiye’deki mevcut ceza tartışmalarını şöyle değerlendiriyor:
Uluslararası karşılaştırmalı kriminoloji çalışmalarında gördüğümüz üzere, cezanın arttırılması daha az suçun olduğu, daha huzurlu bir toplumu beraberinde getirmiyor. ABD, hapsetme oranıyla (100 bin nüfusta 541) dünyada 5’inci sırada ve özellikle, okullardaki toplu silahlı saldırılarıyla gündemde.
Artan şiddet ve artan hapsetme oranlarını, politik-ekonomi perspektifinden inceleyen kriminologlar, ABD’yi yüksek hapsetme oranlarıyla bir prototip olarak ele alıyor ve şöyle özetliyor: Devletin sol elinin zayıf, sağ elinin güçlü olduğu, sosyal güvenliğin, yani eğitimin, sağlığın özelleştirildiği, devletin sosyo-ekonomik refah anlamında minimal kaldığı neoliberal rejimlerde, devlet, suça karşı çözüm olarak sadece hapis cezasını geliştirebilir ve bu yetersiz kalır.
Türkiye’de de tablo benzer. Türkiye, hapsetme oranıyla (100 bin nüfusta 488) 10’uncu sırada. Şiddet her gün yeni bir boyut kazanıyor. Fakat kanunla ihtilaf halindeki çocuklar özelinde uygulanan tek çözüm, her ne kadar resmi söylemde "son çare" dense de, ilk çare olarak hapis cezası. Halbuki o raddeye gelene kadar, Çocuk Koruma Kanunu ve ilgili yönetmelikler, şiddetin önünü alacak bir dizi düzenlemeyi barındırıyor. Mevzuata göre Sosyal Hizmet görevlilerine büyük görev düşüyor ancak çocuk hakim ve savcılarının aktardığına göre, bu kanunların altını dolduracak altyapıya hiç yatırım yapılmamış.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder