24 Ekim 2025 Cuma

Karanlık Taraf

 

Costa Gavraz, İtiraf Filmi (1970)

Aslında iyi ve kötünün göreceli olduğunu, hiç kimsenin dünyaya kötü kalpli geldiği için kötülük yapmadığını, her kötülüğün bir gerekçesi, bir açıklaması olduğunu epey küçük yaşta fark etmiştim. O zamanlarda anneme 'Bence kötü insan diye bir şey yok' dediğimi hatırlıyorum. O da bana gerçekten kötü bir insanla henüz karşılaşmadığım için şanslı olduğumu söylemişti Zaman çoğunlukla yaptığı gibi tecrübeyi haklı çıkardı. Daha çocukken bile çocuksu bulduğum iyilik-kötülük ikiliğinin yarım yüzyılı devirdiğim şu zamanlarda en çok kafamı kurcalayan meselelerden biri olacağını tahmin edemezdim Bunla bana yeniden düşündüren, geçen haftalarda izlediğim bir film 1970 tarihli Costa- Gavras filmi L’Aveü (İtiraf). Bu filmi sinema tarihinin sıkı bir takipçisi olarak nasıl gözden kaçırdığıma şaşırdım. Costa-Gavras'ın bir önceki sene yaptığı ve turn zamanların en iyi sıyası filmlerinden biri olarak bilinen Zye benzer şekilde bir siyasi dava hikâyesi, pek çok açıdan daha üstün bir film olmasına rağmen çok daha az bilmiyor. Kahramanımız (yine) Yves Montand’in canlandırdığı gerçekten de bir kahraman; 2. Dünya Savaşı'nda Nazilere karşı direnişi örgütlemiş bir savaş kahramanı. Savaştan sonra ülkesi Çekoslovakya'nın yem sosyalist hükümetinde görev almış ama bir gün durup dururken gizli polisler tarafından götürülüyor.

 

 

Aylar suren ve filmde ince ince anlatılan psikolojik işkenceyle ‘düşman ajanı" olduğu itiraf ettirmeye çalışıyor. Düşman kim? Rejimin emrinde olmayan herkes Sadece Naziler ya da kapitalist Batı değil. Stalin’e biat etmeyen Troçki ve Tito da aynı derecede düşman. Direnmek imkânsız ve bir yerden sonra anlamsız. Sadece birkaç saat uyuyabilmek için bile itiraf belgeleri imzalanıyor. Sonunda radyodan naklen yayınlanan bir düzmece mahkemede sanıklar faşist, burjuva işbirlikçisi, Amerikan ajanı, Troçkist, Tıtıst (itiraf ediyorum, bu sözcüğü bağlamdan bağımsız görseydim anlamını çok başka tahmin edebilirdim) falan olduklarını kabul ediyorlar çünkü kabullenmenin hayatta kalmak için tek şansları olduğuna inanmışlar. En çarpıcı sahnelerden birinde, sanıklardan birinin pantolonu düşüyor ve bütün mahkeme, en çok da sanıklar kahkahalara boğuluyorlar. Sadece oradaki olaya değil, bütün bu sergilenen komediye güldüklerini anlıyorsunuz Savcılar itiraf etmelerinin onlar için daha iyi olacağını söylüyor İtiraf ediyorlar, mahkûm oluyorlar. Temyiz hakları da var. Her birine atanmış ayrı ayrı avukatları, karara itiraz etmemelerinin kendileri için daha hayırlı olacağına onları ikna ediyor Sonuçta çoğu oldurulup yakılıyor. Kahramanlarımız bir şekilde serbest kalmayı başarıyor Yıllar sonra bütün bunları yaşadığı hâlde nasıl hâlâ sosyalist olduğunu soranlara, zaten sosyalist olduğu için bunları yaşadığını söylüyor. Yeni rejim Önce Nazilere karşı zaferin gerçek mimarlarını hedef alıyor çünkü, malumunuz, Nazilere direnen onlara da direnebilir. İdeolojin falan anlamsızdır artık, tek önemli olan iktidarın ne pahasına olursa olsun
elde tutulmasıdır İktidarı bir noktada toplamaya razı olduğunuz anda iktidarın parazitleşmesini durdurma şansını kaybettiniz. Daha
once yine buradaki bir yazıda ettiğim bir cümleye döneceğim Kimin iyi kimin kötü olduğu konusunda hemfikir olsaydık yasalara ihtiyacımız
olmazdı Ama bu yeterli değil Yasaların olması uygulanacakları anlamına gelmiyor Binlerine o görevi veriyorsunuz ve görevlerini doğru yapmala
için yeterince "iyi" olmalarını bekliyorsunuz
Onlara güvenmiyorsanız, daha
iyi birileri onları yönetmeli. Ona da güvenmiyorsanız, daha da "iyi" birileri onladenetlemeli. Sonuçta birileri, doğru olanı yapmalı, sırf Amerikalıların dediği git» "right thing to do"olduğu için yasaların yazıldığı gibi uygulanmasını sağlamalı. Işın doğrusu bu: İyilik olmadan yaşayamıyorsunuz.

Anayasada ‘vicdan* sözcüğü iki yerde geçiyor, bin dm ve vicdan hürriyetinde, diğeri yargı bağımsızlığını tanımlarken İki yüz maddelik anayasa yazarsınız ama uygulanabilmesi için gelip binlerinin vicdanına bel bağlarsınız Nihai olarak iyilik olmadan İşleyemeyecek kurum yargıdır. Çünkü zurnanın si bemol dediği yer orasıdır Parazit tabiatı açısından baktığınızda, bütün organizmayı ele geçirmeye çalışmak gereksiz Yargıyı ele geçirseniz yeterli, çünkü son karar oradan çıkar Yargı emrinize amade olduğunda yasaların bir önemi kalmaz Dolayısıyla onu yapan meclisin de onu seçen halkın da bir hükmü kalmaz Parazit en zayıf noktaya saldırır Orayı ele geçirdiği anda organizma çürümeye mahkûmdur

İktidar doğrudan vicdanı hedef aldığında, kötülük makbul değer hâline geliyor. İktidar çarklarının orta kademe hizmetkârları haksızlıkları mertebesinde rağbet görüyor. Organize kötülük dediğimiz şey böyle ortaya çıkıyor. Işın doğrusu, günümüzün dünyasına ve yaşadığımız ülkenin hâline bakınca, olan biteni fantazyada gördüğümde burun kıvırdığım ‘karanlık taraftan ayırt etmek pek kolay değil. Bazıları karanlık tarafa davet ediliyor ve vicdanları el verse geçiyorlar. Geçmezlerse cezasını görüyorlar Gerçekten de kötülere, kötülüğe karşı savaşıyoruz. Ve maalesef kötülüğe karşı çok zayıfız. Çünkü iyilik yaşayabilmek için iyilikle beslenmeye muhtaç. Kötülüğün ise kendisinden başka hiçbir şeye ihtiyacı yok. Tek güvencemiz insanın içinde, özünde iyilik olması.

Eğer böyle bir şey yoksa hiçbir umut yok demektir.


19 Ekim 2025 Pazar

Dünyada en az gülen, en az öğrenen ülke!

 

Dünyada en az gülen, en az öğrenen ülke!



Gallup, uzunca bir zamandır ruh sağlığını dünya çapında ölçüyor. Bu raporların sonuncusu 13 Ekim’de açıklandı. Ortalama olarak tüm dünyada katılımcıların yüzde 39’u endişeli, yüzde 37’si stresli, yüzde 26’sı üzgün, yüzde 22’si öfkeli, yüzde 32’si fiziksel acı çektiğini söylüyor. Türkiye’de ise insanların yüzde 42’si endişeli, yüzde 57’si stresli, yüzde 31’i üzgün, yüzde 30’u öfkeli. Ama asıl dibi bulduğumuz alanlar bunlar değil. Dünyada en az gülen insanların yaşadığı ülkeyiz. Bir gün önce yeni bir şey öğrendiğini söyleyenlerin oranı ise sadece yüzde 17!


Her yaz sonunda Türkiye’den ayrılırken Instagram üzerinden memleketin ruh hâline dair bir değerlendirme paylaşıyorum. “Abi Türk insanı şöyledir” saçmalığına kapılmamak için de yıl boyunca o değerlendirmeyi bilimsel verilerle test ediyorum. Bu yüzden dün açıklanan Gallup’un Dünya Duygusal Sağlık Raporu tam zamanında imdadıma yetişti. 

Gallup raporunun detaylarına geçmeden önce, sizinle 29 Ağustos’ta yazdığım Instagram postuna bakalım.

Üç aylık Türkiye ziyaretim bitti. Her yaz sonu olduğu gibi uçakta dönerken izlenimlerimi sizinle paylaşmak istedim.  Bu yaz bir kısmı okur buluşması, bir kısmı dost akraba ziyareti için Van, Ağrı, Iğdır, Kars, Ardahan, Artvin, İzmir, Karşıyaka, Urla, Çeşme, Manisa, Kula, Kuşadası, Selçuk ve Bodrum dâhil pek çok yere gittim. Benim gördüğüm tablo şu: Türkiye, tarihindeki en derin ekonomik ve politik krizi yaşıyor! Ve hem ana akım hem de sosyal medya bu krizi ıslık çalarak atlatmaya çalışıyor! 

Yaşadığımız krizin insani boyutu gören gözler için her yerde. İnsanlar mutsuz. Bunu sokakta yürürken bile görebiliyoruz. İnsanlar gergin. Bunu trafikte, alışverişte, derste ya da işyerlerinde görebiliyoruz. İnsanlar endişeli. Bunu iflasın eşiğinde olan şirketlerde,  umudunu yitirip eve kapanan gençlerde, ilkokul çağında yurt dışı hayali kuran çocuklarda görebiliyoruz. Turizm her yaz ekonomiye az da olsa can suyu katıyordu. Bu yıl o da can çekişiyor. Yunan adalarında lokanta açıp bizim ürünleri bize satan Türk esnaf hem yemeği daha ucuza satıyor hem de bizdeki esnaftan çok daha kaliteli bir yaşam sürüyor. Bu haksızlığı gidermenin tek yolu ülkedeki krizi çözmek. Aksi her geçen gün hayatı hepimiz için daha da yaşanmaz kılacak. 

Dünyanın duygusal nabzı

Gallup, uzunca bir zamandır ruh sağlığını dünya çapında ölçüyor. Bu raporların sonuncusu 13 Ekim’de açıklandı. Rapor 2024 yılı boyunca 144 ülkede 145 bin kişiden toplanan verilerle insanların günlük duygularını ölçüyor. Geçen sene de bu köşede açıkladığım gibi Gallup duyguları hem pozitif hem de negatif olarak iki farklı şekilde ölçüyor. Ortalama olarak tüm dünyada katılımcıların yüzde 39’u endişeli, yüzde 37’si stresli, yüzde 26’sı üzgün, yüzde 22’si öfkeli, yüzde 32’si fiziksel acı çektiğini söylüyor. Bu oranların tamamı on yıl öncesine göre belirgin biçimde artmış durumda. Rapora göre bu duygusal yük, sadece bireylerin değil, toplumların da sağlığını ve barışını etkiliyor. Barış ve huzurun zayıf olduğu ülkelerde üzüntü, öfke ve kaygı daha yüksek çıkıyor; barış ve huzurun güçlü olduğu yerlerde ise yaşam süresi, sağlık ve dayanıklılık artıyor. Gallup’un yöneticilerinden Ilana Ron Levey’nin ifadesiyle: “Duygusal sağlık sadece kişisel bir deneyim değil, toplumların dayanıklılığını belirleyen bir altyapıdır.”

Her şeye rağmen insanlar umudu diri tutuyor

Dediğim gibi ruh sağlığı sadece olumsuz duygularla tarif edilmiyor. Pozitif duygulara da bakılıyor ki bu da benim için bu raporu diğer benzer çalışmalardan ayırıyor. Nedir pozitif duygular? Tıpkı negatif duygularda olduğu gibi burada da beş farklı soru sorulmuş. Rapordan aktarıyorum: “Dün, günün büyük bölümünde gülümsediniz veya güldünüz mü? Saygı gördünüz mü? Yeni bir şey öğrendiniz mi ya da ilginç bir şey yaptınız mı? Keyif aldınız mı? Dinlenmeye fırsat bulabildiniz mi?” Bu beş soruya verilen yanıtlar, dünyanın duygusal dengesine dair umut verici bir tablo çiziyor. 2025 dünya ortalamalarına göre insanların yüzde 88’i saygı gördüğünü, yüzde 73’ü güldüğünü veya gülümsediğini, yüzde 73’ü keyif aldığını, yüzde 72’si iyi dinlendiğini, yüzde 52’si de yeni bir şey öğrendiğini ya da ilginç bir şey yaptığını söylüyor. Bu oranlar son on yılda neredeyse hiç değişmemiş. Bu veriler bütün olumsuzluklara, pandemi dönemi artan mutsuzluk ve strese rağmen insanlığın genel olarak dayanıklı olduğunu gösteriyor. Yani bölgesel savaşlar, ekonomik krizler, global ve teknolojik belirsizlikler sürerken bile insanlık gülmeyi, paylaşmayı ve saygı görmeyi tamamen kaybetmemiş durumda.

Türkiye’nin 2025 duygusal sağlık karnesi

Önce yine negatif duygulara bakalım. Türkiye’de insanların yüzde 42’si endişeli, yüzde 57’si stresli, yüzde 31’i üzgün, yüzde 30’u öfkeli. Bu oranların her birinde dünya ortalamasının üstündeyiz. Stres seviyesinde dünya rekoruna sahip olan Ruanda’da bile insanların stres seviyesi yüzde 64’te kalıyor! Ama tıpkı geçen yılki raporda olduğu gibi bu sene de beni en çok endişelendiren veriler, bizim pozitif duygulara dair olanlar.

Pozitif duygularda sınıfta kalıyoruz

Asıl çuvalladığımız yer geçen yıl olduğu gibi bu sene de pozitif duygular. Türkiye’de insanların yüzde 85’i saygı gördüğünü, yüzde 36’sı güldüğünü veya gülümsediğini, yüzde 40’ı keyif aldığını, yüzde 69’u iyi dinlendiğini, yüzde 17’si de bir gün önce yeni bir şey öğrendiğini ya da ilginç bir şey yaptığını söylüyor. Bu saydığım beş pozitif deneyimin her birinde dünya ortalamasının altında yer alıyoruz. Ama tam olarak ülkede insanların ne derece bunaldığını anlamak için gelin bir de dünyadaki sıralamada nerede olduğumuza bakalım. 

Dünya ortalaması yüzde 52 bizde yüzde 23

Dünyada yaşadığı hayattan keyif alanların oranının en düşük olduğu üç ülke arasında Türkiye var. Ama asıl dibi bulduğumuz ve 144 ülke arasında en sonda yer aldığımız alan bu değil. Türkiye dünyada en az gülen insanların yaşadığı ülke. Dünya ortalamasının yüzde 73 olduğu bu göstergede Türkiye yüzde 36 ortalama ile en son sırada yer alıyor. Geçen sene iç savaş ve felaketin eşiğinde olan Lübnan’da bile bizden çok gülüyor insanlar. Endonezya, Senegal gibi ülkelerde bu oran yüzde 90’ı geçiyor. 

Bir eğitimci olarak bu raporda dünyadaki sıralamamız bakımından beni en çok üzen veriyi en sona bıraktım. Dünyada ortalama olarak her iki kişiden biri (yüzde 52), bir önceki gün yeni bir şey öğrendiğini ya da yeni bir tecrübe edindiğini söylüyor. Pek çok ülkede bu oran yüzde 70’in üzerinde. Bizde ise geçen sene yüzde 23 olan bu oran bu sene yüzde 17 ile dünyada en son sıraya düşmüş durumda. Dünyada bizden daha az yeni bir şey öğrenen, bizden daha az yeni bir heyecan yaşayan ülke yok! Hani hep ağzımızın tadı kaçtı diyoruz ya, işte bu veri onu maalesef doğruluyor. 

Gördüğünüz gibi bu veriler benim ve pek çoğumuzun gözlemlerini doğruluyor. O nedenle müsaadenizle bu tatsız konuyu yukarıda paylaştığım 29 Ağustos tarihli Instagram postunun son paragrafıyla tamamlayacağım. Zira insan umutsuzluktan umut devşirendir: 

Tüm bu saydığım zorluklara rağmen “yarın bugünden daha iyi olsun” diye hayata sımsıkı sarılan milyonlar da gördüm memleketin her yerinde. İşine tutkuyla bağlı öğretmenler, hayallerinin peşinde koşan gençler ve küçükken okuduğu kitabın yazarıyla ilk tanıştığında böyle içten sarılan çocuklar gördüm. Ben gücümü ve ümidimi onlardan alıyorum. Aklım da yüreğim de onlarda… 

Selçuk Şirin- Oksijen 249

Tekilleşme tekelleşme

 

Tekilleşme tekelleşme



Ya adam yine haklıysa? Ya tahminleri gerçekten doğru çıkarsa? Üstelik; bugüne kadar söylediklerinin büyük çoğunluğu doğru çıkmış. 1990’dan beri. O yıllarda bilgisayarın satrançta insan şampiyonları yeneceğini, Deep Blue’nun Garry Kasparov’u yenmesinden yıllar önce söylemişti. Aynı yıllarda kablosuz bilgisayarların, internetin çok yaygınlaşmasını, akıllı telefonları, bilgisayarlara konuşarak komut verilebileceğini söylemişti. Yine 2000’lerin başlarında bilgisayar ekranlarının artırılmış gerçeklik ile gözlük içinde entegre olacağını, gözlüklerle gerçek zamanlı tercüme yapılabileceğini, eksoskeleton teknolojisi ile engellilerin yürümesinin sağlanacağını öngörmüştü. Ray Kurzweil. Daha önce de her türlü fonttan yazı okumaktan, optik karakter tanımaya, gerçek piyano sesi üreten ilk müzik sentezleyicilere kadar pek çok ilkin mucidi, bir dönem Google‘ın mühendislik direktörü. 1990- 2010 arasında tam 147 öngörü ya da tahminde bulunmuş. Bunların 115’i tamamen, 12’si çok büyük ölçüde gerçekleşmiş. Yani tahminleri yüzde 86 oranında tutmuş. Bu da söylediklerini ciddiye almak gerektiğinin kanıtı olarak düşünülebilir. Bugünlerde söyledikleri de epey hayret uyandırıcı. 2030 yılında yaşlanma tamamen tersine çevrilecekmiş. (Şu anki durumda yaşlanma sadece yavaşlatılabiliyor.) “Uzun ömüre kaçış ivmesi” olarak adlandırdığı duruma 5 yıl içinde erişileceğini, ömre onlarca yıl eklenebileceğini öngörüyor. 2032’de sayısız nanobot vücuda enjekte edilerek, hastalıklı yapıları temizleyip, hücreleri tamir edecekler, damarları temizleyecekler. 2035’te nanobotlar bazı organları yeni baştan yapılandırılabilecek, organ nakline gerek kalmayacak, beyne giren bu nanobotlar nöronları tamir ederek fonksiyonlarını restore edecek. Aynı şekilde DNA da tamir edilebilecek, 2045’te insan beyni ve makine, şirket birleşmeleri gibi “M&A” yaparak birleşik davranabilir hale gelecek.

Beyin, EyAy ile birleşerek bulut sistemlerine bağlanacak yani doğal ve Sibernetik Zeka birleşecek, bugünkü zeka milyon kat katlanacak. Bu birleşik zeka, var olan biyolojik beyinlerden milyon kat hızlı çalışacak. Bunlarda bir tür “dijital ölümsüzlük” mümkün olacak. Sanal ya da robotik bünyelerde yaşama devam edilecek. Vücutlar zaten hep genç kalacak… Ve daha neler neler. Okudukça insana bilim kurgu gibi geliyor. Ünlü yönetmen Kubrick “2001 Uzay Macerası” filmini 1968’de çekerken, robotların kendi kendilerine karar verip insanı devre dışı bırakabileceklerini öngörmüştü. Henüz olmadı ama olabileceği de çok konuşuluyor, tartışılıyor. Kurzweil, süregelen EyAy öcüdür, hayatı, işi elimizden alacak, insanı ya köle yapacak ya yok edecek, hele “Genel Yapay Zeka sonumuz olacak” karamsarlığından hayli uzak. Üstelik söyledikleri 5 yıl 10 yıl sonrası için. Yani yarın. Bugün ilkokulu bitirenlerin, üniversiteyi bitirecekleri günlerden bahsediliyor. Bugünlerde başlayan sürecin bir aşaması olarak görülüyor. 2045’te yani bugünden sadece 20 yıl sonra insanlığın yepyeni bir evreye ve evrenle ilişkiye erişeceğini öngörüyor! Bu kadar karamsar görüş arasında nedir umut verici denebilecek olumlu içgörü: Hele “tekillik” (singularity) dediği insan-makine iç içeliğinin kozmik evrimin bir aşaması olarak görülmesi hayli düşündürücü.

“num=100”

EyAy’ın en güçlü eğitim kaynağı internet ve dolayısıyla arama motorları yani ağırlıkla Google. EyAy’ın insandan farkı yok, o da Google’dan öğreniyor, başkalarına satıyor. Google’da bir parametre var, “num=100”. Bu da kullanıcıların (ve tabii arama motoru optimizasyonu – SEO -araçlarının) her aşamada görebildikleri sonuç miktarı. Eylül ayında bu sayı bir anda 10 adete indirgeniverdi. Her ne kadar normal kullanıcılar yani insanlar belli miktarda sonuçla yetinse de EyAy araçlarının eğitimi için ne kadar çok veri o kadar iyi sonuç demek. Bir anda 10 sınırı gelince eskiyle aynı sayıda cevaba erişmek için 10 defa arama talebi yapmak yani maliyetin 10 kat artması söz konusu.

Google bu düşüşe gerekçe olarak istismarların engellenmesi, farklı aletlerden elde edilen sonuçların benzeşmesi, veri kalitesinin yükselmesini gösterdi. Özellikle EyAy araçlarının tek seferde çok yüksek sayıda veri talep etmesi, veri çeken robotların yoğunluğa karşı sonuçları, sunucularını ve altyapılarını korumak amacıyla yapılan bu kısıntı aynı zamanda kendi ekosistemlerini dışarıya karşı korumak, rekabeti zorlaştırmak amaçlı diye de düşünülüyor.

Ama kısa sürede ortaya çarpıcı sonuçlar çıktı. Site gösterimlerinin yüzde 88 düştüğü görüldü. Özellikle daha mütevazı sitelerin görülme şansı neredeyse kalmadı. Anahtar kelimeler üzerinden optimizasyon yaratmak iyice zorlaştı. Böylece EyAy veri taramalarının maliyeti 10 kat atarken, her şeyi de yavaşlattı. Böylece sadece en yaygın, bilinen ve birbirine benzeyen şeyler ilk 10’da yer alır hale geldi. Küçük, niş konulara erişim çok zorlaştı. Eğitim kaynağı birbirine çok benzeyen veri setlerinden oluştu. Eskiden Büyük Dil Modelleri (LLM) yoluyla yapılan organik keşifler imkansız hale geldi. Öte yandan bakıldığında farklı ve daha sert bir niyet okuması da yapılabilir. Google bu kısıtı, söylediği verimlilik, kullanıcı deneyimi iyileştirmesi falan filandan çok kendi dışındaki EyAy şirketlerinin önünü kesmek, işlerini yavaşlatmak, hata oranlarını ve maliyetlerini yükseltmek için yaptı. Kendi ekosistemini rekabet şartlarının dışına, üzerine çıkardı. Bu da LLM tabanlı EyAy öğrenimini hayli zora sokuverdi.

Peki EyAy için LLM vazgeçilmez mi? Meta’nın Bilim Başkanı Yann LeCun gibiler zaten Genel Yapay Zeka’yı olası bulmuyor. Ama EyAy’ın insan gibi güçlü hafıza, düşünceye yeteneği, fizik dünyayı anlayabilme ve üstün planlama kabiliyetine sahip olması gerektiğini öne sürüyor. Etkinlik, verimlilik peşinde koşmaktansa “dünya öngörü modeli” geliştirmek gerek diyor. Bu model çevre ve koşulları simüle ederek öngörü ve tahmin geliştirmeyi amaçlıyor. Bu da otonom araçlardan sağlık sistemlerine, oyunlara her konuda ajanları vasıtasıyla da etkileşim kuran bir “önceden düşünme” öngörme modeli demek. Bu da verinin önemini bir kez daha ortaya koyuyor. Üstelik sadece metinle sınırlı olmayan, görüntü, ses, doku ve her türlü uyarıdan edinilen verinin işlenmesi de, saklanması da hayati. Özellikle en büyük veri kaynağının getirdiği çok büyük kısıt, bilimsel araştırmadan, ticari kurumlara her türlü oyuncuyu derinden etkiledi. Veri sahipliği, erişimi, işlenmesi artık gerçek güç kaynağı. Onun için Trump’ın, tahta çıkış töreninde de İngiltere Kraliyet yemeğinde de teknoloji ağalarına öncelik veriliyor. Artık hükmetmek için önce veriye hükmetmek gerekiyor. Veriye hükmeden, EyAy yoluyla yapılan her şeyde ve daha sonra da yine EyAy yoluyla erişilecek bütün evrelerde hüküm sürer görünüyor.

Baştaki soruya dönersek. Ya adam, yani Kurzweil haklıysa? Ya önümüzde 5,10,15 sene içinde kozmik evrimi etkileyecek gelişmeler olacaksa? İnsan ve makine iyi bir barmenin kokteyl çalkalaması gibi sonunda birbirine geçecekse? Tekilleşecekse? Yaşlanmayacaksa? Yaşamını bir şekilde hep sürdürebilecekse? Bunlar bu kadar kısa süre içinde olacaksa şimdiden bir şekilde başladı demektir. O zaman deli sorular hücum eder. Veriyi tekelinde ya da kontrolünde tutmak mümkün ve sürdürülebilir olur mu? 5 yıl sonra bunlar olsa da bütün dünyaya yani 8 milyara erişmesi ne kadar sürer? Bulut’taki veri de manipüle edilerek tek tip insana doğru gidilir mi? Milyon kat zekileşen insanın bugünkü insanla aynı tür olacağı söylenebilir mi? Tekilleşme yani makine insan bütünleşmesi olursa insanlar, kurumlar, ülkeler arası rekabetler, husumetler sürer mi? Olası bir büyük savaş, bundan önceki büyük savaşlarda olduğu gibi teknoloji tabanlı büyük sıçrama yaratır mı? İnsan ne kadar yaşar? Ne kadar yaşamalı?

Adam haklıysa eğer… Neden bugün bütün dünyada yaşanılan kriz, sıkıntı, savaş, itiş kakış, hengame? Hep genç kalıp, milyon kat daha zeki olursa eğer insan, bugünlere yani 5-10 yıl bilemedin 20-25 yıl öncesine bakıp ne der?

Yeni dönemin söylemi “Bizim çocukluğumuzda EyAy dutluktu” olabilir mi?

Tekilleşme tekelleşme getirir mi?

Adam “Tekilleşme çok yakın” diyor, hazır mısınız?

Gerçekten mi?  

 Levent Erden

11 Ekim 2025 Cumartesi

 

Milyonlarca “sofrasız çocuk” yetersiz ve sağlıksız besleniyor

Gıda güvenliği konusunda çalışan BAYETAV’ın TÜİK verilerinden hareketle yaptığı “Sofrasız Çocukluk” çalışmasına göre Türkiye’de 15 yaş altı 4.1 milyon çocuk günde bir öğün bile et, tavuk veya balık yiyemiyor; her 3 çocuktan 1’i açlık çekiyor. BAYETAV Genel Sekreteri, akademisyen Bülent Şık: “35 yıldır gıda güvenliği, beslenme ve çocuk sağlığı hakkında çalışıyorum. Sağlıklı beslenmenin çocuklar için en problemli olduğu dönemi yaşıyoruz. Gıdada toksik kimyasala maruziyet de büyük sorun”


Türkiye ağır bir gıda krizinden geçiyor. Gıda fiyatlarının böylesine arttığı başka bir dönem yok. Son iki yıl içerisinde birçok gıdanın fiyatı 8-9 kat artmış durumda. Bu gıda krizinden en çok etkilenenler ise çocuklar. Milyonlarca çocuk Türkiye’de sofraya oturmadan, gıda krizinin gölgesinde büyüyor. Bu tablo, çocukların yalnızca bedenlerini değil, eğitimlerini, öğrenme başarılarını, okul ve çevre ile ilişkilenmelerini, geleceklerini etkiliyor. Açıkçası çocuklar açken yapılan diğer işler de anlamsız kalıyor.

Bu hafta İzmir’de Halkların Köprüsü Derneği’nin düzenlediği “Sofrasız Çocukluk: Gıda Krizinin Gölgesinde Büyümek” konulu toplantıya online katıldım. Toplantının ismi, içeriği ve konuşmacısı dikkatimi çekmişti. Uzun süredir çalışmalarını yakından takip ettiğim barış akademisyeni Bülent Şık gıda güvencesizliğini anlatıyordu. 

Bülent Şık: “Çocukların beslenme sorununa karşı anaokulundan lise son sınıfa kadar, her gün ücretsiz ve nitelikli bir öğün sağlamak en önemli çözümlerden biri olabilir.” 

 Bülent Şık, Akdeniz Üniversitesi’nde akademisyendi, barış imzacısı olduğu için üniversiteden atıldı, mahkeme kararıyla geri döndü. Ama üniversite itiraz etti ve dönüşü engellendi. Bu yıl İspanya’da Helena Maleno Garzón ile birlikte Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nü paylaştı. “Mutfaktaki Kimyacı”, “Çocuklar ve Gıda Güvenliği”, “Bizi Yeryüzüne Bağlayan Hikayeler” isimli kitapları var. Yıllardır çevre kirliliği, kanserojenler, gıda güvencesizliği gibi, sağlığımızı yakından etkileyen konuları çalışıyor. Aynı zamanda İzmir merkezli bir vakıf olan BAYETAV’ın genel sekreterliğini de yürütüyor.

Korkunç bir rakam: 5 milyon 700 bini aç!  

TÜİK’in son açıklanan “Türkiye’de Çocuk 2024 Araştırması”na göre ülkemizde 18 yaş altında 21.8 milyon çocuk var. 0-14 yaş aralığı çocuk nüfusu ise 17.9 milyon. TÜİK verilerini BM Gıda ve Tarım Örgütü FAO’nun kriterleri üzerinden yorumlayan BAYETAV’ın analizleri, Türkiye’de 15 yaş altı her 3 çocuktan 1’inin açlık çektiğine işaret ediyor. Bu da yaklaşık 5 milyon 700 bin çocuğa karşılık geliyor. Bu korkunç bir rakam! 

Rakamları daha detaylı incelediğimizde vahametin boyutu da ortaya çıkıyor. 15 yaş altı 4.1 milyon çocuk günde bir öğün bile et, tavuk veya balık yiyemiyor. Yaklaşık 3 milyon çocuk hayatında bisiklete hiç binmemiş, paten sürmemiş. 3.3 milyon çocuğun doğru düzgün iki çift ayakkabısı yok ve giyecekleri yeni bir kıyafet alamıyorlar. Yine TÜİK verilerine göre 2 milyon çocuğun oyuncağı dahi yok. Yaklaşık 1.4 milyon çocuk yaşına uygun kitap, roman, öykü, dergi, çizgi roman okuyamıyor, 3.2 milyon çocuğun ise herhangi bir kültürel-eğitsel aktiviteye erişimi bulunmuyor.

Gıda güvencesizliği Türkiye’de daha çok tarımsal üretim bağlamında ele alınıyor ancak bunun çocuk sağlığı açısından da ele alınması gerekiyor. Açlığın çocuklar üzerinde çok geniş ve farklı etkileri var. Yaş küçüldükçe bu etkilerin doğurduğu hassasiyetler çok daha fazla. 0-14 yaş arasındaki çocukları koruyamadığınız zaman, bunun hayat boyu kalıcı etkileri oluyor. Kısacası çocuk açlığı kalıcı, dönüşsüz etkiler bırakıyor çocukların hayatlarında.

Bülent Şık 

 Bülent Şık ile çocuk açlığı özelinde konuşuyorum.

Gıda güvencesizliği konusunda yaptığınız çalışmalar Türkiye için, özellikle de çocuklar için ne söylüyor?

Türkiye’de gelir erozyonu, pandemi sonrası gıda fiyatlarındaki sert artış ve çevresel kirlenme birleşerek belirgin bir gıda güvencesizliği tablosu üretiyor; bu tablonun en ağır yükünü çocuklar taşıyor. BAYETAV olarak İzmir odağında yaptığımız çalışmalar hanelerin en az üçte birinin gıda güvencesizliği sorunu yaşadığını gösteriyor. Ancak yetersiz beslenmenin yanı sıra toksik kimyasallara maruziyet de büyük bir mesele. Yetersiz beslenme özellikle de çocuklarda toksik kimyasalların zararını artırıyor. Çocuklar biyolojik olarak daha kırılgan. Örneğin küçük çocuklar bir yetişkine kıyasla birim vücut ağırlığı başına daha fazla hava solur ve kirleticilere orantısız biçimde maruz kalır; yetersiz ve sağlıksız beslenme, toksik kimyasal maruziyeti ile bir araya geldiğinde bilişsel ve bedensel gelişimde kalıcı kayıplara yol açabilir. Bu durum ciddi bir toplumsal meseledir. 35 yıldır gıda güvenliği, beslenme ve çocuk sağlığı arasındaki ilişkiyi inceliyorum. Sağlıklı beslenmenin çocuklar için bu kadar problemli olduğu bir dönemi hatırlamıyorum. Kurşun, çocuk sağlığına tehdit oluşturan en kritik toksik maddedir örneğin. Yediğimiz gıdalara, suya, havaya bulaşarak bedenimize girer. Pek çok ülkede çocukların kurşuna maruz kalımını azaltmaya yönelik bir eğilim varken ülkemizde tam aksi olması anlaşılır bir şey değildir. Son 10 yılda boya sanayiinde kullanılan kurşunlu bileşiklerin ithalat miktarı 300 tondan 1800 tonlara çıktı ülkemizde. Pizza kutularında bile kurşunlu boya bileşikleri tespit ediliyor. Çocukların sağlıklı beslenmesini sağlamak en önemli gündem maddemiz olmalı.

Kamu bu konuda politika oluşturmadı

Yaptığınız bu çalışmalarla kamu ilgileniyor mu, ’Ne yapabiliriz?’ diye çağırıyor mu? Ya da bu konuda çalışanların sesini duyuyor mu?

Buna yanıt vermem olanaksız. Genel gözlemlerimi söyleyebilirim. Toplumsal bir duyarlılık var ancak kamu kurumları odağında bir duyarlılık yok. Kamu kurumlarında parçalı ve dönemsel ilgi görüyoruz, fakat kurumsallaşmış, kalıcı bir yaklaşım hala eksik. Öte yandan hekim örgütleri, TMMOB bünyesindeki meslek odaları, belediyeler ve sivil inisiyatifler içinde güçlü bir duyarlılık var. Örneğin “Türkiye Okul Yemekleri Koalisyonu” gibi girişimler, çocuklara okullarda ücretsiz en az bir nitelikli öğün sağlanması talebini görünür kıldı. Bu yöndeki çağrılar, sivil toplum örgütlerinin desteğiyle giderek daha güçlü bir zemine oturuyor; ancak merkezi düzeyde ilgili kamu kurumlarımızın oluşturduğu bir politika yok.  

Ücretsiz okul yemeği sosyal yardımlardan daha kapsayıcıdır 

Gıda krizi, yoksulluk, kötü beslenme, çevresel kirlilik... Bunların bir bütün olduğunu söylüyorsunuz, açar mısınız?

Gıda sistemini bir ekoloji-ekonomi-sağlık üçgeni olarak düşünmek gerekir. Yoksulluk ve fiyat şokları sağlıklı gıdaya erişimi sınırladığında, aileler ultra-işlenmiş ve ucuz ürünlere yönelir. Bu, mikrobesin yetersizliklerini ve obeziteyi artırır. Çevresel kirlenme (hava, su, toprak) toksik kimyasalların gıdalara taşınmasına yol açar. Maruziyet çocuklarda nörogelişimsel ve metabolik riskleri büyütür. Yoksul kesimler yetersiz beslenme, çevresel kirleticilere maruziyet ve obezite açısından daha büyük risk altındadır. Bu meseleler birbirinden ayrışık değildir. Örneğin çocuk sağlığını korumak istiyorsak okulda ücretsiz nitelikli bir öğün ve çocuk odaklı gıda destek programları hem yoksulluğun etkisini yumuşatır hem de ultra işlenmiş gıda bağımlılığını kırar; menüler doğru tasarlanırsa toksik kimyasal maruziyetini de azaltır. 

Çocukların açlığını önlemek için hangi politikalar devreye alınabilir? Toplum olarak ne yapabiliriz?

Anaokulundan lise son sınıfa kadar, çocuklara her gün ücretsiz ve nitelikli bir öğün sağlamak en önemli çözümlerden biri. Mevsimsel, çeşitli, ultra-işlenmiş gıdaları içermeyen ürünler, süt ürünleri, baklagiller, taze sebze meyve ve tam tahıl ağırlıklı bir menü epeyce sorunu çözer. Ücretsiz okul yemeği programları, sosyal yardım programlarından daha kapsayıcıdır ve damgalanmayı da önler. Belediyelerin ve okul mutfaklarının küçük üreticilerle sözleşmeli çalıştığı, pestisit kalıntısı ve ağır metal riskini minimize eden yerel tedarik zincirleri oluşturmak ekonomik bir canlanma da sağlayacaktır. 

Menü planlamasında toksik maruziyet azaltımı ilkesi esastır. Buna ek olarak, okula gitmeyen küçük yaştaki çocuklara hane bazında acil gıda destek programları da uygulanmalı. Yoksulluk ve afet dönemleri için çocuk odaklı nakdi/ayni destek, 0–5 yaş için ayrıcalıklı beslenme paketleri ve düzenli büyüme ve gelişme izlemi sağlamak da gerekir. Türkiye’de yaklaşık 22 milyon çocuk var ve çocuklarımızın sağlığını korumayı kamusal politikalarımızın ana gündem maddelerinden biri yapmalıyız. Şeffaflık ve bilimsel izleme de önemli. Su, toprak, hava ve gıdada kirleticileri izleme sonuçlarının kamuya açıklandığı, sağlık risk iletişiminin cezalandırılmadığı bir düzen de gerekli elbet. 

Çocuklarının karnının doymasıyla ilgilenmeyen bir ülkenin geleceği de olmayacaktır

Rakamlar her geçen gün kötüye giderken, Bülent Şık’ın vurguladığı gibi çocuklarımızın sağlığını korumayı kamusal politikalarımızın ana gündem maddesi yapmalıyız. Aciliyet gerektiren bir durum var karşımızda. TÜRK-İŞ verilerine göre Eylül 2025’te 4 kişilik bir ailenin sağlıklı ve dengeli beslenebilmesi için yapması gereken gıda harcaması (açlık sınırı) yaklaşık 27 bin 970 TL olarak açıklandı. Aynı aile için tüm temel ihtiyaçları içeren yoksulluk sınırı ise 91 bin 109 TL oldu. Bu durum, temel ihtiyaçlara ulaşım maliyetinin çok yüksek olduğuna işaret ediyor. Gıda fiyatları genel enflasyonun üzerinde artış gösteriyor; temel gıda maddelerine erişim zorluğu özellikle düşük gelirli haneler için büyük bir sorun haline gelmiş durumda. Bu yazıyı yazarken medyada yumurta fiyatlarının sadece eylül ayında yüzde 19.84 zamlandığı haberi geçiyordu. Bu artık daha fazla çocuğun yumurta yiyemeyeceği anlamına geliyor. Gıda enflasyonunun, gıda krizinin etkisi, sosyal ve ekonomik kırılganlıkla birleşerek önümüzdeki yıllarda toplumsal eşitsizlikleri daha da derinleştirecek. Kamunun acilen önlem alması gerekiyor!

Bitirirken şunu tekrar vurgulamakta fayda görüyorum:

Gıda hakkı bir ayrıcalık değil, herkes için vazgeçilmez bir haktır. Bir eve 1 kilo et giremiyorsa ya da bir çocuk artık yumurta yiyemiyorsa, milyonlarca çocuk sofraya oturamıyorsa bunu toplum olarak dert etmemiz gerekiyor. Çocukların açlığı sadece onların ailelerinin ya da sivil toplumdaki bir avuç gönüllünün işi değildir. Çocukların aç olması bir toplum açısından kabul edilebilir bir durum değildir. Çocuklarının açlığıyla ilgilenmeyen bir ülkenin, bir toplumun geleceği de o


Nurcan Baysal-Oksijen 248

3 Ekim 2025 Cuma

Ne kadar ödev yeterli?

 

Yoksa ChatGPT mi yaptı?



Okullar açıldı, evlerden ödev çığlıkları yükselmeye başladı. Anne babalar bir yandan ev işleriyle uğraşıyor, bir yandan da endişeyle çocuklarına o bunaltıcı soruyu soruyor: “Ödevini yaptın mı?” Yapay zeka çağında verilen bunca ödevin öğrenmeye bir etkisi var mı gerçekten?
A+ Yazı Boyutunu BüyütA- Yazı Boyutunu Küçült

Ödevlerin öğrenmeye etkisi üzerine sayısız araştırma var. O araştırmaların topluca değerlendirildiği pek çok meta-analiz var. Bu analizlerden en geniş çaplı olanını Harris Cooper yaptı ve bu çalışması eğitim alanında en çok atıf yapılan çalışmalardan biri oldu. Cooper’ın çalışması on binlerce öğrenciden toplanan verilere dayanıyor ve tüm bu veriler bize net bir gerçeği gösteriyor: Ödevin akademik başarı üzerindeki etkisi okul düzeyine ve ödevin niteliğine göre değişiyor.

İlkokul yıllarında ödevin başarıya katkısı oldukça sınırlı. Buna karşın ortaokul ve lisede ödev, doğru kurgulandığında akademik başarıyı anlamlı biçimde artırabiliyor. Ancak bu ilişki doğrusal değil. Yani “ne kadar çok ödev, o kadar başarı” formülü geçerli değil. Ortaokul düzeyinde günlük maksimum 90 dakika, lisede 120 dakika ödev üst sınır olarak öneriliyor. Bu süreleri aşan yük, öğrenciyi geliştirmenin aksine yıpratıyor ve başarıyı aşağı çekiyor. 

Cooper’ın bulgularını destekleyen yeni araştırmalar da aynı sonuca işaret ediyor. Ödevlerin öğrenmeye etkisi oldukça sınırlı ve bu etki ödevin ve öğrenciye verilen geri bildirimin niteliğine göre azalıp artıyor. Yine aynı araştırmalar bize öğrenci özerkliğini teşvik eden, kişiselleştirilmiş ve kısa süreli ödevlerin hem başarıyı hem motivasyonu artırdığını gösteriyor. Bu nedenle artık araştırmaların odak noktası, “Ödev verelim mi, vermeyelim mi?” sorusundan çok “Nasıl ödev verelim ki işe yarasın?” sorusuna kaymış durumda.

Daha ilerlemeden ödevleri niteliklerine göre dört gruba ayırdığımızı hatırlatayım: Tekrara dayanan ödevler, hazırlığa dayanan ödevler, uygulamaya dayanan ödevler ve yaratıcılığa dayanan ödevler. Tekrar ödevleri, öğrencinin derste öğrendiği bilgileri pekiştirmesini sağlar; genellikle alıştırma ve test çözme şeklindedir. Hazırlık ödevleri, öğrenciyi bir sonraki dersin konusuna hazırlar ve flipped classroom tekniğiyle son yıllarda yaygın kullanılan bir öğrenme yöntemine uygun olarak tasarlanır. Uygulama ya da benim eskiden proje bazlı dediğim ödevler, bilginin kullanılarak içselleştirilmesini hedefler. Entegrasyon veya yaratıcılık odaklı ödevler ise öğrencinin farklı derslerde edindiği bilgileri birleştirmesini, özgün fikirler üretmesini ve yaratıcılığını ortaya koymasını sağlar. Araştırmalar, en kalıcı öğrenmenin uygulama ve entegrasyon temelli ödevlerle gerçekleştiğini göstermektedir.

Ne kadar ödev yeterli?

Bu yazıda hem ebeveynlere hem öğretmenlere hem de yöneticilere bir çağrı yapmak istiyorum. Ödev vermek zorunda değilseniz bırakın çocuklar okulda öğrensin, evde dinlensin. Ama illa ödev olsun diyorsanız o zaman önce öğrenci başına verilen ödevlerin günlük toplamına bakın, sonra da ödevlerin niteliğine odaklanın. Okul öncesi dönemle başlayalım. Bu dönemde çocuklara hiçbir şekilde ödev verilmemesi gerekiyor. Hele tekrara dayalı ödevler bu çağdaki çocukların okula daha başlamadan öğrenme şefkini kıracak bir etkiye sahip. Aman! 

İlkokul çağında, günlük 10 dakika birinci sınıftan başlayarak ödev verilebilir. Bu süre her sınıf için 10 dakika artırılabilir. Yani 4’üncü sınıfta günlük ödev yükü en fazla 40 dakika olmalı ortalama bir öğrenci için. Ortaokulda da aynı kural devam edebilir. Her sınıfa 10 dakika ekleyerek gidilebilir. Liseye geldiğimizde süre artsa da bu hiçbir zaman günlük iki saati aşmamalı. 

Bu süreler ortalama bir öğrenci için üst sınırlar. Bu üst sınırı aştığınız zaman verilen ödev başarı yerine yorgunluk ve motivasyon kaybı getiriyor. PISA verilerine göre lise yıllarında haftalık dört saati aşan ödev yükü başarıyı negatif etkiliyor. TIMSS verilerinde de tablo benzer: 8’inci sınıfta haftada üç saatten fazla fen bilgisi ödevi yapan öğrencilerin puanı, daha az ödev yapanlara göre daha düşük. Yani bizde çok yaygın olarak kabul edilen, “çok ödev = çok başarı” varsayımı bilimsel olarak geçersiz.

Türkiye’nin ödev çıkmazı

Türkiye maalesef ilkokulda çok ödev verip lisede az ödev veren nadir ülkelerden biri. TIMSS verilerine göre ilköğretimde dünyada en çok ödev veren ülkeler arasındayız. Hatta bir dönem yapılan ölçümlerde ilk beş ülke arasındaydık. Ancak lise çağında PISA verilerine baktığımızda bu sefer ödev konusunda OECD ortalamasının oldukça altında olduğumuzu görüyorum. Yani erken yaşta çocuklarımızı ödevle boğuyor, ilerleyen yaşlarda ise gelişimlerine katkı sağlayacak ödevleri vermekten kaçınıyoruz. 

Başarıyı artıran ödev, yalnızca pratik veya hazırlık odaklı değil; aynı zamanda uygulama ve yaratıcılık (entegrasyon) içeren ödevdir. Bizdeki ödevlerin büyük çoğunluğu ise ilk iki kategoriye sıkışmış durumda. Bizdeki ödev keşmekeşi sadece sürede değil, verilen ödevlerin türünden de kaynaklanıyor. Yukarıda sıraladığım dört tür içinde bizde en yaygın verilen ödevler tekrara dayalı, en az görülen de yaratıcılığa dayalı ödevler. Halbuki bunun tam tersi olması gerekiyor. Ama bu da geniş sınıflarda, çok öğrencisi olan öğretmenler için gerçekçi bir talep değil zira yaratıcı ödevler, tekrar ödevlerine göre hem değerlendirmesi hem öğrenciye geri dönüş yapılması en çok zaman alan ödevler. 

Yapay zeka çağında ödevlere gerek var mı? 

Şimdiye kadar anlattıklarımı ben 10 yıldır köşe yazılarımda ve kitaplarımda yazıyorum. Yapay zekanın hayatımızı altüst ettiği bu günlerde artık şunu da not etmek zorunda hissediyorum: Artık öğrenciler için “ödev yapmak” ile “ödevi yaptırmak” arasındaki sınır hızla siliniyor. ChatGPT ve diğer yapay zeka araçları öğrenciler adına ödevi yapıyor ve çoğu öğretmenin aradaki farkı görmesi giderek imkânsızlaşıyor. O nedenle ben mesela kendi derslerimde verdiğim ödevlerin ağırlığını iyice azalttım. 

Ancak iyi tasarlanmış ödevlerde yapay zeka bir tehdit değil, öğrenme arkadaşı olabilir. Bu nedenle artık “ödevi yasaklamak” değil, yeniden tanımlamak gerekiyor. Yeni nesil ödevlerin ne olacağını henüz tam bilmiyoruz ama en azından 2025-2026 eğitim yılı için elimizde birkaç ipucu var. İlk olarak ödevlerde artık doğru yanıtı arama saplantısından vazgeçmeliyiz. Yapay zeka çağında ödevin geleceği; yaratıcılığa dayalı, bireysel, deneyim temelli olmak zorunda. Öğrencileri yorum yapmaya, kişisel izlenim aktarmaya, yaptıkları çalışmaları eleştirel bir şekilde değerlendirmeye yönlendirdiğimiz yeni ödev tarzları geliştirmeliyiz. Hatta öğrenciden soruyu önce kendisinin sonra yapay zekanın çözmesini ve ikisi arasındaki farklar üzerine düşünmesini isteyebiliriz. 

Sonuçta, mesele “çok çalışmak” değil, öğrenmek. Ödevin amacı çocuğu yormak değil, dünyaya merakla bakmasını sağlamak. O yüzden okulların daha az ve daha nitelikli ödev vermesini talep etmeli ve çocuklarımıza “Ödevini yaptın mı?” demeden önce “Bugün ne öğrendin?” diye sormalıyız. 


Selçuk Şirin
Selçuk Şirin -Oksijen 247