22 Şubat 2020 Cumartesi

FELSEFİ MASALLAR- Jean-Jacques Rousseau (1712-1778)


rousseau ile ilgili görsel sonucuDüzenbaz Rousseau (1712-1778)
Bertrand Russell’ın abidevi felsefe Tarih’indeki en ilginç ya­zılardan biri Rousseau üzerinedir. Gerçekten de, Russell tam bir Rousseau uzmanı gibi görünüyor. O, Rousseau’nun, “bugün filozof olarak adlandırdığımız” gibi biri olmadığı konusunda ısrar ediyor. Belki bir felsefeci, ama kesinlikle bir filozof değil. Böyle olmasına rağmen, (Russell günah çıkarıyor) Rousseau “felsefe üzerinde güçlü bir etki’ye sahipti ve “bir düşünür olarak onun değeri hakkındaki düşüncemiz ne olursa olsun, toplumsal bir güç olarak onun muazzam önemini kabul etmeliyiz.” Russell’ın çabucak toparladığı gibi, söz konusu etki, doğrudan Hitler’i do­ğuran “sahte-demokratik diktatörlüklerin politik felsefesinin icat edilişidir. Diğer yandan başkalarının Rousseau’yu liberte, egalite vefraternite ile ilişkilendirdiğini düşünün!
Hitler’in en sevdiği filozof kesinlikle Nietzsche idi. 1887 sonba­harında tuttuğu defterlerde, köleliliğin kaldırılmasına ve insanlara “eşit” şeyler olarak muamele edilmesini savunan yeni propa­gandaya feryat etmekle meşgul olan Nietzsche de Rousseaüyla ve onun insan doğasının iyiliği mefhumuyla mücadelesinden söz eder. Nietzsche, bu felsefenin “aristokrat kültüre duyulan nefref’ten doğduğunu bangır bangır ilan eder. Bunun tersine Russell, Rousseau’yusensibiliteile -hissi salt hesaplamanın üzerine yükselten yaşam biçimiyle- ilişkilendirir. Sensibilite Rousseau’yu romantizmin, yani şiirde, sanatta ve hatta felsefede geçerli olan;
kurnazca hesaplamaya karşı muazzam jestleri öven; deyiş yerin­deyse, sakin ama yararlı ineğe karşı kızgın, görkemli ama hakikaten yararsız kaplanı yeğleyen bu hareketin kurucu siması yapar.
                         FELSEFİ MASAL
Ağırbaşlı filozoflar için değilse bile, neyse ki tarihçiler için Rousseau’nun hikâyesi onun İtiraflarında, kendisi tarafından çok iyi anlatılmaktadır. Bu beyan ayrıntılı olarak tam bir kesinlik taşımasa da, en azından (anılarını kaydeden diğer birçok kişinin aksine) ilgi çekicidir. Rousseau itiraflarının gerçekten de en ilginç yönlerinden biri, bir insanın ne kadar kötü olabileceğine dair abartılı açıklamalardır. Onun kötülükleri, Aziz Augustinus’un gündelik yaşamın küçük ayrıntılarında (armut hırsızlığı, arka­daşının ölümüne üzülmek gibi gibi) bin bir zahmetle kötülüğü bulmak için çabaladığı ve kendini buna adadığı tuhaf tarzda değildir; daha çok (yaşayacak bir ev elde etmek için) tiksindirici şekilde bencilce Katolikliğe dönmüş “taklidi” yapması, ailenin hizmetçisini (kendi hırsızlığını gizlemek için) yalan yere suçla­ması ve sadece bir değil (hadi bu tesadüfen olsun), iki değil (bu da ihmalden olsun) tam beş çocuğunu birden sokağa atmasıdır.
Her kötülük eylemini rahat bir şekilde -hatta büyük bir büyülenmeyle- kabul eder. Yalandan din değiştirme (hayatının çeşitli aşamalarında ve her zaman parasal nedenlerle tekrarlanan bir süreç) olayı, amcasının yanında çıraklık yapmaktan kurtulmak için doğduğu yer olan, katı Kalvenizmin merkezi Cenevre’den kaçtığında gerçekleşmişti. Ahmak bir Katolik rahibi bulduğunda -söylenmesi gereken kutsal sözleri telaffuz ettiğini hatırlıyor- “en rezil bir haydutluk işine” ortak oluyormuş gibi hissetti.
Zavallı hizmetçi kıza iftira olayı papazla işini bitirdikten kısa bir süre sonra gerçekleşmişti. Zengin, aristokrak bir hanımın evi Rousseau’nun aklını çelmişti ve Rousseau kadından bir yüzünde şirin, gümüş bir madalyon olan kurdaleyi çalmıştı. Tepkisini, ortaya çıkarılması psikolojik açıdan ilginç olabilecek bir eylem olarak görür. Şöyle yazıyor Rousseau:
Benim için bu zalimlikten daha büyük bir kötülük yoktu ve zavallı kızı suçlamışsam, bu yaptığım çelişkili olsa da, nedeni ona olan sevgimdi.
O zaten hep aklımdaydı ve suçu aklıma ilk gelenin üzerine atmış bu­lundum.
Rousseau hikâyeyi tüm iğrenç ayrıntılarıyla anlatıyor. Ev sahibesi yeni ölmüştü ve o da kimsenin fark etmeyeceğini zannederek güzel bir şeyi araklamıştı. Ancak:
Hizmetçilerin sadakati ve Monsieur ve Madame Lorenzy nin envan­terdeki hiçbir eşyanın eksik olmaması için gösterdikleri uyanıklık sa­yesinde ortaya çıktı; uzun lafın kısası, Matmazel Pontal’a ait olan eski bir pembe ve gümüş kurdele dışında hiçbir şey eksik değildi. Daha değerli pek çok şeye ulaşabilecekken, beni sadece bu kurdele kışkırttı ve bende bu yüzden onu çaldım. Bu güzel ama değersiz şeyi gizlemek için büyük bir özen göstermediğimden durum kısa sürede ortaya çıktı; onlar da derhal bunu nereden aldığımı öğrenmek için ısrar etti­ler; afallamıştım, öylece dondum kaldım ama en sonunda biraz ser­semce Marionın verdiğini söyledim.
Sözlerini, “lezzetli et suyuna çorba” yapmak için mutfakta çalı­şan Maurienne li genç bir kız olan Marion u anlatarak sürdürüyor:
Marion yalnızca hoş değildi, o sadece dağlarda bulunabilecek tazelik ve canlılığa da sahipti, hepsinden öte tavrında tevazu ve sevimlilik vardı, ona sevgi duymamak mümkün değildi; sadece iyi bir kız değil bunun yanı sıra erdemli ve sıkı sıkıya sadakatliydi de ve hepsi onun adını duyduklarında çok şaşırmışlardı. Ama bana da onun kadar gü­veniyorlardı ve hangimizin hırsız olduğunu kanıtlamak için yargılama gerekiyordu. Marion, aralarında Kont de la Raqueün da bulunduğu kalabalık bir topluluğun huzuruna çıkarıldı. Oraya vardığında ona kurdeleyi gösterdiler, ben de küstahça onu suçladım, şaşırmış ve nutku tutulmuş bir şekilde kalakaldı ve bana şeytanı bile devirebilecek ama benim barbar kalbimin direndiği bir bakış attı.
Rousseau, tıpkı Augustinus gibi kendi kötülüğünde debele­niyordu.
En sonunda tüm bunları metanetle reddetti, bana, ama hiç öfkelenme­den, kendime gelmemi ve bana karşı hiçbir yanlışı olmamış masum bir kızı incitmememi öğütledi. Ben şeytani bir yüzsüzlükle, suçlama­larımı onayladım ve onun yüzüne baka baka bana kurdeleyi onun verdiğini söyledim. Bunun üzerine zavallı kız, gözyaşlarına boğularak şunları söyledi -“Ah, Rousseau! Senin iyi bir meşrebin olduğunu sa­nırdım -şimdi beni bedbaht ettin -ama yine de senin durumuna düş­meyeceğim.”
Onun ılımlı mizacı diyor Rousseau, “tahmin edeceğiniz gibi onun incinmesine neden olmuştu, bir tarafta şeytani bir pişkinlik, diğer taraftaysa melek gibi bir içsel yumuşaklık” En son karar olarak, vurdumduymazca; “masumun intikamını vicdan azabı alacak” diyerek ikisini de başlarından def ettiler, beri yandan Rousseau, kızın sonsuza kadar “kişiliğine her açıdan zulmedecek bir töhmet altında” olacağını düşünüyordu. Kız sadece hırsızlıkla suçlanmıyordu, bunun yanında hırsızlığa Rousseau'nun ayartısına kapılması nedeniyle itilmekle ve durum ortaya çıktığında bunu itiraf etmemekle, bu yüz karasıyla da suçlanıyordu.
Onu, bu büyük kötülükle darmadağın ederek içine düşürdüğüm ıstı­raba ve utanca bile aldırmıyorum [diyor Rousseau bencilce], onun yaşında biri için bu şekilde hor görülme ve masumiyetinin ayaklar altına alınması kim bilir nelere yol açacak? Heyhat! Onu üzmenin vicdan azabı dayanılmazken, onu kendimden daha kötü bir hale getir­me düşüncesinin ıstırabını da çekmeliyim. Bu hareketin acımasız ha­tıraları bazen beni çok rahatsız ve huzursuz ediyor, rahatsız uykularımda, sanki bu suçu dün işlemişim gibi zavallı kızın beni azar­ladığını görüyorum.
Elbette bunun dışında Rousseau pek de acı çekmedi. Neyse ki dünya böyle genç, yakışıklı düzenbazlarla arkadaş olmaya hevesli zengin, aristokrat kadınlarla doluydu. Rousseau sonraki on yılını Madam de Savoy’un evinde geçirdi ve zamanla kadının sevgilisi oluverdi hem de kadın ilk (eski) eşiyle hâlâ birlikte yaşarken. Aslında üçü birlikte gayet iyilerdi: Rousseau madama “Maman” diyordu ve kendisinin de yazdığı gibi kadının eski sevgilisinin kıyafetlerinin kendisine miras kalacağı günü iple çekiyordu.
Bazen uyukladığında, düşünde, zavallı kızın yatak odasına girip onu suçladığını görüyordu.
 
1743’te yine aristokratlarla bağlantı kartını oynayarak, Fransa’nın Venedik büyükelçisinin sekreteri olarak ilk defa doğru düzgün bir iş sahibi oldu. İki yıl sonra Paris’te zaman zaman kal­dığı bir otelde hizmetli olan Therese le Vasseur ile tanıştı. Russell, bu kadının neyinin ona çekici geldiğini kimsenin anlamadığını söylüyor ve herkesin onun “çirkin ve cahil” olduğu konusunda hemfikir olduğunu da ekliyor, ancak bunlar Rousseau’dan çok Russell’ın kendi düşünceleri. En azından sevginin rasyonel bir hesaplamanın kurallarına uyması gerekmiyor. Bununla birlikte, Rousseau Russell’ı destekleyecek şekilde, hayat arkadaşına karşı içinde hiçbir zaman aşk ateşinin yanmadığını yazıyordu, her ne kadar ona birkaç kelime yazmayı öğretse de kadın okumayı öğ­renemeyecek kadar aptaldı. Kadının annesi ve ailesi Rousseau’yu basitçe havadan gelen paranın kaynağı olarak kullanıyordu, ni­hayetinde kadın ona sadık da değildi, bilhassa ilerleyen zamanda “seyis yamakları’nın peşinden koşarken. Romantizmin kurucusu için ne de uygun bir ilişki.
Aynı mevzuyla ilgili bir hikâyede James Boswell, Rousseau’nun sevgilisini Fransa’dan İngiltere’ye onun yanma getirmeye gönüllü olduğu zaman, yolculuk boyunca gidecekleri yere varana kadar Therese’i bir değil tam on üç defa baştan çıkarma fırsatı buldu­ğunu anlatıyor. Bu durum bir İngiliz beyefendisini fena halde kusurlu gösteriyor ve belki de Rousseau’nun, Hume’un ona iltica konusundaki yardımına (bkz. “David Hume’un Pek Çok Yüzü”) ilişkin kuşkularında bunun da payı vardır, ancak en azından son­rasında Boswell Therese tarafından uygun bir dille azarlanmıştır; yatakta henüz toy olduğunu söylemişti kadın, gerçi sonrasında ona ders vermeyi teklif etmişti.
Şimdiye kadarkiler önemsizdi. Ancak 38 yaşına geldiğinde, filozoflar bir yana, felsefecilerin standardına göre bile geç bir za­manda Rousseau aniden derin bir iç görü dönemine girdi. Bu hali tahrik eden olay ise Rousseau’nun Dijon Akademisi tarafından “Sanat ve bilimin insanlığa yararı dokundu mu?” konusunda ödüllü bir deneme yazısı için açılan bir ilanı görmesiydi.
Aklına yağan fikirler sağanağı onu allak bullak etti. Rousseau kendi küçük odasında akademiye zehir zemberek şöyle yazdı: Bilim, edebiyat, sanat hepsi “kötüydü. Bunlar temel değil, ahla­kı içten kemiren asittiler. Savaşa, köleliğe ve işgale götüren elde etme kültürüne, tatmin edilmemiş arzular kültürüne katkıda bulundular. Her bilgi dizisi bir günahtan türemiştir; geometri açgözlülükten, fizik kibir ve boş meraktan, astronomi ise batıl inançtan. Bizzat etiğin kökleri de gururdadır.
Bilim insanları, kurtarıcımız olmaları bir yana, dünyayı mah­vediyorlar, ayrıca her türden ilerleme kavramı geçmişin sağlıklı, basit ve dengeli yaşamlarından uzaklaştıkça serpilen bir yanıl­samadır. Bilimler Üzerine Söylev (Discours sur les Sciences et les arts) tüm bunlar yerine, iki bin yıl önce Platon un savunduğu, aslında eski Spartanın “basit yaşam”ı olan bir toplum çeşidini saygıyla selamlar.
Bu deneme, dönemin bayat tartışmalarına yeni bir soluk ge­tirmişti ve daha da şaşırtıcı olansa Rousseau’nun ödülü kazanmasıydı. Ödülü kazanması onu, kimsenin tanımadığı birinden ünlü birine dönüştürdü, denemenin yazarı olarak sunduğu görüşlerine daha uygun düşen yeni davranış kalıpları benimsedi. Kırsal­da sessizce derin düşüncelere dalma sevdalısı ve uzun yürüyüş tutkunu oluverdi, tüm entelektüel bilgiçlikten ve teknolojiden kaçındı. Artık zamanı bilmeye ihtiyacı olmadığını söyleyerek saatini bile sattı.
Eşitsizlik Üzerine (Discours sur ibriğine et les fondements de l’inegalite parmi les hommes) başlıklı, önceki denemenin devamı mahiyetindeki bir eser yazdı, ancak her bir parçası tartışmaya yol açacak olsa da eser ne yazık ki ödülü kazanamadı. Eser insanın doğal olarak iyi olduğunu, ancak onu kötü yapanın kurumlar oldu­ğunu açıklar. Bu görüş, tüm Katolik ve Protestan tonları da dahil olmak üzere, her şeye kadir Kiliseyi gücendireceği tahmin edilen bir görüştür. Burada Rousseau, tıpkı Thomas Hobbes gibi, dev­letin kendi düzenini sadece kendisi üzerinde kurabileceği belirli “doğa yasaları’nı ortaya çıkarmak için farazi bir “doğa durumu” kullanır. Yine Hobbes’ta olduğu gibi o da, insanların sağlık, zekâ, güç vb gibi belirgin farklılıkları kabul edildiğinde dahi esasen eşit olduklarını söyler. Ancak toplumda görülen farklılıklar; yaşam tarzlarımızdaki aşırı dereceden eşitsizlik, bazılarının fazla tem­bel olması ve bazılarının da aşırı çalışması, iştihalarımız ve hisleri­mizin uyarılmasındaki ve doyurulmasındaki kolaylık, zenginlerin -kendilerini kışkırtan ve hazımsızlıkla kavrandıran, en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş- yiyecekleri, fakirlerinse -sıkça mahrum kaldıkla­rı ve bu yüzden fırsatını bulunca oburca yedikleri- kötü yiyecekleri, şu uzun geceler, her türden aşırılık, tutkuların ölçüsüz taşkınlığı, bit­kinlik ve zihinsel yorgunluk, her sınıftan insanın mustarip olduğu haddi hesabı olmayan keder ve kaygı, insan ruhuna her daim işkence eden bu şeyler;-tüm bu şeylerin bir başka kökeni, doğal olmayan bir kökeni vardır. Eşitsizliğin kaynağı özel mülkiyet kurumudur. Ünlü ifa­desiyle şöyle der Rousseau; “bir toprak parçasını çitle çeviren, ‘bu benimdir’ demeyi akıl eden ve kendisine inanacak kadar saf insanları bulan ilk kişi medeni toplumun gerçek kurucusuydu.” Aslında, Marx’ın Komünist Manifesto'nun en önüne koymak üzere ödünç aldığı bir başka unutulmaz söz; “İnsan özgür doğar oysa her yerde zincire vurulmuştur” sözü de Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi (Du contrat social ou Principes du droitpolitique) adlı eserinden geliyor.
En iyisi, der Rousseau, insanların sosyal statüleriyle de ser­vetleriyle de değerlendirilmemesidir; insanlar bunun yerine, hepsinin pay aldığı ilahi kıvılcımla, “doğal insan’ın ebedi ruhuyla değerlendirilmelidir.
Hem Toplum Sözleşmesinde hem de İnsanlar Arasındaki Eşit­sizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine’de, Rousseau insanın doğa durumunda, Hobbes’un tarif ettiği gibi açgözlü veya korkunç olmaktan uzak bir şekilde aslında barışçıl ve hoşnut bir halde, tam bir özgürlük içinde yaşadığını savunuyor. Bu üç öğeli bir özgürlüktür. İlki özgür irade, İkincisi hukuki özgürlük (hiçbir yasa olmadığı için), üçüncüsü ise kişisel özgürlük. Bu sonuncusu en önemlisidir.
Rousseau, ilk insanların hayvanlar gibi yaşadığını söylüyor. Bunun, hiçbir şekilde aşağılayıcı bir anlamda olmadığını, sadece ilk insanların fiziksel ihtiyaçlarını basit bir şekilde karşılamaya çalıştıkları anlamına geldiğini söylüyor. Onların ne konuşmaya, ne kavramlara ve -kesinlikle- ne de mülkiyete ihtiyaçları vardı. Rousseau, hem Hobbes hem de Locke’un tasvirlerinin çoğunun, mülkiyet hakkının icadından önceki doğa durumuna değil, mülk sahipliğinin yürürlükte olduğu bir topluma ait olduğuna dikkat çekiyor. Bunu anladığımızda “bir insanı filozof yapmak için önce onu bir insan yapmak” zorunda değiliz. İnsanlar bir yere yerleşip içinde yaşayacakları barakalar inşa ettiklerinde (onun düşüncesine göre) ilk defa mülkiyet duygusuna sahip olurlar. Hatta cinsel birliktelik, diyor Rousseau pragmatikçe (ayrıca kendi deneyimlerini yansıtırcasına), en azından doğacak çocuklar düşünülürse, deneyimlenir deneyimlenmez unutula­cak şehvetli bir hadise olmanın ötesindedir ve hiçbir temellük iması taşımaz.
Ona göre bu ilkel durum, sonra gelen durumlara göre daha üstündür, oysa Voltaire göre (“dört ayak üstünde yürümek gerektiğinden şikâyet eder) öyle değildir. Rousseau bu değişimi, öz-bilincin gelişmesiyle ve buna bağlı olarak özel mülkiyet arzusuyla açıklıyor. Bu noktada Hobbes un ünlü “herkesin herkesle savaşı” iddiasını kabul eden Rousseau’ya göre toplum, insanların farklı ekonomik çıkarlarına göre birbirlerinden nefret etmesini zorunlu kılar. Ama Hobbes’un toplumsal sözleşme dediği şey, diye itiraz ediyor Rousseau, aslında zenginlerce yapılmış bir fakir aldatma hilesidir. Ama öte yandan zenginler bu durumda kendi yollarından saptıkları ve doğanın ahengiyle bağlantılarını giderek kopardıkları için söz konusu sözleşmenin onlara da hiç mi hiç yararı yoktur. Zenginler böylece, tıpkı kendi altlarına ittikleri fakirler gibi, kendilerine en münasip olan durumun ötesine -hiç de gerekmezken- geçmiş oldular.
Rousseau bunlar yerine, aklın vargısından önce geldikleri söylenebilecek, iki yasa veya ilke önerir. İlki, kendimizi koruma ve kendi iyiliğimize yönelik güçlü ilgi; İkincisi, herhangi bir du­yarlı canlının yok olması ya da acı çekmesine, özellikle de kendi türümüzdense, duyulan doğal nefrettir. Kendi hayatım sorarsanız, ilk ilkenin ne kadar da doğru olduğunu fazlasıyla yansıtır. İkin­cisini örneklerken romantik bir biçimde, sığırların kesimhaneye girerken ki “hazin böğürmelerini ve hayvanların kendi türünden ölmüş bir hayvanın yanından geçerken ki “ürperişlerini hatırla­tıyor Rousseau. Doğal insan bir başka insanı ancak kendi iyiliği için gerekli olduğunda incitebilir.
Rousseau, mağdurlar için endişeleniyormuş gibi yaparak as­lında kendi kazanmalarını korumaya çalışan zenginler tarafından hazırlanan toplum sözleşmesinin alaycı bir portresini çiziyor. Haydi birlik olalım, diyor servet sahipleri, güçsüzleri zulümden korumak, her birimizin sahip olduğu şeyleri güvence altına almak, istisnasız herkesi bağlayan bir adalet ve barış sistemini yaratmak için. Rousseau, medeni hukuktaki bu açıklamanın, başka türde bir evrensel toplum sözleşmesini varsayan filozofların sundu­ğundan daha ikna edici olduğunu düşünüyor, çünkü ona göre, yoksullar sadece tek bir şeye sahip -özgürlüklerine- ve hiçbir şey kazanmadan, gönüllü olarak bu değişim içine girmek mutlak bir aptallık olarak görülebilir. Diğer yandan, zengin için bu oldukça kazançlıdır.
Gerçekte insan toplumu, çıkarların çatışmasıyla orantılı olarak insanların birbirlerinden nefret etmelerine yol açar. İnsanlar aslında diğerlerini sömürmeye ve ezmeye çalışırken, sanki onlara hizmet ediyormuş gibi yaparlar. Cinayetleri, ze­hirlemeleri, yol kesmeleri ve bu suçların cezalarını mülkiyet kurumuna ve dolayısıyla topluma atfetmeliyiz. Bireysel düzeyde durum böyle. Ulusal ölçekteyse, doğa durumunda neredeyse hiç bulunmayan eşitsizlik, “mülkiyet kurumu ve yasalar aracı­lığıyla sabitlenir ve meşrulaştırılır.” Toplum kaçınılmaz olarak, tiranlığa ve herkes de yeni baştan kölelere dönüştüğü zaman döngü tamamlanır, çünkü tüm bireyler bir hiç olduklarında tekrar eşit olurlar. Diğer yandan medeni insan her zaman, daha zahmetli işler arayışıyla, bu daimi arayışla kendine işkence eder, “ölümsüzlüğü elde etmek için yaşamdan vazgeçerek” kendi ölümüne çalışır. Gerçekte medeni toplum, neredeyse tümüyle sızlanan ve birçoğunun kendi yaşamından mahrum bırakıldığı insanlardan meydana gelen bir toplumdur. Mülkiyet sahipliği ve kapitalizmin mantığı budur.
Söz konusu çatışmayla baş etmenin tek bir yolu vardır; ege­menle halkın çıkarı bir ve aynı olmalı, “sivil makinenin tüm hareketleri’nin egemen ve halk için bir ve aynı olan ortak mutlu­luğu teşvik etmesi teminat altına alınmış olmalıdır. Halk egemen olmalıdır.
Böylece Rousseau, felsefede, otoriteye yönelik uzun süredir devam eden felsefi arayıştan “özgürlüğün” belirsizliklerine doğru gerçekleşen radikal bir değişimi işaret eder. 18. yüzyılın sonlarına doğru dünyanın yeni bakış açılarına ihtiyacı vardı, Rousseau nun da, kişisel aristokrat iddialarına rağmen yazılarında değerleri tersine döndürmeyi önerdiği görülür. Pek çok kişi bu yazılar­dan büyülenmiş ve ilham almıştır. Elbette bu görüşler diğer pek çokları tarafından da lanetlenmişti. Dr. Johnson, Rousseau ve destekçileri için, “hakikat onlara artık daha fazla süt vermeyen bir inek, bu yüzden boğayı sağıyorlar” demişti. Voltaire, hususi olarak yazardan eserin bir nüshasını aldıktan sonra, yorumunu soran yazara cevap olarak aceleyle şunları yazdı:
"İnsan ırkına karşı olan yeni kitabınız henüz elime geçti, bunun için size teşekkür ederim. Hepimizi birer aptal gibi göstermek asla bundan daha zekice tasarlanamazdı. Yalnız kitabınızı okumak için dört ayak üzerin­de durmak gerekli. Ancak böyle bir alışkanlığı altmış yıldan daha uzun bir süre önce yitirdiğim için, maalesef kitabı okumaya devam edeme­menin mutsuzluğunu hissediyorum."
1754 yılında, artık ünlü biriyken Rousseau, o zamanlar küçük bağımsız bir devlet ve doğduğu yer olan Cenevre’ye dönmeye ve "vatandaş” olmaya davet edildi. Rousseau bunu memnuniyetle karşıladı ve tekrar Kalvenizm’e döndü. Hem İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine hem de Toplum Sözleş­mesi bu küçük devleti yöneten “Cenevre’nin özgür yurttaşlarına ve Muhteşem, En Onurlu Lordları’na ithaf edilmiştir.
Ancak Cenevre’nin değerbilmez burjuvalarıyla ilişkileri kısa sürede bozulmuştu, bunun nedeni kısmen, neredeyse tüm kül­türel faaliyetlerin tutucu Protestanlıktan dolayı yasak olmasına rağmen orada yaşayan Voltaire’di. Voltaire, oyunlarının sahne­lenmesine yönelik yasağı kaldırtmaya çalıştığında Rousseau (ki Paris’te yaşadığı dönem, kendisi de oldukça takdir edilen bir operayı, Le Devin du village\ yazmasına rağmen) tiyatronun doğaya ve erdeme aykırı olduğu hükmünü bildirmek için şehre geldi. E bugün sana yarın bana. Zira aynı şekilde, kamu ahlakını yozlaştırmakla suçlanan Toplum Sözleşmesi, Rousseau’nun eğitim hakkındaki idealist eseri Emile ile birlikte 1762 yılında Cenevre Şehir Meydanında alenen yakıldı.
Rousseau’nun ölümü, muhalifi Voltaire ile aynı yılda, 1778’de, muhtemelen kendi elinden oldu ve Rousseau ölürken kesinlikle üzgün ve yalnız bir durumdaydı. Goethe’nin söylediği gibi: Voltaire ile bir çağ sona erdi ve Rousseau ile yeni bir çağ başlıyor.

Kaynak: Felsefi Masallar, Martin Kohen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2018.

1 yorum:

  1. As claimed by Stanford Medical, It is really the one and ONLY reason this country's women live 10 years more and weigh on average 19 KG less than we do.

    (And actually, it has absolutely NOTHING to do with genetics or some hard exercise and absolutely EVERYTHING about "how" they eat.)

    P.S, I said "HOW", not "WHAT"...

    Click on this link to discover if this easy test can help you discover your true weight loss possibilities

    YanıtlaSil