Düzenbaz
Rousseau (1712-1778)
Bertrand Russell’ın abidevi felsefe Tarih’indeki en ilginç yazılardan biri
Rousseau üzerinedir. Gerçekten de, Russell tam bir Rousseau uzmanı gibi
görünüyor. O, Rousseau’nun, “bugün filozof
olarak adlandırdığımız” gibi biri olmadığı konusunda ısrar ediyor. Belki bir felsefeci, ama kesinlikle bir filozof
değil. Böyle olmasına rağmen, (Russell günah çıkarıyor) Rousseau “felsefe
üzerinde güçlü bir etki’ye sahipti ve “bir düşünür olarak onun değeri hakkındaki
düşüncemiz ne olursa olsun, toplumsal bir güç olarak onun muazzam önemini kabul
etmeliyiz.” Russell’ın çabucak toparladığı gibi, söz konusu etki, doğrudan
Hitler’i doğuran “sahte-demokratik diktatörlüklerin politik felsefesinin icat
edilişidir. Diğer yandan başkalarının Rousseau’yu liberte,
egalite vefraternite ile ilişkilendirdiğini düşünün!
Hitler’in en sevdiği filozof kesinlikle Nietzsche idi. 1887
sonbaharında tuttuğu defterlerde, köleliliğin kaldırılmasına ve insanlara
“eşit” şeyler olarak muamele edilmesini savunan yeni propagandaya feryat
etmekle meşgul olan Nietzsche de Rousseaüyla ve onun insan doğasının iyiliği
mefhumuyla mücadelesinden söz eder. Nietzsche, bu felsefenin “aristokrat
kültüre duyulan nefref’ten doğduğunu bangır bangır ilan eder. Bunun tersine
Russell, Rousseau’yusensibiliteile
-hissi salt hesaplamanın üzerine yükselten yaşam biçimiyle- ilişkilendirir. Sensibilite Rousseau’yu romantizmin,
yani şiirde, sanatta ve hatta felsefede geçerli olan;
kurnazca
hesaplamaya karşı muazzam jestleri öven; deyiş yerindeyse, sakin ama yararlı
ineğe karşı kızgın, görkemli ama hakikaten yararsız kaplanı yeğleyen bu
hareketin kurucu siması yapar.
FELSEFİ MASAL
Ağırbaşlı
filozoflar için değilse bile, neyse ki tarihçiler için Rousseau’nun hikâyesi
onun İtiraflarında, kendisi
tarafından çok iyi anlatılmaktadır. Bu beyan ayrıntılı olarak tam bir kesinlik
taşımasa da, en azından (anılarını kaydeden diğer birçok kişinin aksine) ilgi
çekicidir. Rousseau itiraflarının gerçekten de en ilginç yönlerinden biri, bir
insanın ne kadar kötü olabileceğine dair abartılı açıklamalardır. Onun
kötülükleri, Aziz Augustinus’un gündelik yaşamın küçük ayrıntılarında (armut
hırsızlığı, arkadaşının ölümüne üzülmek gibi gibi) bin bir zahmetle kötülüğü
bulmak için çabaladığı ve kendini buna adadığı tuhaf tarzda değildir; daha çok
(yaşayacak bir ev elde etmek için) tiksindirici şekilde bencilce Katolikliğe
dönmüş “taklidi” yapması, ailenin hizmetçisini (kendi hırsızlığını gizlemek
için) yalan yere suçlaması ve sadece bir değil (hadi bu tesadüfen olsun), iki
değil (bu da ihmalden olsun) tam beş çocuğunu birden sokağa atmasıdır.
Her kötülük eylemini rahat bir şekilde -hatta büyük bir büyülenmeyle-
kabul eder. Yalandan din değiştirme (hayatının çeşitli aşamalarında ve her
zaman parasal nedenlerle tekrarlanan bir süreç) olayı, amcasının yanında
çıraklık yapmaktan kurtulmak için doğduğu yer olan, katı Kalvenizmin merkezi
Cenevre’den kaçtığında gerçekleşmişti. Ahmak bir Katolik rahibi bulduğunda
-söylenmesi gereken kutsal sözleri telaffuz ettiğini hatırlıyor- “en rezil bir
haydutluk işine” ortak oluyormuş gibi hissetti.
Zavallı hizmetçi kıza iftira olayı papazla işini bitirdikten
kısa bir süre sonra gerçekleşmişti. Zengin, aristokrak bir hanımın evi
Rousseau’nun aklını çelmişti ve Rousseau kadından bir yüzünde şirin, gümüş bir
madalyon olan kurdaleyi çalmıştı. Tepkisini, ortaya çıkarılması psikolojik
açıdan ilginç olabilecek bir eylem olarak görür. Şöyle yazıyor Rousseau:
Benim için bu zalimlikten daha büyük
bir kötülük yoktu ve zavallı kızı suçlamışsam, bu yaptığım çelişkili olsa da,
nedeni ona olan sevgimdi.
O zaten hep aklımdaydı ve suçu aklıma
ilk gelenin üzerine atmış bulundum.
Rousseau hikâyeyi tüm iğrenç ayrıntılarıyla anlatıyor. Ev sahibesi yeni ölmüştü ve o da kimsenin fark etmeyeceğini zannederek güzel bir
şeyi araklamıştı. Ancak:
Hizmetçilerin sadakati ve Monsieur ve
Madame Lorenzy nin envanterdeki hiçbir eşyanın eksik olmaması için
gösterdikleri uyanıklık sayesinde ortaya çıktı; uzun lafın kısası, Matmazel
Pontal’a ait olan eski bir pembe ve gümüş kurdele dışında hiçbir şey eksik
değildi. Daha değerli pek çok şeye ulaşabilecekken, beni sadece bu kurdele
kışkırttı ve bende bu yüzden onu çaldım. Bu güzel ama değersiz şeyi gizlemek
için büyük bir özen göstermediğimden durum kısa sürede ortaya çıktı; onlar da
derhal bunu nereden aldığımı öğrenmek için ısrar ettiler; afallamıştım, öylece
dondum kaldım ama en sonunda biraz sersemce Marionın verdiğini söyledim.
Sözlerini, “lezzetli et suyuna çorba” yapmak için mutfakta
çalışan Maurienne li genç bir kız olan Marion u anlatarak sürdürüyor:
Marion yalnızca hoş değildi, o sadece
dağlarda bulunabilecek tazelik ve canlılığa da sahipti, hepsinden öte tavrında
tevazu ve sevimlilik vardı, ona sevgi duymamak mümkün değildi; sadece iyi bir
kız değil bunun yanı sıra erdemli ve sıkı sıkıya sadakatliydi de ve hepsi onun
adını duyduklarında çok şaşırmışlardı. Ama bana da onun kadar güveniyorlardı
ve hangimizin hırsız olduğunu kanıtlamak için yargılama gerekiyordu. Marion,
aralarında Kont de la Raqueün da bulunduğu kalabalık bir topluluğun huzuruna
çıkarıldı. Oraya vardığında ona kurdeleyi gösterdiler, ben de küstahça onu
suçladım, şaşırmış ve nutku tutulmuş bir şekilde kalakaldı ve bana şeytanı bile
devirebilecek ama benim barbar kalbimin direndiği bir bakış attı.
Rousseau, tıpkı Augustinus gibi kendi kötülüğünde debeleniyordu.
En sonunda tüm bunları metanetle
reddetti, bana, ama hiç öfkelenmeden, kendime gelmemi ve bana karşı hiçbir
yanlışı olmamış masum bir kızı incitmememi öğütledi. Ben şeytani bir
yüzsüzlükle, suçlamalarımı onayladım ve onun yüzüne baka baka bana kurdeleyi
onun verdiğini söyledim. Bunun üzerine zavallı kız, gözyaşlarına boğularak
şunları söyledi -“Ah, Rousseau! Senin iyi bir meşrebin olduğunu sanırdım
-şimdi beni bedbaht ettin -ama yine de senin durumuna düşmeyeceğim.”
Onun ılımlı mizacı diyor Rousseau, “tahmin edeceğiniz gibi
onun incinmesine neden olmuştu, bir tarafta şeytani bir pişkinlik, diğer
taraftaysa melek gibi bir içsel yumuşaklık” En son karar olarak,
vurdumduymazca; “masumun intikamını vicdan azabı alacak” diyerek ikisini de
başlarından def ettiler, beri yandan Rousseau, kızın sonsuza kadar “kişiliğine
her açıdan zulmedecek bir töhmet altında” olacağını düşünüyordu. Kız sadece
hırsızlıkla suçlanmıyordu, bunun yanında hırsızlığa Rousseau'nun ayartısına
kapılması nedeniyle itilmekle ve durum ortaya çıktığında bunu itiraf etmemekle,
bu yüz karasıyla da suçlanıyordu.
Onu, bu büyük kötülükle darmadağın
ederek içine düşürdüğüm ıstıraba ve utanca bile aldırmıyorum [diyor Rousseau
bencilce], onun yaşında biri için bu şekilde hor görülme ve masumiyetinin
ayaklar altına alınması kim bilir nelere yol açacak? Heyhat! Onu üzmenin vicdan
azabı dayanılmazken, onu kendimden daha kötü bir hale getirme düşüncesinin
ıstırabını da çekmeliyim. Bu hareketin acımasız hatıraları bazen beni çok
rahatsız ve huzursuz ediyor, rahatsız uykularımda, sanki bu suçu dün işlemişim
gibi zavallı kızın beni azarladığını görüyorum.
Elbette bunun dışında Rousseau pek de acı çekmedi. Neyse ki
dünya böyle genç, yakışıklı düzenbazlarla arkadaş olmaya hevesli zengin,
aristokrat kadınlarla doluydu. Rousseau sonraki on yılını Madam de Savoy’un
evinde geçirdi ve zamanla kadının sevgilisi oluverdi hem de kadın ilk (eski)
eşiyle hâlâ birlikte yaşarken. Aslında üçü birlikte gayet iyilerdi: Rousseau
madama “Maman” diyordu ve kendisinin de yazdığı gibi kadının eski sevgilisinin
kıyafetlerinin kendisine miras kalacağı günü iple çekiyordu.
1743’te yine aristokratlarla bağlantı kartını oynayarak,
Fransa’nın Venedik büyükelçisinin sekreteri olarak ilk defa doğru düzgün bir iş
sahibi oldu. İki yıl sonra Paris’te zaman zaman kaldığı bir otelde hizmetli
olan Therese le Vasseur ile tanıştı. Russell, bu kadının neyinin ona çekici
geldiğini kimsenin anlamadığını söylüyor ve herkesin onun “çirkin ve cahil”
olduğu konusunda hemfikir olduğunu da ekliyor, ancak bunlar Rousseau’dan çok
Russell’ın kendi düşünceleri. En azından sevginin rasyonel bir hesaplamanın
kurallarına uyması gerekmiyor. Bununla birlikte, Rousseau Russell’ı
destekleyecek şekilde, hayat arkadaşına karşı içinde hiçbir zaman aşk ateşinin
yanmadığını yazıyordu, her ne kadar ona birkaç kelime yazmayı öğretse de kadın
okumayı öğrenemeyecek kadar aptaldı. Kadının annesi ve ailesi Rousseau’yu
basitçe havadan gelen paranın kaynağı olarak kullanıyordu, nihayetinde kadın
ona sadık da değildi, bilhassa ilerleyen zamanda “seyis yamakları’nın peşinden
koşarken. Romantizmin kurucusu için ne de uygun bir ilişki.
Aynı mevzuyla ilgili bir hikâyede James Boswell, Rousseau’nun
sevgilisini Fransa’dan İngiltere’ye onun yanma getirmeye gönüllü olduğu zaman, yolculuk boyunca gidecekleri yere varana
kadar Therese’i bir değil tam on üç defa baştan çıkarma fırsatı bulduğunu
anlatıyor. Bu durum bir İngiliz beyefendisini fena halde kusurlu gösteriyor ve belki de Rousseau’nun, Hume’un ona iltica
konusundaki yardımına (bkz. “David Hume’un Pek Çok Yüzü”) ilişkin kuşkularında
bunun da payı vardır, ancak en azından sonrasında Boswell Therese tarafından
uygun bir dille azarlanmıştır; yatakta henüz toy olduğunu söylemişti kadın,
gerçi sonrasında ona ders vermeyi teklif etmişti.
Şimdiye kadarkiler önemsizdi. Ancak 38 yaşına geldiğinde,
filozoflar bir yana, felsefecilerin
standardına göre bile geç bir zamanda Rousseau aniden derin bir iç görü
dönemine girdi. Bu hali tahrik eden olay ise Rousseau’nun Dijon Akademisi
tarafından “Sanat ve bilimin insanlığa yararı dokundu mu?” konusunda ödüllü bir
deneme yazısı için açılan bir ilanı görmesiydi.
Aklına yağan fikirler sağanağı onu allak bullak etti.
Rousseau kendi küçük odasında akademiye zehir zemberek şöyle yazdı: Bilim,
edebiyat, sanat hepsi “kötüydü. Bunlar temel değil, ahlakı içten kemiren
asittiler. Savaşa, köleliğe ve işgale götüren elde etme kültürüne, tatmin
edilmemiş arzular kültürüne katkıda bulundular. Her bilgi dizisi bir günahtan
türemiştir; geometri açgözlülükten, fizik kibir ve boş meraktan, astronomi ise
batıl inançtan. Bizzat etiğin kökleri de gururdadır.
Bilim insanları, kurtarıcımız olmaları bir yana, dünyayı mahvediyorlar,
ayrıca her türden ilerleme kavramı geçmişin sağlıklı, basit ve dengeli
yaşamlarından uzaklaştıkça serpilen bir yanılsamadır. Bilimler Üzerine Söylev (Discours
sur les Sciences et les arts) tüm bunlar yerine, iki bin yıl önce
Platon un savunduğu, aslında eski Spartanın “basit yaşam”ı olan bir toplum
çeşidini saygıyla selamlar.
Bu deneme, dönemin bayat tartışmalarına yeni bir soluk getirmişti
ve daha da şaşırtıcı olansa Rousseau’nun ödülü kazanmasıydı. Ödülü kazanması
onu, kimsenin tanımadığı birinden ünlü birine dönüştürdü, denemenin yazarı
olarak sunduğu görüşlerine daha uygun düşen yeni davranış kalıpları benimsedi.
Kırsalda sessizce derin düşüncelere dalma sevdalısı ve uzun yürüyüş tutkunu oluverdi,
tüm entelektüel bilgiçlikten ve teknolojiden kaçındı. Artık zamanı bilmeye
ihtiyacı olmadığını söyleyerek saatini bile sattı.
Eşitsizlik Üzerine (Discours
sur ibriğine et les fondements de l’inegalite parmi les hommes)
başlıklı, önceki denemenin devamı mahiyetindeki bir eser yazdı, ancak her bir
parçası tartışmaya yol açacak olsa da eser ne yazık ki ödülü kazanamadı. Eser insanın doğal olarak iyi olduğunu, ancak onu kötü
yapanın kurumlar olduğunu açıklar. Bu görüş, tüm Katolik ve
Protestan tonları da dahil olmak üzere, her şeye kadir Kiliseyi gücendireceği
tahmin edilen bir görüştür. Burada Rousseau, tıpkı Thomas Hobbes gibi, devletin
kendi düzenini sadece kendisi üzerinde kurabileceği belirli “doğa yasaları’nı
ortaya çıkarmak için farazi bir “doğa durumu” kullanır. Yine Hobbes’ta olduğu
gibi o da, insanların sağlık, zekâ, güç vb gibi belirgin farklılıkları kabul
edildiğinde dahi esasen eşit olduklarını söyler. Ancak toplumda görülen
farklılıklar; yaşam tarzlarımızdaki aşırı dereceden
eşitsizlik, bazılarının fazla tembel olması ve bazılarının da aşırı çalışması,
iştihalarımız ve hislerimizin uyarılmasındaki ve doyurulmasındaki kolaylık,
zenginlerin -kendilerini kışkırtan ve hazımsızlıkla kavrandıran, en ince
ayrıntısına kadar düşünülmüş- yiyecekleri, fakirlerinse -sıkça mahrum kaldıkları
ve bu yüzden fırsatını bulunca oburca yedikleri- kötü yiyecekleri, şu uzun
geceler, her türden aşırılık, tutkuların ölçüsüz taşkınlığı, bitkinlik ve
zihinsel yorgunluk, her sınıftan insanın mustarip olduğu haddi hesabı olmayan
keder ve kaygı, insan ruhuna her daim işkence eden bu şeyler;-tüm bu şeylerin
bir başka kökeni, doğal olmayan bir kökeni vardır. Eşitsizliğin kaynağı özel
mülkiyet kurumudur. Ünlü ifadesiyle şöyle der Rousseau; “bir toprak parçasını
çitle çeviren, ‘bu benimdir’ demeyi akıl eden ve kendisine inanacak kadar saf
insanları bulan ilk kişi medeni toplumun gerçek kurucusuydu.” Aslında, Marx’ın Komünist Manifesto'nun en önüne koymak
üzere ödünç aldığı bir başka unutulmaz söz; “İnsan özgür doğar oysa her yerde
zincire vurulmuştur” sözü de Rousseau’nun Toplum
Sözleşmesi (Du contrat social ou
Principes du droitpolitique) adlı eserinden geliyor.
En iyisi, der Rousseau, insanların sosyal statüleriyle de servetleriyle
de değerlendirilmemesidir; insanlar bunun yerine, hepsinin pay aldığı ilahi
kıvılcımla, “doğal insan’ın ebedi ruhuyla değerlendirilmelidir.
Hem Toplum Sözleşmesinde
hem de İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin
Kaynağı ve Temelleri Üzerine’de, Rousseau insanın doğa durumunda,
Hobbes’un tarif ettiği gibi açgözlü veya korkunç olmaktan uzak bir şekilde
aslında barışçıl ve hoşnut bir halde, tam bir özgürlük içinde yaşadığını
savunuyor. Bu üç öğeli bir özgürlüktür. İlki özgür irade, İkincisi hukuki
özgürlük (hiçbir yasa olmadığı için), üçüncüsü ise kişisel özgürlük. Bu
sonuncusu en önemlisidir.
Rousseau, ilk insanların hayvanlar gibi yaşadığını söylüyor.
Bunun, hiçbir şekilde aşağılayıcı bir anlamda olmadığını, sadece ilk insanların
fiziksel ihtiyaçlarını basit bir şekilde karşılamaya çalıştıkları anlamına
geldiğini söylüyor. Onların ne konuşmaya, ne kavramlara ve -kesinlikle- ne de
mülkiyete ihtiyaçları vardı. Rousseau, hem Hobbes hem de Locke’un tasvirlerinin
çoğunun, mülkiyet hakkının icadından önceki doğa durumuna değil, mülk
sahipliğinin yürürlükte olduğu bir topluma ait olduğuna dikkat çekiyor. Bunu
anladığımızda “bir insanı filozof yapmak için önce onu bir insan yapmak”
zorunda değiliz. İnsanlar bir yere yerleşip içinde yaşayacakları barakalar inşa
ettiklerinde (onun düşüncesine göre) ilk defa mülkiyet duygusuna sahip olurlar.
Hatta cinsel birliktelik, diyor Rousseau pragmatikçe (ayrıca kendi
deneyimlerini yansıtırcasına), en azından doğacak çocuklar düşünülürse,
deneyimlenir deneyimlenmez unutulacak şehvetli bir hadise olmanın ötesindedir
ve hiçbir temellük iması taşımaz.
Ona göre bu ilkel durum, sonra gelen durumlara göre daha
üstündür, oysa Voltaire göre (“dört ayak üstünde yürümek gerektiğinden şikâyet
eder) öyle değildir. Rousseau bu değişimi, öz-bilincin gelişmesiyle ve buna
bağlı olarak özel mülkiyet arzusuyla açıklıyor. Bu noktada Hobbes un ünlü
“herkesin herkesle savaşı” iddiasını kabul eden Rousseau’ya göre toplum,
insanların farklı ekonomik çıkarlarına göre birbirlerinden nefret etmesini
zorunlu kılar. Ama Hobbes’un toplumsal sözleşme dediği şey, diye itiraz ediyor
Rousseau, aslında zenginlerce yapılmış bir fakir aldatma hilesidir. Ama öte
yandan zenginler bu durumda kendi yollarından saptıkları ve doğanın ahengiyle
bağlantılarını giderek kopardıkları için söz konusu sözleşmenin onlara da hiç
mi hiç yararı yoktur. Zenginler böylece, tıpkı kendi altlarına ittikleri
fakirler gibi, kendilerine en münasip olan durumun ötesine -hiç de gerekmezken-
geçmiş oldular.
Rousseau bunlar yerine, aklın vargısından önce geldikleri
söylenebilecek, iki yasa veya ilke önerir. İlki, kendimizi koruma ve kendi
iyiliğimize yönelik güçlü ilgi; İkincisi, herhangi bir duyarlı canlının yok
olması ya da acı çekmesine, özellikle de kendi türümüzdense, duyulan doğal
nefrettir. Kendi hayatım sorarsanız, ilk ilkenin ne kadar da doğru olduğunu
fazlasıyla yansıtır. İkincisini örneklerken romantik bir biçimde, sığırların
kesimhaneye girerken ki “hazin böğürmelerini ve hayvanların kendi türünden
ölmüş bir hayvanın yanından geçerken ki “ürperişlerini hatırlatıyor Rousseau.
Doğal insan bir başka insanı ancak kendi iyiliği için gerekli olduğunda
incitebilir.
Rousseau, mağdurlar için endişeleniyormuş gibi yaparak aslında
kendi kazanmalarını korumaya çalışan zenginler tarafından hazırlanan toplum
sözleşmesinin alaycı bir portresini çiziyor. Haydi birlik olalım, diyor servet
sahipleri, güçsüzleri zulümden korumak, her birimizin sahip olduğu şeyleri
güvence altına almak, istisnasız herkesi bağlayan bir adalet ve barış sistemini
yaratmak için. Rousseau, medeni hukuktaki bu açıklamanın, başka türde bir
evrensel toplum sözleşmesini varsayan filozofların sunduğundan daha ikna edici
olduğunu düşünüyor, çünkü ona göre, yoksullar sadece tek bir şeye sahip
-özgürlüklerine- ve hiçbir şey kazanmadan, gönüllü olarak bu değişim içine
girmek mutlak bir aptallık olarak görülebilir. Diğer yandan, zengin için bu
oldukça kazançlıdır.
Gerçekte insan toplumu, çıkarların çatışmasıyla orantılı
olarak insanların birbirlerinden nefret etmelerine yol açar. İnsanlar aslında
diğerlerini sömürmeye ve ezmeye çalışırken, sanki onlara hizmet ediyormuş gibi
yaparlar. Cinayetleri, zehirlemeleri, yol kesmeleri ve bu suçların cezalarını
mülkiyet kurumuna ve dolayısıyla topluma atfetmeliyiz. Bireysel düzeyde durum
böyle. Ulusal ölçekteyse, doğa durumunda neredeyse hiç bulunmayan eşitsizlik,
“mülkiyet kurumu ve yasalar aracılığıyla sabitlenir ve meşrulaştırılır.”
Toplum kaçınılmaz olarak, tiranlığa ve herkes de yeni baştan kölelere dönüştüğü
zaman döngü tamamlanır, çünkü tüm bireyler bir hiç olduklarında tekrar eşit
olurlar. Diğer yandan medeni insan her zaman, daha zahmetli işler arayışıyla,
bu daimi arayışla kendine işkence eder, “ölümsüzlüğü elde etmek için yaşamdan
vazgeçerek” kendi ölümüne çalışır. Gerçekte medeni toplum, neredeyse tümüyle
sızlanan ve birçoğunun kendi yaşamından mahrum bırakıldığı insanlardan meydana
gelen bir toplumdur. Mülkiyet sahipliği ve kapitalizmin mantığı budur.
Söz konusu çatışmayla baş etmenin tek bir yolu vardır; egemenle
halkın çıkarı bir ve aynı olmalı, “sivil makinenin tüm hareketleri’nin egemen
ve halk için bir ve aynı olan ortak mutluluğu teşvik etmesi teminat altına
alınmış olmalıdır. Halk egemen olmalıdır.
Böylece Rousseau, felsefede, otoriteye yönelik uzun süredir
devam eden felsefi arayıştan “özgürlüğün” belirsizliklerine doğru gerçekleşen
radikal bir değişimi işaret eder. 18. yüzyılın sonlarına doğru dünyanın yeni
bakış açılarına ihtiyacı vardı, Rousseau nun da, kişisel aristokrat iddialarına
rağmen yazılarında değerleri tersine döndürmeyi önerdiği görülür. Pek çok kişi
bu yazılardan büyülenmiş ve ilham almıştır. Elbette bu görüşler diğer pek
çokları tarafından da lanetlenmişti. Dr. Johnson, Rousseau ve destekçileri
için, “hakikat onlara artık daha fazla süt vermeyen bir inek, bu yüzden boğayı
sağıyorlar” demişti. Voltaire, hususi olarak yazardan eserin bir nüshasını
aldıktan sonra, yorumunu soran yazara cevap olarak aceleyle şunları yazdı:
"İnsan ırkına karşı olan yeni kitabınız henüz elime geçti, bunun için size teşekkür ederim. Hepimizi birer aptal gibi göstermek asla bundan daha zekice tasarlanamazdı. Yalnız kitabınızı okumak için dört ayak üzerinde durmak gerekli. Ancak böyle bir alışkanlığı altmış yıldan daha uzun bir süre önce yitirdiğim için, maalesef kitabı okumaya devam edememenin mutsuzluğunu hissediyorum."
1754 yılında, artık ünlü biriyken Rousseau, o zamanlar küçük
bağımsız bir devlet ve doğduğu yer olan Cenevre’ye dönmeye ve "vatandaş”
olmaya davet edildi. Rousseau bunu memnuniyetle karşıladı ve tekrar Kalvenizm’e
döndü. Hem İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin
Kaynağı ve Temelleri Üzerine hem de Toplum
Sözleşmesi bu küçük devleti yöneten “Cenevre’nin özgür
yurttaşlarına ve Muhteşem, En Onurlu Lordları’na ithaf edilmiştir.
Ancak Cenevre’nin değerbilmez burjuvalarıyla ilişkileri kısa
sürede bozulmuştu, bunun nedeni kısmen, neredeyse tüm kültürel faaliyetlerin
tutucu Protestanlıktan dolayı yasak olmasına rağmen orada yaşayan Voltaire’di.
Voltaire, oyunlarının sahnelenmesine yönelik yasağı kaldırtmaya çalıştığında
Rousseau (ki Paris’te yaşadığı dönem, kendisi de oldukça takdir edilen bir
operayı, Le Devin du village\
yazmasına rağmen) tiyatronun doğaya ve erdeme aykırı olduğu hükmünü bildirmek
için şehre geldi. E bugün sana yarın bana. Zira aynı şekilde, kamu ahlakını
yozlaştırmakla suçlanan Toplum Sözleşmesi,
Rousseau’nun eğitim hakkındaki idealist eseri Emile
ile birlikte 1762 yılında Cenevre Şehir Meydanında alenen yakıldı.
Rousseau’nun ölümü, muhalifi Voltaire ile aynı yılda,
1778’de, muhtemelen kendi elinden oldu ve Rousseau ölürken kesinlikle üzgün ve
yalnız bir durumdaydı. Goethe’nin söylediği gibi: Voltaire ile bir çağ sona
erdi ve Rousseau ile yeni bir çağ başlıyor.
Kaynak: Felsefi Masallar, Martin Kohen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2018.
As claimed by Stanford Medical, It is really the one and ONLY reason this country's women live 10 years more and weigh on average 19 KG less than we do.
YanıtlaSil(And actually, it has absolutely NOTHING to do with genetics or some hard exercise and absolutely EVERYTHING about "how" they eat.)
P.S, I said "HOW", not "WHAT"...
Click on this link to discover if this easy test can help you discover your true weight loss possibilities