25 Mayıs 2019 Cumartesi

FELSEFİ SORUNLAR-TANRI VAR MI?


TANRI VAR MI?
Tanrıya inanmak ne kadar mantıklı? Etrafımızdaki dünyanın zen­ginliği -düzenin, hayatın ve kendimizin varlığı- evrenin doğaüstü bir tasarımcısı olduğunu varsaymadan gerçekten açıklanabilir mi? Yoksa Darvin’in doğal seçilim teorisi Tanrı’yı gereksiz mi kılıyor? Dünyada acı ve ıstırap olması Tanrının olmadığını mı gösterir? Yoksa bu ıstırabın sevgili Tanrı’nın varlığı ile uyumlu olduğunu mu gösteriyor?
Tanrı’ya İnancı Doğrulamak
Milyonlarca insan Tanrıya inanıyor. Bazıları inancın bir iman meselesi olduğunu söylüyor, İmana bu bölümün sonuna doğru daha yakından bakacağını, Tanrı’ya olan inancın doğrulanıp doğrulanamayacağı ile başlayacağım. Bölümün ilk kısmında Tanrı'nın varlığına dair en ünlü görüşlere bakacağım: Tasarını delili.
Tasarını Delili (Teleolojik Delil)
Boş bir plajda yürürken kumların üzerinde duran bir saat keşfediyor­sunuz. Saat buraya nasıl geldi? Elbette bu saatin bir tiir tasarımcının yardımı olmaksızın var olmuş olması oldukça olasılık dışı. Saatler spontane biçimde kendilerini bir araya getiremezler, değil mi? Aslında bu saatin açıkça bir amacı vardır: Zamanı göstermek, öyleyse böyle karmaşık ve ustaca bir nesneyi yaratacak yeterli zekâ ve güce sahip bir tasarımcının varlığını varsaymakta haklıyım.
Şimdi insan gözünü düşünün. Göz de oldukça karmaşık bir nesnedir, aslında herhangi bir saatten çok daha karmaşıktır. Göz­lerin de bir amacı vardır; sahiplerinin görmesini sağlarlar. İnsan gözleri bu amaca dikkate değer biçimde iyi uyar. O halde insan gözünün de bir tasarımcısı olması muhtemel değil mi? Sadece böyle bir nesnenin tasarımı ve üretimi bizim çok üstümüzde olduğu için gözün tasarımcısı bizden çok daha zeki ve güçlü olmalı. Bu nedenle tasarımcı Tanrı olmalı.
Buna hisarım görüşü diyorum (tasanın delili veya teleolojik delil olarak da bilinir, antik Yunan sözcüğü telos “son” veya "amaç” anla­mına gelir). Görüş başlangıç noktasını doğanın son derece karmaşık olduğu ve gerçekten bir fonksiyon ve amaç işaretleri gösterdiği gözle­mine dayandırır. Görüş sonra bir analoji ile devam eder: Saatin zeki bir tasarımcısı olduğunu varsaymak mantıklı ise o halde analoji ile gözün de bir tasarımcısı olduğuna inanmak mantıklıdır.
Tasarım görüşü kesin değildir elbette. Taraftarları gözün bir tasarımcının yardımı olmaksızın sadece şans ile meydana gelmiş olabileceğini kabul edebilirler. Onların söylemek istediği bunun ol­dukça ihtimal dışı olduğudur. Zeki ve güçlü varlığın dâhil olmasından çok daha tartışmalıdır. Bu yüzden gözün var oluşu'bize Tanrı’ya inanmak için oldukça sağla/n nedenler verir.
Tasanın görüşü sürekli popülerdir. Saat ve göz arasındaki kıyası ortaya koyan William Paley (1743-1805) belki de bu görüşün eıı ünlü taraftarıdır, Bugün bile birçokları dinin inançlarını bunun bir türü ile doğrular. Ancak görüşün devam eden popülerliğine rağmen oldukça kötü sorunları var.
Doğal Seçilim
Belki de Paley’nin görüşü ile ilgili en önemli sorun göz gibi nesnelerin herhangi bir tasarımcının yardımı olmaksızın nasıl oluşabileceğine dair bir teorimizin olmasıdır. Bu teori doğal seçilimdir.
Yaşayan organizmaların hücrelerinde o türde organizmalar inşa etmek için bir tür plan oluşturan DNA adında bir molekül dizilimi vardır. Organizmalar çoğaldıklarında bu DNA kopyalanır ve yeni organizmalara geçer. Ancak rastlantısal olaylarla DNA diziliminde küçük değişiklikler olabilir. Bu nedenle yeni organizma ebeveyn­lerinden (çok az da olsa) farklı olabilir. Bu değişimlere mutasyon denir. Yeni organizmanın içinde bulunduğu çevreye bağlı olarak bu mutasyonlar hayatta kalma ve üreme şansını artırır veya azaltır.
Örneğin hafif, daha uzun boyunlu bir canlının yüksek ağaçlar­dan beslenme şansı artar. Daha parlak renkte tüyleri olan bir canlı avcılara daha kolay yem olabilir. Avantajlı mutasyonların gelecek nesillere geçme şansı daha yüksektir. Dezavantajlı mutasyonların diğer nesle kalması daha zordur. Mutasyonlar yüzler, binler ve hatta milyonlarca nesilde tekrarlandıkça bir tür sonunda evrim geçirir ve çevresine uyum sağlar. Aslında doğal seçilim işlemi sonunda tama­men yeni türler ortaya çıkabilir.
Doğal seçilim kolayca insan gözünün nasıl oluştuğunu açıkla­yabilir. Belki de suda yaşayan basit bir canlı mııtasyonla ışığa duyarlı tek bir hücre geliştirdi. Böyle bir hücre avantajlı olabilir, örneğin canlının okyanusta derinliği ölçmesini sağlamış olabilir (okyanusta derine indikçe daha karanlık olur). Sonunda bizimki gibi bir göz olu­şuncaya kadar daha çok mutasyon böyle hücreleri çoğaltmış olabilir.
Bu açıklamanın tamamen doğal olduğunun altını çizin. Do­ğaüstü bir aracı veya tasarımcıya başvurma ihtiyacı yok. Bu gözün nasıl oluşmuş olduğuna dair oldukça makul bir alternatifin varlığı Tanrı'nın yardımına olan ihtiyacı ortadan kaldırıyor. Doğal seçilim söz konusu olduğunda gözler böyle bir varlık olmadan da oluşması beklenen şeyler. Bu yüzden gözlerin varlığı Tanrının varlığına dair sağlam kanıtlar sağlamıyor.
Elbette yanıt olarak tasarım görüşünün taraftarı DNA’nın ne­reden geldiğini sorabilir. Doğal seçilimin gerçekleşebilmesi için DNA gereklidir. Yani DNA'nın tek başına varlığı doğal seçilim ile açıklanamaz. Ayrıca birileri DNA’nın kendi başına amaç ve tasarım gösterdiğini önerebilir. Bu bize Tanrı’nın var olduğunu varsaymak için sağlam kanıtlar vermez mi?
Belki de hayır. Aslında DNA nispeten daha basit bir mekaniz­madır. İlk hayat ortaya çıktığında dünya üzerinde bildiğimiz koşullar göz önüne alındığında, DNA’nın kendiliğinden ortaya çıkmış olabi­leceği o kadar da mantıksız değildir. Elbette DNA’nın nasıl ortaya çıktığını bilemeyiz, ve belki de asla bilemeyeceğiz. Ancak bilimsel bir süreç olarak DNA’nın ortaya çıkışının doğaüstü yardım gerektirmiş olması muhtemel değildir.
Evrenin Manivelaları
Tasarım görüşünün geleneksel türlerinden bu kadar bahsedeceğim. Ancak bu görüşün modern bilimsel teorilerle baltalandığı değil de aslında onlar tarafından desteklendiği türleri de var. Aşağıdaki ör­neği ele alalım:
Dünya doğa kanunları tarafından yönetiliyor. Bu kuralların birçok belirlenme yöntemi olabilir. Sadece çok küçük bir oranı bizim gibi bilinçli varlıkları üretme ve sürdürmeyi sağlayacak istikrarlı bir evrene izin veriyor (örneğin yerçekimsel güçler biraz daha güçlü olsaydı evren bir veya iki saniyeden daha uzun dayanamazdı). Evrenin bizim gibi bilinçli canlıları destekleyecek yasalarla öylesine yönetiliyor olması sıra dışı biçimde ihtimal dışıdır. Evrenin manivelalarının rastgele değil, büyük bir hassaslıkla
eğer rastgele olsaydı, böylesine mükemmel bir sonuç ortaya çıkamazdı görüşü çok daha ikna edici görünüyor. Bu yüz­den evreni bu şekilde kuran bir Tanrının var olduğuna inanmak da makuldür.
Bu argüman kesin olarak Tan'nın varlığını kanıtlamaz. Ancak Tanrı’ya inanç için iyi bir dayanak sağlaması gerekiyor. Ben bu gö­rüşe antropik görüş diyorum.
Düşünce Araçları: Loto Safsatası
Antropik görüşü sunanlar sık sık loto safsatası yapmakla suçla­nırlar. Bin piyango biletinden bir tanesini aldığınızı varsayalım. Kazandınız. Sizin biletinizin kazanma şansı oldukça düşük elbette. Ama bu size birilerinin sizin için piyangoda hile yaptığına inan­manız için bir neden vermiyor. Sonuçta biletlerden biri kazan­mak zorunda ve hangi bilet kazanırsa kazansın bu diğerlerinin kazanmasından daha az imkânsız değil. Yani sizin kazanmanızın birilerinin veya bir şeyin sizin yararınıza müdahale etmiş olması ile açıklanmasına inanmanız için bir neden yok - şanslı olmak dışında başka bir şeyden fayda gördüğünüzü varsaymak için bir neden yok. Aksini düşünmek loto safsatası olur.
Neden antropik görüş loto safsatasını içerir? Evet, evren öyle ya da böyle bir şekilde ayarlanacaktı. Her bir ayarlanma biçimi en az diğeri kadar ihtimal dışı. Yani bu şekilde kurulmuş olması, bizim gibi varlıkların bulunması, bize şanslı olduğumuzdan öte bir şeye inanmamız için hiçbir neden vermez. Aksini düşünmek, sözde loto safsatası yapmak olur.
“Bölüm 23: Mucizeler ve Doğaüstü”nde loto safsatasının başka örneklerini bulabilirsiniz (tren rayında koşan çocuk hakkındaki hikâye).
Kötülük Sorunu
Antropik görüş loto safsatasını içersin ya da içermesin tasarım gö­rüşünün tüm türlerinde başka, daha derin zorluklar var olmaya devam ediyor. Belki de en ezici zorluk bu. Tartışmanın selameti açısından evrenin bir tür zeki yaratıcı tarafından tasarlandığına dair izler taşıdığını kabul etsek bile kanıtlar güçlü biçimde bu yaratıcının Tanrı olmadığını işaret ediyor.
İşte nedeni. Tanrının Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar tarafından en az üç özelliği olduğu kabul ediliyor: Her şeyi bilme (çünkü O her şeyi bilendir), her şeyi yapabilme (O her şeye kadirdir) ve üstün hayırseverlik. Ancak dünyada büyük acılar olduğu gerçeği ile böylesi bir varlığın varoluşunu uzlaştırmak imkânsız görünüyor. Evet, Tanrı, eğer varsa, “her şeyi parlak ve güzel" yapmıştır. Ama aynı zamanda kanser, deprem, açlık, veba ve basuru yarattığım da unutmayalım. Bu anlamıyla Tanrı biz çocuklarına büyük acılar veriyor. Neden?
Tanrı üstün biçimde hayırsever olduğundan bizim acı çekmemizi isteyemez. Her şeyi bildiği için acı çektiğimizi de biliyordur. Ve her şeye gücü yettiğinden isterse acımıza son verebilir. Tanrı bizleıin yaşayacağı çok daha iyi bir evren yaratabilirdi: Hastalık ve acının olmadığı, depremlerin yaşanmadığı ve insanların hiç aç kalmadığı bir evren yaratabilirdi. Tanrı dünyayı cennet gibi yaratabilirdi. Ne­den yapmadı?
Görünüşe göre Palcy’nin de inandığı gibi evren bir tür varlık tarafından tasarlandıysa, bu, her şeye gücü yeten (bizim yaşamamız için daha iyi bir evren yaratamadı), her şeyi bilen (bu tür acılar yaratacağını bilemedi) ve hep iyi (acı çekeceğimizi biliyordu ama umursamadı) bir varlık değildir. Ama Tanrı, eğer varsa bu üç özelliğe de sahiptir. Bu nedenle Tanrı yoktur.
Bu görüşle ilgili sorun, teistler için kötülük sorunu dediğimiz ("kötülükten” acı çekme) sorunu ortaya çıkarmasıdır.
Teistler bu sorunla baş edebilmek için büyük enerji harcamış­lardır. İşte en bariz üç savunma hattı.
Tanrı’nın Cezası
Bazıları çektiğimiz acıların bir ceza olduğunu söylüyorlar. Tıpkı sevgi dolu ebeveynlerin yanlış yapan çocuklarını bazen cezalandırması gibi. Tanrı da günah işlediğimizde bizi cezalandırır.
Bu savunma hattı ile ilgili açık sorunlardan biri de acının adil ve yardımsever bir Tanrı’ya uygun biçimde dağıtılmadığıdır. Örneğin neden Tanrı küçük çocuklara uzun ve acılı hastalıklar veriyor? Bunu hak edecek ne yaptılar? Hiçbir şey elbette?
Teistler bu cezanın çocuklara yetişkinlerin günahları yüzün­den verildiğinde ısrar edebilir. Ama bu zalimce görünüyor. Kimse suçluların çocuklarını cezalandıran bir mahkemeyi ahlaki olarak kabul edilebilir bulamaz. Aynı biçimde cezalandıran bir varlık da elbette ki ahlaki olarak daha az nefret uyandırıcı değildir.
Tanrı Bizi Özgür Yarattı
Belki de kötülük sorununa en popüler yanıt acımızın Tanrı'nın ku­suru değil bizim kusurumuz olduğunu söylemektir. Tanrı bizi özgür yarattı - karar verme ve tercih yapabilme ve bunları uygulayabilme becerisine sahibiz. Bazen acıya neden olacak biçimde hareket ederiz. Örneğin savaşlar başlatırız. Doğru, Tanrı bize özgür irade vermeyerek bu acıyı engelleyebilirdi. Ama özgür irademiz olması daha iyi. Tanrı bizi özgür kararlar veremeyen otomatlar olarak yaratsaydı dünya çok daha kötü bir yer olurdu. Ama o halde, sonuçta acı yardımsever bir Tanrı ile uçlaştırılabilir.
Bu savunmadaki en göze batan hata birçok acının köken olarak doğal olmasıdır. Depremler, kıtlıklar, seller, hastalıklar ve diğerleri, büyük oranda bizden kaynaklanmaz. Eğer bir Tanrı varsa o halde bunlardan O sorumludur.
Bir teist en azından bazı sözde "doğal" kötülüklerin aslında bizim kendi hatamız olduğunda ısrar edebilir. Örneğin belki de çok fazla fosil yakıtı kullanarak istemeden sellere neden olmuş olabiliriz.
Sonuçla çevreyi kirletenler küresel ısınmaya, küresel ısınma da sellere neden olmuş olabilir. Ancak farklı davranmış olsaydık hiç acı olmaya­cağını varsaymak absürttür. Depremlere nasıl bir kaza sonucu neden olduğumuzu anlamak zordur. Eğer Tanrı varsa o halde, bu acıların büyük kısmının O’nun hatası olduğu sonucundan kaçmak zordur.
Acı Bizi Erdemli Yapar
Bazı teistler yaşadığımız acı ve zorlukların bir amacı olduğunu söy­lerler: Bizi daha iyi insanlar haline getirdiğine inanırlar. Acı olmadan Tanrı'nın olmamızı istediği erdemli insanlar olamayız.
Tanrı’nın bizi neden en baştan erdemli yaratmadığını merak edebilirsiniz. Ama ne olursa olsun acı erdemli olmak için ödememiz gereken kaçınılmaz bir bedelse Tanrı’nın acıyı neden böyle servis ettiğini açıklamak zordur. Neden birçok insanı öldüren diktatörler hayatlarını lüks içinde sürdürüyor? Neden tatlı ve güzel insanlara korkunç hastalıklar bulaşıyor? En azından acının dünya üzerindeki görünüşte rastgele dağılımının bizi nasıl erdemli yapması gerektiğini anlamak zordur.
Bazıları “Tanrı tuhaf biçimlerde çalışır" üzerinde ısrar ederek acının kendi iyiliğimiz için olduğu önerisini savunmaya çalışırlar. Ama bu sadece yenilgiyi kabul etmek demektir. Bu, acının dağılımı her ne kadar mantıklı görünmese de, yine de nihai olarak anlamlı görünebileceği gerçeğini kabul etmektir. Evet, nihayetinde anlamlı görünebilir. Ama bu, kanıtların, görünüşe göre bir Tanrı olmadığını işaret ettiğini inkâr etmek demek değildir.
Sonuç olarak, tasarım delili evrenin tasarlandığına inanmak için nedenler sunsa da (bu şüpheli), görünüşe göre bu tasarımcı Tanrı olamaz. Kötülük sorunu kısaca teistler için son derece ciddidir. As­lında sorun bize bir Tanrı olmadığına dair oldukça iyi -kesin olmasa da- nedenler veriyor gibi görünmektedir.
Düşünce Araçları: Ockham’ın Usturası - “Basit Tut”
Tanrı'nın varlığına dair destekleyen ve karşı çıkan görüşler üzerine gözlemimiz Tanrı’nın var olduğuna dair az, var olmadığına ir ise oldukça fazla kanıt olduğunu gösteriyor.
Ama tartışmanın selameti açısından Tanrının varlığına dair kanıtların, olmadığına dair kanıtlardan daha az olmadığım sayın. O zaman hangisine inanmak daha mantıklı olurdu. Birçokları o halde agnostik olmalısın derdi. Mantıklı olan hükmü ertelemektir.
Ama bu bir hata. Aslında kanıtlama zorunluluğu teistin zerindedir, Her iki yönde de sağlam kanıtların yokluğunda mantıklı konum ateizmi seçmektir. Neden?
Ockhamlı William (1285-1349) mevcut kanıtlarla eşit derecede desteklenen iki hipotez sunulduğunda her zaman daha basit olanı seçmeniz gerektiğini belirtir. Ockham’ın Usturası olarak bilinen bu prensip çok mantıklıdır. Örneğin şu iki hipoteze bakalım.
A: Bahçenin altında gübre yığınları, çiçekler, ağaçlar, çalılar ve bu tür şeylerin yanı sıra görünmez, elle tutulmaz, soyut periler vardır.
B: Bahçenin altında periler yoktur sadece gübre yığınları, çiçekler, ağaçlar, çalılar ve bu tür şeyler vardır.
Gözlemlediğim her şey her iki hipoteze de iyi uyuyor. Sonuçta bahçemin altındaki periler görünmez, elle tutulmaz ve soyut­larsa o halde varlıklarına dair bir kanıt bulmayı ummamalıyım, değil mi?
Mevcut kanıtların her iki hipoteze de eşit biçimde uyması gerçeği bahçemin altında periler olup olmadığına dair hükmü ertelemem gerektiği anlamına mı gelir?
Elbette hayır. İnanılacak mantıklı şey peri olmadığıdır. Çünkü bu daha basit olan hipotezdir. Neden gereksiz perileri işe karıştıralım ki?
Benzer biçimde mevcut kanıtlar hem ateizme hem de teizme eşit biçimde uyuyorsa o halde kabul edilmesi mantıklı olan ate­izmdir. Çünkü ateist hipotez daha basittir: Çevremizde gördüğü­müz doğal dünyaya bağlı kalır ve doğaüstü varlıkları hariç tutar.
Dini Deneyim
Tanrı’ya olan inancın mantıklı olması için sağlam nedenlerle desteklenen kanıtlar var mı? Belki de yok. Bazıları Tanrı'nın varlığının onlara doğrudan vahiy olduğunun gerçek olması için bir nedene ihtiyaçları olmadığında ısrar ediyorlar. Tanrı'ya dair kişisel deneyimler yaşamışlar.
Bu tür "vahiy olan" deneyimlerle ilgili zorluklardan biri de tek bir inançla sınırlı olmamalarıdır. Katolikler Bakire Meryem’i görür. Hindular Vişnu’ya tanıklık eder. New Age Tanrıça’yı deneyimler. Ro­malıların Tanrı Jüpiter'e dair hayalleri vardı. Antik Yunanlar Zeus’u gördü. Aslında ateist bile doğaüstü ve vahiy kaynağı (Tanrı değilse bile) deneyimler yaşadıklarını iddia eder. İnsanların birçok garip ve çoğu zaman çelişkili deneyimleri -her zaman tesadüfi olarak kendi kişisel inançları ile uyumlu biçimde gerçekleşir (mesela Zeus’u gören bir Katolik duymazsınız)- aydınlanma yaşayan kişiyi deneyimine dikkatle yaklaşması gerektiği sonucuna götürür.
Bu yüzden bu dini deneyimlerin en azından bir kısmının psi­kolojik nedenleri olduğu bilinmelidir. Örneğin ölüme yaklaşanlar tarafından yaşanan ünlü “tünel" deneyimi ve ona eşlik eden yoğun “iyi olma" hissi hipoksi sonucudur ve bu pilotların girdiği santrifüj testinde de görülebilir (pilotların bayılmadan hemen önce “mutluluktan uçan” yüz ifadelerini izlemek inanılmazdır).
Ruhani bir deneyim yaşadığına inananlar böyle bir şey yaşamış olabilir. Ama kanıtlar bu sonucu güçlü biçimde desteklemiyor.
Birçok teist burada teizm lehinde ve aleyhinde tartışılan görüşlerin ilgisiz olduğunda ısrar eder. Derler ki, Tanrı’ya inanç bir muhakeme meselesi değildir. Bir inanç meselesidir. Sadece inanmalısın.
Yine de tam olarak ne tür bir inanç gerektiği konusunda net olmalıyız. Bir çokları inanç sahibi olduklarını iddia ederken bunu çoğu zaman inançlarının tamamen mantıklı bir temelden azade  olduğunu iddia etmez. Tanrı'ya inanmak için bir sürü neden var­ken bu nedenlerin kesin olmadıklarını söylerler. İtiraf ettikleri gibi Tanrı’nın varlığı kanıtlanamaz.
Ateizın de Bir “İnanç” Meselesi midir?
Bu tür bir “iııanç” konuşması iki şekilde yanlış yönlendirilebilir, İlki binlerinin ateizm ve teizmin entelektüel olarak eşit derecede olması gerektiğini varsaymasına neden olabilir. “Dinle,” diyebilirler, “Tanrı’nın var olduğunu ispatlayamadığımı biliyorum. Ama ateistler de kesin olarak var olmadığını kanıtlayamazlar. Bu yüzden hem ateizm hem de teizm inanç sıçraması gerektirir. Ama her ikisi de eşit derecede mantıksızdır."
İşte internetten alınmış bir örnek:
[Tanrı’nın] varlığı fiziksel araçlarla kanıtlanamaz. Ancak aksi de kanıtlanamaz. Bunun anlamı nedir? Bu Tanrı’nın (veya Tanrıların) varlığına inanmak tam ve kesin bir inanç gerektirir ve olmadığına inanmak da tam ve kesin bir inanç gerektirir.'
Her ikisi de kesin olarak “kanıtlanmadığı" için ateizm ve teizmin eşit derecede bir “inanç” meselesi olduğu iddiası birisinin diğerine karşı baskın biçimde görüş ve kanıtlarla desteklendiği gerçeğini göz ardı etmektedir. İki durum entelektüel olarak eşdeğer olamazlar. Perilerin var olduğunu kamtlayamam. Ancak kesin ve şüpheye yer bırakmayacak biçimde var olmadıklarını da kamtlayamam, Buradan perilerin var olduğuna İnanmakla varolmadıklarına inanmanın eşit derecede mantıklı olduğunu anlamı çıkmaz.
Tanrı’nın varlığına dair en popüler görüşlerle ilgili kısa inceleme­miz Tanrının varlığını destekleyen oldukça az, aksini destekleyen oldukça (azla kanıt olduğunu (kötülük sorunu ile sağlanan kanıtlar) göstermektedir. Bu yüzden Tanrı’nın olmadığına inanmak en az perilerin olmadığına inanmak kadar rasyoneldir - ki bu da oldukça rasyonel bir şeydir.
İnanç, Akıl ve Elvis Presley
İnanç meselesinin yanlış anlaşılabileceği bir biçim daha var. Tanrı’nın varlığına "İnancım” olduğunu varsayalım. Bununla sadece Tanrı’nın varlığının kanıtlanamaz olduğunu ifade ediyorsam aslında inan­cımı hâlâ mantıklı, ateist alternatifinden daha mantıklı gördüğüm
Gerçekten de basit ve güvenilir “inancı” olduğunu savunan tc- istler inançlarının mantıksızlığını nadiren düşünürler. Çok az teist Elvis’in yaşadığı inancının, Tanrı’nın varolduğu inancından daha mantıklı olduğunu kabul etmeye hazırdır. Ancak Elvis’in hâlâ yaşadığı inancını ele alalım: Birçoklarına göre Elvis aslında ölmedi ve gizli bir hayat sürmeye devam etti. Teistlcrin şüphesiz belirtecekleri gibi bu inanç kesinlikle mantıksız ve absürt çünkü bunu destekleyen çok az kanıt varken karşısında bir sürü kanıt var.
Ama Tanrı’ya inanç daha mı az mantıksız ve absürt? Dediğim gibi Tanrı’nın varlığını destekleyen ve ona karşı çıkan popüler gö­rüşlerin hızlı bir incelemesi böyle olmadığını gösteriyor.
Ancak bu çok az teistin kabullenmeye hazır olduğu bir sonuç. Sadece “inanç” sahibi olduğunu iddia edenler bile -“sadece inanı­yorum” diye ısrar edenler- neden inandıklarım açıklamaları İçin bastırıldığında sessizce “Ama evren bir yerlerden gelmiş olmalı, değil mi?" diye sessizce söylenirler.
Diğer bir deyişle ortaya çıkan “inanç" iddialarının arkasında çoğu zaman standart teistik görüşler pusuya yatmıştır (bu vakadaki görüş için bakınız: “Bölüm I: Evren Nereden Çıktı?”). Bu görüşler belki de açık biçimde inanan bir zihinde yoktur ama yine de varlık­larını hissettirirler. Neden ve tasarım önermeleri özellikle aşırı baştan çıkarıcıdır. Hepimiz için neden (veya en azından ortaya konuluş biçimleri ile) yanıltıcı olduklarını anlamamız dikkate değer bir en­telektüel çaba gerektirir. “İnancı" olduğunu iddia edenlerin bile çoğu bir zaman inançlarım mantıklı görmesi bu nedenle şaşırtıcı değildir.
Elbette Elvis'in yaşadığı iddiası daha boş ve daha anlamsızdır. Tanrı'ya inanç öyle değildir: Devasa, hayatı değiştirebilecek etkileri olur. “Tanrı var mıdır?" sorusunun ne kadar derin ve önemli ol­duğuna şüphe yok. Binlerce yıldır insan düşüncesine hükmediyor. Tanrı’ya duyulan inanç çoğumuzun sahip olduğu özlemlere yanıt veriyor ve bu kolayca reddedilecek bir şey değildir.
Yine de Tanrı’nın varlığına inanmak için Elvis’in yaşadığına inanmaktan daha çok neden olup olmadığı sorusu hâlâ olduğu yerde duruyor. Tanrı’ya inananlar daha mı haklılar? Cevap belki de olmatlıklarıdır. Bu bir gerçekse, “inancın" bu gerçeği örtbas etmesine izin verme­meliyiz.
Tanrı’nın varlığını destekleyen ve ona karşı çıkan eıı popüler argümanları içeren incelememiz kanıtların güçlü bir biçimde Tanrı'nın olmadığını işaret ettiğini gösteriyor.
Ama belki de Tanrı'nın varlığına dair görüşlerden bazıları kurtarılabilir. Veya belki de dalla iyi görüşler oluşturulabi­lir. Ve belki de kötülük sorunu ile baş edilebilir. Böyle olursa o zaman Tanrı’ya inanmanın mantıklı olması savunulabilir.
Yine de bunlar büyük "belkiler.” Benim sonucum Tanrı’ya inanmanın bir hata olduğu değil. Sadece teizmin savunmak için çoğu insanın farkında olduğundan daha kötü bir durumda ol­duğudur. Telsilerin kötülük sorunu ile baş etmeleri ve Tanrı’nın varlığına dair daha iyi görüşlerle ortaya çıkmaları gerekiyor. Ya bunu yapacaklar ya da inançlarını sürdürecek ve bunun, Elvis’in yaşadığı inancından daha mantıklı olmadığını kabul edecekler.
Kaynak: Felsefe Jimnastiği, Stephan Law

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder